Bir öldürülme gerekçesi olarak anadil!
Hüseyin A. ŞİMŞEK
Ankara’nın Etimesgut ilçesinde Barış Çakan adlı bir gencin "Kürtçe müzik dinlediği için" öldürüldüğü haberleri yayımlandı önce. Sonra, gencin öldürülme nedeniyle ilgili ortalık birden toz-duman içinde kaldı. Birbirini yalanlayan, birbiriyle çelişen haberler yayımlanmaya devam ediyor. Nedeni, bir gencin öldürülmüş olmasının önüne geçiverdi. Bu olayın arka planının gerçeğe uygun bir şekilde ortaya çıkmasını umarak, ama öte yandan nedenlerin hiçbirinin o gencin öldürüldüğü sonucunu değiştirmeyeceğini vurgulamakla yetineceğim.
Barış Çakan’ın "Kürtçe müzik dinlediği için" öldürülmediği doğruysa bile, bu, Türkiye’de böyle şeylerin yaşanmadığının kanıtı olabilir mi? Olamaz! Sakarya'da, baba-oğul Kürtçe konuştukları için vurulmadı mı? Telefon ederken, inşaatta çalışırken "Kürtçe konuştular" ya da "Kürtçe müzik dinliyorlar" denilerek vurulanlar olmadı mı? Ahmet Kaya’yı sürgüne gitmek zorunda bırakan, olaya ne demeli! "Kürtçe müzik yapacağım", "Kürtçe klip çekeceğim" dediği için, hayatına mâl olan bir göçe zorlandı.
Bir örnek de Viyana’dan vereyim. Son 1 Mayıs 2020 günü, başkentin Favoriten Belediyesi’nde gerçekleştirilen (salgın dolayısıyla) sınırlı sayıda insanın katıldığı mitingde, Türkiye kökenli göçmenlerden bir grup "Kürtçe müzik çalamazsınız", "kilisenin önünde içki içemezsiniz" diyerek, yine Türkiye kökenli sol, sosyalist, Alevi ve Kürtlerden oluşan korteje saldırdı. Türkçe özel okulların faaliyette olduğu, Türkçe’nin eğitim sistemi içinde yardımcı/seçmeli ders olduğu; sokak, cadde, meydan, park, kafe, restoran, resmi daire, alışveriş merkenlerinde bangır bangır Türkçe de konuşulan bir AB ülkesinde oluyor bunlar.
"Hayatta olmaz" denilen şeylerin Türkiye’de bile zaman zaman nasıl mümkün kılınabildiğine dair, gündelik hayatın akışı içinden kimi somut ayrıntılarla anmak, anımsatmak isterim.
Viyana’ya yerleştikten on yıl kadar sonra, Türkiye’ye ilk ziyaretimi 2008 yazında yapmıştım. Sonraki iki yıl da yine aynı mevsimde, Türkiye’de geçirdim "yıllık izin"imi. 2009 yazı, Atatürk Havaalanı’ndan ayrılmış metroyla kentin merkezine yol alıyordum. Menzilim, İstanbul’daki kadim semtim Tuzla’ydı. Arkamdaki koltuklarda oturan iki genç Kürtçe konuşmaktaydı. Ben onlara değil, çevredekilere dikkat kesildim. Hem de gençlerin, konuşmalarına ara vermeden metrodan indikleri istasyona kadar. Kimsede olağanüstü bir hava sezinlemedim. Metroda her şey olağan bir akış içindeydi. Ne bir yan gözle bakan, ne bir "bunlar da kim ve ne konuşuyorlar" tavrına giren oldu.
Markete gitmeye üşendiğimizde alış veriş yaptığımız bir mahalle dükkânı vardı. Dükkânı, yaşlı bir kadın küçük torunlarıyla birlikte işletirdi. Oradaki diğer bütün konutlar gibi, onların dükkânın üstünde yer alan daireleri de balkonluydu. Yazın daha çok balkonda yiyip içerlerdi, hepimizin yaptığı gibi. O yaz (2009) ne zaman evlerinin önünden geçtiysem, sakınmadan kendi anadillerini, yani Kürtçe’yi konuşmalarına tanık oldum. Evin içinden dışarıya yayılan Kürtçe ezgiler de ilişti kulağıma.
Avusturya’da alışık olduğum çokdilli atmosfere, gündelik hayatın akışı içinde Türkiye’de de girmek çok sevindirmiş, umutlandırmıştı beni. Bir rahatlama, bir kendini güvende hissetme vardı insanlarda. ‘Yabancı’ ya da ‘öteki’ sayılmaktan uzak bir havada yaşamaya başladıkları, gözden kaçacak gibi değildi!
Aynı çerçevedeki çok önemli bir "ayrıntı"yı da 2010 yılı yazından vereyim. 23 Temmuz Cuma sabahı, kaldığım mahallenin camiinde okunan bir selayla uyandım. Selanın ardından, mahallemiz sakinleri arasında yer alan Erzincan-Tercanlı bir vatandaşın vefat ettiği duyuruldu. Duyurunun devamını mealen aktarıyorum:
"Merhum için, bugün saat 13:00’de Aydınlı Cemevi’nde bir cenaze töreni yapılacaktır. Son yolculuğunda yalnız bırakmak istemeyen eş, dost, akraba ve sevenlerine duyurulur…"
İstanbul’da bir sabah, camii hoparlöründen cemevindeki bir törenin duyurusunu dinlemek, daha doğrusu güne böyle bir duyuruyla uyanmak; bir hemşehrimi daha kaybetmiş olmama rağmen beni umutlandırmıştı. Bir ölüm haberi üzerinden de olsa hasret kaldığımız bir hoşgörü, anlayış ve kabul etme başarısı görmüştüm bu olayda.
Özellikle ülke dışından gelen benim gibi biri için çok daha anlamlı, çarpıcı bir şeydi bu. Önemli ve kangren olmuş sorunlarına köklü çözümler bulma dönemine bir türlü giremeyen Türkiye’de, her şeye rağmen umut verici şeyler olduğuna canı gönülden inandıydım. Türkiye’nin ayrıldığım günlerdeki iç karartıcı durumuyla karşılaştırıp, çok heyecanlanmış, hasret kalınmış bir hoşnutluk içinde bulmuştum kendimi. O iki yıl, ulusal ve uluslararası egemen hegemonyanın bütün tertiplerine, çıkar oyunlarına rağmen, halkların hoşgörü ve bir arada yaşama isteğinden, gücünden beslenerek ayrılmıştım izinlerden.
Elbette farkındaydım, bütün bunların madalyonun sadece bir yüzünde olup bittiğinin. Olsun ama, yine de çok çok önemliydi. "Hayatta olmaz" denilen şeylerin, mümkün kılınabildiğinin minik, cılız göstergeleriydi. Madalyonun öteki yüzünde üst üste bindirilen, iç içe tıkıştırılan komplolar, baskı ve yasaklar, yeni kırım teori ve planları galebe çaldı ne yazık ki! Türkiye’deki arkadaş, dost, akraba, hatta kimi "yoldaş" dediklerimin bile saplanmaktan kendilerini kurtaramadıkları ırkçı, ayrımcı, hoşgörüsüz bir bataklığa döndürüldü tekrar ülke.
Bir ülkede, bir toplumda, "öldürülme gerekçeleri"nin arasına anadili konuşmak da girmişse eğer, "söylenecek ne kaldık ki geriye" diye kendine sormadan edemiyor insan.