Büyük yayıncı Eric Hazan

Büyük yayıncı Eric Hazan
Eric Hazan için dünyayı değiştirmek geleceğe yönelik bir program değil, hayal gücümüzü sistematikleştirmek ve doğru sözcükleri bulmak gibi günlük bir görevdi. İsyanın başlı başına bir keşif aracı olduğunu anlamıştı.

Jacques RANCIÈRE

Çeviren: Cankız ÇEVİK


Eric Hazan’ı yalnızca cesur bir yayıncı, radikal solun savunucusu, Filistinlilerin haklarının azimli bir destekçisi ve devrimin ertesi sabahında alınması gereken önlemlere yönelik bir kitap adayacak kadar kendi zamanının aksine devrime inanan bir adam olarak saygıyla selamlayıp anmak, bunu yapmanın son derece indirgemeci bir yolu.

O mutlaka bunların hepsiydi ancak önce esas meseleyi kayıtlara geçirmemiz gerekiyor: “Yayıncılık” sözcüğünün, en mide bulandırıcı fikirler de dahil olmak üzere her şeyi kendileri adına bir meta olarak gören iş insanlarının imparatorluklarını çağrıştırdığı bir çağda, o her şeyden önce büyük bir yayıncıydı. Bu yalnızca bir yeterlilik değil, daha çok bir kişilik meselesiydi.

Eric istisnai bir kişilikti: Her şeye yönelik merak dolu bir zihne sahip, yaşamının başında eğitimli bir bilim insanı, bir beyin cerrahı olsa da aynı zamanda bir sanat erbabı ve edebiyat aşığıydı; sokaktaki her taşın yaşayan tarihine duyarlı bir şehirliydi; ışıl ışıl bir gülümsemeye ve etkili bir el sıkışmasına sahip, tutkularından bahsetmeye, keşiflerini paylaşmaya ve kimseye vaaz vermeden onları adaletin gereklilikleri olarak gördüğü şeylere ikna etmeye hevesli, dürüst ve misafirperver bir adamdı.

La Fabrique’in yayına başladığı sıralarda, daha ilk temasımızda onun sıradan bir yayıncı olmadığını anladım. Estetik üzerine seminerimin birkaç oturumuna katılmıştı ve ne yaptığımı, nereye doğru yol aldığımı daha iyi anlamaya çalışıyordu. Arkadaşlarımın çıkardığı bir dergiye verdiğim kısa bir söyleşiyi kendisine gönderdim. Birkaç gün sonra bana bunun bir kitap olduğunu, onu yayımlayacağını söyledi ve bunu o kadar etkili bir şekilde yaptı ki, kitaplığın rafında zorlukla görülebilen bu küçücük cilt, dünyanın her yanında kendine bir yer edindi. Böylece çok şaşırtıcı bir şey keşfettim: Harika bir yayıncı, kendiniz bile farkında değilken bir kitap yazdığınızı anlayabilen yayıncıdır.

Nitekim, aramızda yalnızca başlıkları bile onun devrim ateşini taşıyan kitaplar çıkaran bir yayıncıdan çok daha fazlası olduğunu kanıtlayan kitaplarla imlenen uzun bir işbirliği başladı. Durum bundan ibaret olsaydı on sekizinci yüzyıl İngiltere’sinin manzarası; Flaubert, Conrad ya da Virginia Woolf’un romanlarındaki geleneksel anlatı çizgilerinin çözülmesi; Dziga Vertov’un, John Ford’un ya da Pedro Costa’nın filmlerinde zamanların iç içe geçmesi ya da öyle veya böyle birtakım çağdaş sanat enstalasyonlarında ima edilen izleyici kavramı gibi doğrudan siyasal eylemden uzak bölgeleri keşfetmekle ne işi olurdu?

Dahası, onu Walter Benjamin’in Baudelaire’inin bin sayfayı aşan tam bir baskısını yayınlamaya iten şey ne olurdu? Ayrıca kendini Balzac’ın Paris’ine kaptırmak mı? Bunun sebebi yalnızca her şeye duyduğu ilgi ve hümanist kültürle olan ilişkisinin, kendi türünün militan taahhütlerine tepeden bakan pek çok “vaiz”den çok daha geniş ve derin olması değildi. O, en geniş ve en zengin tecrübeye sahip bir dünya uğruna mücadele etti ve ilim eserleri ile sanatın duygularını adalet tutkusundan ayırmadı: Her türlü zulme karşı öfkeli olan bu adam, slogancılardan çok arayan, icat eden ve yaratanları sevdi.

Dünyayı değiştirmek onun için geleceğe yönelik bir program değil, hayal gücümüzü sistematikleştirmek ve doğru sözcükleri bulmak gibi günlük bir görevdi. İsyanın başlı başına bir keşif aracı olduğunu anlamıştı. Feminizm, sömürgecilik karşıtlığı ya da bir boru hattının sabotajı üzerine yayımladığı en radikal yazarların çalışmalarında, yalnızca adaletsizliğin egemenliğine karşı bir öfke çığlığının değil, aynı zamanda bir araştırma projesinin, içinde yaşadığımız dünyanın tekil bir ifadesinin ve buna ışık tutmanın yeni bir yolunun da ayırdına vardı. Bu nedenle en kışkırtıcı kitapların, kitapçıların vitrinlerinde onları değerli birer obje gibi gösterecek şekilde süslenerek yer almasına dikkat ediyordu.

Yoksa La Fabrique ismini bu yüzden mi seçti? Bu isim, işçi tarihinde ehil olanlara 1830’lardaki Lyon Canut isyanları sırasında çıkarılan gazete, Echo de la fabrique’i hatırlatır. 1848’in ve Komünün en görkemli günlerinin anısını canlandırması kuşkusuz bir öneme sahipti. Ancak “fabrique” sözcüğü aynı zamanda bu mücadele geleneğini yayıncının çalışmalarının bütünüyle de ilişkilendiriyordu: Kâr mantığından ve bununla bağlantılı yönetim kısıtlamalarından radikal bir kopuş, kitap üretiminin hiçbir yönünü ihmal etmeyen bir zanaatkârlığa duyulan aşk ve aynı zamanda erkekler ile kadınların, iç içe geçtikçe başka bir şeye dönüşecek olan kendi emeklerinin ürününü yarattığı kardeşçe bir atölye fikri de vardı. Bu ürünün dönüşeceği şey, ortak bir deneyim, bilgi ve kavrayış zenginliği ile efendilerimizin ve onların entelektüel uşaklarının bize kaçınılmaz olan tek gerçeklik olarak sunduklarından farklı bir dünya inşa etmeye yönelik kolektif bir kapasite duygusudur.

Dünyamızda görünenin, olup bitenin ve önemli olanın alternatif kartografilerini sunmak: Onu, onları tek bir hizaya sokmaya çalışmadan, tümüne eşit derecede saygı duyduğu bu kadar farklı ilgi alanlarına, fikirlere ve duyarlılıklara sahip pek çok yazarla bir araya getiren bu kaygıydı. Çünkü bu büyük yayıncı her şeyden önce ancak özgürlük atmosferinde nefes alabilen özgür bir adamdı.

Son günlerini karartan, hastalığının yanı sıra bu atmosferin incelmesi miydi? Uğruna savaştığı amaçlar hiçbir zaman bugün olduğu kadar teoride alaycı bir şekilde lekelenmemiş, pratikteyse böylesi bir neşeyle ayaklar altına alınmamıştı. Eric, uzun bir süre boyunca, bizi yöneten iktidarların rezilliklerini yaklaşan devrimi ummak için bir neden olarak gördü. Dünyalarının o kadar yıpranmış olduğunu düşündü ki, herhangi bir yerdeki en ufak bir darbenin onun çöküşüne yol açacağına inandı. Bu, iyi zanaatkârların ve Aydınlanmanın evlatlarının belki de biraz fazla yüzeysel olan mantığıdır.

Binaların yıkılmasına çürümenin neden olduğuna inanırlar. Ne yazık ki, o daha ziyade sistemi bir arada tutan yapıştırıcı gibidir. Bu da her şeyden önce daha nefes alınabilen ve başka yarınlara hazırlanmaya daha elverişli bir havaya ihtiyaç duyanların omuzlarına uzun ve zahmetli bir görev yükler. Her halükârda bu görev, onun her türlü rezilliğe karşı tavizsiz direnişi, uzun bir zaman boyunca örnek olmayı sürdürecektir.


Jacques Rancière kimdir?

1940, Cezayir doğumlu. Halen European Graduate School’da ve Paris VIII Üniversitesi’nde felsefe dersleri veriyor. Althusser’in öğrencisi olduğu dönemde Kapital’i Okumak adlı derlemeye katıldı. 1968 olayları sırasında Althusser’le fikir ayrılığına düştü ve 1974’te La leçon d’Althusser başlıklı kitabında bu çevreden kopuşunun gerekçelerini anlattı. Kendi kuşağından yazarların metinlerinde kuram ile gerçeklik arasında artan bir uçurum teşhis ederek, 1975-1985 arasında yayımlanan Les Révoltes Logiques dergisini kurdu.

Öne Çıkanlar