Cemal Dindar: Bazen kurduğunuz düş kâbusa dönüşür
Ayşe ÇAVDAR
Müşterek halet-i ruhiye(miz), Türkiye siyasetinin sokakta en çok konuşulan ama entelektüel tartışmadan en çok dışlanan cephesini teşkil ediyor. Bu biraz öyküden, en çok da kendi öyküsünden kaçarken rakamların, kamuoyu yoklamalarının manasızlığına yakalanan kanaat üretim fabrikalarının, medyanın ve akademyanın duyguların ele avuca gelmezliğiyle uğraşmaktan kaçınmasının sonucu. Öte yandan, hem iktidar hem muhalefet duyguları, ortak halet-i ruhiyenin gizli odalarına yerleşmiş eski-yeni sembolleri, imgeleri, öyküleri kullanmakta hiçbir beis görmüyor. Hatta denilebilir ki, o odalardan çıkartılan eski-yeni imgeler ve öyküler her gün yapılan çeşitli siyasi/hissi deneylerde öğe gibi kullanılıyor. Sandığa gitmekten bitap düştüğümüz seçimler ve yapılan kamuoyu yoklamaları da bu deneylerin sonucu gibi neredeyse… Bunca huzursuzluğun sebebi rahatlıkla bu olabilir…
Bu giriş belki de paranoyakça geliyordur kulağa. Kim bilir?! Lakin, Cemal Dindar’ın yaptığımız söyleşide de hatırlattığı gibi, enteresan bir zamanda yaşadığımız ortada. Bildiğimiz, alıştığımız sorunlarla karşı karşıya olmadığımız için, deneyip güvendiğimiz çözüm önerileri de işe yaramıyor. Yeni bir şeyler yapmak lazım, orası malum. Peki nasıl, kiminle, hangi yöntemle?
Olanca ele avuca gelmezlikleriyle duygular iyi bir başlangıç gibi görünmüyor olabilir. Ama belki de tam bu sebeple haklarında düşünmeye ve konuşmaya başlamak gerekiyor olabilir. Siyaset-hissiyat bağıyla uğraşmadığımız için o yanımız her türden sömürüye bu denli açıktır belki.
Bu söyleşide Cemal Dindar’a yönelttiğim soruların arka planı o bağa, yani siyaset-hissiyat bağına hep konuştuğumuz ve klişe cevaplar ürettiğimiz bazı tarihsel vakalar üzerinden bir kez daha bakmaktı. Kriz diyoruz, iyi hoş da tam olarak ne demiş oluyoruz kriz dediğimizde? Ya 12 Eylül dediğimizde nasıl bir kutuyu açıyoruz? Yolsuzluk, tutarsızlık ve benzeri haller ne türden tecrübeler nihayetinde normalleşebiliyor? Liyakat ve sadakat arasında kalıp iradesini sadakatten yana kullanan idareci aslında ne yapıyor? Daha fenası, ağızdan bir nefeste çıkıveren bazı sözcüklerin, mesela intikam ve kin nev’inden duyguların kimileyin on yıllar süren siyasi etki(nlik)lerini nasıl teşhis edeceğiz? Bütün bu çerçevede sıkışıp kalan hiss-i siyasetin kapılarını nasıl açacağız?
Cemal Dindar bu endişeyle sorduğum soruları büyük bir sabırla yanıtlarken AKP’nin yükseliş ve iktidara tutunma stratejisinde sıklıkla başvurduğu duygu siyasetinin yarattığı tahribatın boyutlarını da tasvir etmiş oldu. İçimde bir his bu tahribata çare aramanın beyhude olduğunu bununla birlikte onu tespit etmenin siyasete yeni kavramlar ve tartışmalar çağırmanın, dolayısıyla taze nefesler almanın bir yolu olduğunu söylüyor.
Pek çok kez 24 Ocak kararlarının Türkiye’nin bugününde, daha doğrusu Türkiye’yi bugün tarif eden siyaset sahnesinin müşterek duygu hamulesinde önemli bir rolü olduğunu vurguladınız. Sonrasında pek çok ekonomik kriz oldu. Krizlerin nasıl bir siyasal-duygu atmosferi yarattığını düşünüyorsunuz?
Krizlerin derinleştirdiği temel şey eşitsizlikler ve eşitsizliği olağanlaştıran yaşam pratikleridir. Sınıflar arasında, cinsiyetler arasında, kuşaklar arasında, kimlikler arasında... Eşitsizlik demek, en küçük grupta bile öfkenin yüzergezer duygu haline gelişi demek. Despotik dönemlerde bu öfke genelde eşitsizliğin sebebi olan kişi ve gruplara değil sonradan gelmiş olanlara yönlendiriliyor. Lütfi Akad'ın çok değerli üçlemesi Düğün-Gelin-Diyet günlerinde Anadolu'da herhangi bir yerden İstanbul'a gelendi o öfkenin nesnesi. Lütfi Akad ile tanışma şansına eriştim. Üçlemeyi Milliyet'teki bir fotoğrafın esinlediğini söylemişti. Eminönü Yeni Camii duvarına yaslanmış insanlar var fotoğrafta ve altında "Kim bunlar?" benzeri bir soru yazılmış... Neoliberalizmin yükselişinde ve onunla koşut gelişen kimlik siyaseti döneminde Kürtler oldu, şimdi özellikle mülteciler... Ayırıp bırakan ve ayrılmış grupların varlığını ötekine yönelen olumsuz duygularla gerekçelendiren bir çatışma alanı... Ötesi 'insanın doğal hali' olarak kabul edilen 'insan insanın kurdudur' savı ile Leviathan makinesi arasına sıkışmışlık işte... İnsanın özerk bir varlık olmasında sevgi nasıl ki otomatikleşmiş beslenmeden daha önemliyse, böylesi durumlarda da güvenlik kaygısı ekmeğin önüne geçiyor.
Peki eşitsizliğin yarattığı öfke neden o eşitsizliği yaratanlara değil de daha güçsüzlere yöneliyor? Bunun mantıklı bir açıklaması olmadığı ortada, müşterek halet-i ruhiye açısından ne anlama geliyor?
Öfke, özellikle nefret iklimi varsa, nesne seçmez, sadece yöneleceği, hedefe yerleştireceği nesne arar. Arkadaş grubunda utandırılmış, kızdırılmış bir ergenin gruptan uzaklaşırken yerdeki taşlara tekme atma davranışını düşünün… Toplum ruhsallığında, gruplarda her zaman düzeni dışarlıklı birinin bozduğu kabulü işlerin hiç değilse mevcut dengede sürmesi için de işlev görür. Dış mihrak kabulü bu nedenle bizde hiç gündemden düşmez. 1980’deki darbe günlerinde Kenan Paşa’nın yaptığı konuşmalar incelenirse şöyle bir dizge vardır: Dış mihraklar masum gençlerimizi kandırıyor, sonra o dış mihraklara uymuş hainler de masum kızlarımızı kandırıyorlar… Şu ötekileştirme kavramını buralardan yola çıkarak da hiç açıklayıcı bulmuyorum. Sorun ötekileştirmek filan değil, sorun sınırları kabul etmemek, ötekinin öteki olarak varlığını kabul etmemek… Çünkü kabul edilse sağın meşhur ‘vatan hainliği’ söylemi çökecek.
ERDOĞAN, 12 EYLÜL'ÜN ÜRÜNÜ
Pek çok kez dile getirdiğiniz bir başka önermeniz de Tayyip Erdoğan’ın 12 Eylül 1980 ihtilalinin bir ürünü olduğu. Bu darbenin ürünü neden Özal değil de Erdoğan? Eğer Erdoğan, 12 Eylül’ün çocuğuysa, onun öncülü kabul edilebilecek Özal kimdi ya da neydi?
Özal’a darbenin ürünü demek onun 12 Eylül’deki rolünü hafife almak olur. Darbenin birinci ayında Vehbi Bey’in, Vehbi Koç’un Kenan Paşa’yı ziyaret ettiğini, Paşa’dan öğle uykularını ihmal etmemesi ve Turgut Özal’ın kabinede mutlaka olması dileklerinde bulunduğunu biliyoruz. Gerekçesi de Turgut Özal’ın uluslararası sermaye ile ilişkileri en iyi icra edecek kişi olması. Sözkonusu dönem kapitalizmin neoliberal dönüşümünün hızlandığı dönem. Bir yıl önce Thatcher, İngiltere Başbakanı olmuş; bir yıl sonra Reagan, Amerika Başkanı… Kenan Evren, o dönem Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Milliyet Yayınları’ndan çıkmış anılarında yazıyor Vehbi Bey’in isteklerini... Darbeden sonra kurulan ilk hükümette Turgut Özal devlet bakanı ve başbakan yardımcısıdır. Perdenin arkasında, Başbakan Bülend Ulusu’dan daha etkin olduğunu düşünebiliriz. Özal darbenin ürünü değil, darbenin nedenlerini ve sonuçlarını düşünürsek, Kenan Paşa’dan daha güçlü bir biçimde 12 Eylül’ün özüdür. Çünkü militarizm 12 Eylül’ün zarfı ise mazruf neoliberal dönüşümdür.
Seren Yüce'nin Çoğunluk filmini görmüşsünüzdür, müteahhit bir baba vardır, Mertkan adını verdiği oğlunu öyle aşağılar, öyle boyun eğdirir ki genç adam öfke makinesine dönüşür. Evlenerek evden çıkıp giden, artık babanın işlerini de yürüten abisine dert yanar, o da "Alışırsın, alışırsın!" der. İşte o abi, 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal'dı ve herkese bu sözü söyledi: Alışırsınız!.. 24 Ocak/12 Eylül Darbesi'nden beri tüm siyaset sahnemizi Özal pragmatizmi ile Kenan Evren despotizminin belirlediği değerler manzumesi işgal etmiş durumda. Toplum ruhsallığı yönüyle bunun birkaç niteliği var ve en yıkıcı olanı 'güçlü lider arzusu' oldu. Mottomuz sokakta "Allah bir daha o günleri, yetmişleri göstermesin", siyasette de "koalisyonlar memleketin başına bela" idi. Tayyip Bey bu anlamda solundan sağına, sekülerinden İslamcısına hemen herkesin kurduğu bir fantezi... Güçlü bir pragmatist dalga ile geldi ve Kenan Evren kişiliğine, hatta 12 Eylül Atatürkçülüğü despotizmine çözüldü hikâye. Arada bu fanteziyi kuranların da canı yandı, fakat böyledir, bazen kurduğunuz düş kabusa dönüşebilir.
Bu aşırı ve yakıcı/yıkıcı pragmatizmin sebebi nedir? Bir ortak düş, ortak ütopya geliştirememekten ve bugünü kurtarmaya odaklanmaktan dolayı bu derde düçar olmuş olabilir miyiz?
Bunun en önemli sebebi Türk burjuvazisinin halkını sevmezliği. 24 Ocak/12 Eylül sonrasında Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in söylediği "Yirmi yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde…" sözü toplumsal belleğimizdedir ve gitmez. Bu sözün söylendiği dönemden bugüne belli bir sınıfın haklarına saldırının boyutunun artık cinayet koşulları yarattığını gördük, görüyoruz. Bir sınıf tüm siyaseti belirleyecek güce erişmişken emekçilere artık sınıf söyleminin eskidiğini, aşmak gerektiğini vaaz eden yeni-sol siyasetleri de bu belirlemenin bir aygıtı olarak görebiliriz.
NEDEN LİYAKAT DEĞİL DE SADAKAT
Erdoğan, kendinden ibaret biri değil. Bir de ekibi ve ona gönül verenler var. Bu ekip 12 Eylül sonrasında oluşturulan sentezlerin ürünü, Türk-İslam sentezi, muhafazakâr aile-neoliberal ekonomi sentezi, korporatif cemaatlerin kurduğu piyasa şirketleriyle oluşturdukları daha küçük ölçekli sentezler... Bütün bu sentezler ne türden siyasi çelişkiler ama daha önemlisi bireysel manada etik çelişkiler yarattı? Tutarsızlık neden siyasal ve kişisel bir problem olarak görülmüyor Türkiye’de?
Weberci tez, yani iman ile paranın çelişkisini törpüleyen protestan ahlakının imal edilişi özellikle 2010’a değin kutlamalarla sürdü. Sanırım işler sonra karıştı ve yeni değerler bütünlüğünü oluşturmak yerine bir değerler karmaşası, hatta çözülüşü başladı. Bunun siyasal iktisada bağlı yönü neoliberalizmin krizlerinin art arda gelişi ve Türkiye’nin mevcut siyasal kadrolarıyla bu krizleri güçlenerek aşabilecek dinamikleri üretememesi… Toplum ruhsallığı yönüyle de sağcılığın uç mantığına ulaştık, kutlu lider ve yüce millet diyalektiği. Gerçekte olan ise iradesiz bir kitle imalatı… Sağ popülizm dediğimiz şey.
Söylediklerinizden anladığım kadarıyla "kitle" ne kadar iradeden yoksunsa lider o kadar "kutlu" ve "millet" de o denli "yüce" oluyor. Bu diyalektiği biraz daha açabilir misiniz?
Freud, Kitle Ruhsallığı ve Ben Çözümlemesi çalışmasında lider ve izleyenleri arasındaki en sağlam çözümlemeyi iki kitle örneği ile yapıyor: ordu ve kilise. Bunlara yapay kitleler diyor, çünkü toplumsal bağların dışında paranteze alınmış, kendi sıkı kurallarıyla ve hiyerarşi ile imal edilmiş gruplar bunlar. Hepimizin bir kayıp cenneti vardır, doğmuş olduktan sonraki bebek, doğaya bırakılsa birçok türe göre zavallıdır. Bu acizliğin tam bir reddini içereni ise bebeğin tümgüçlülük yanılsaması… Winnicott’ın savlarına göre tam da bebek gereksinim duyduğunda annesi orada olduğu için bu yanılsama vardır. Sanki bir başkası memeyi vermiyordur da bebek acıkıyordur, meme hazır ve nazırdır. Sonra işlerin böyle olmadığını kısa sürede öğreniriz, fakat o kayıp cenneti de arar durur insan. Ben’in ülküsel konumu, hâli olarak. Freud bu ben ülküsünü yapay kitlelerde lidere yansıttığımızı, liderin güçlü hipnoz edici işlevi ile benimizi tam da hipnozda ya da aşk halinde olduğu gibi lidere emanet ettiğimizi yazar. Ayrıca grup da liderin gücünü merkeze alarak üyelerine ayrıcalıklı, seçilmiş oldukları deneyimini yaşatır. Grup kendisi bir birim haline gelir ve anne gibi davranmaya başlar, üyelerine yaşamlarını sürdürecekleri olanakları sağlar, toplu yemekler düzenler, sadakat sürdüğü müddetçe doyurur. Böylece lider ve ‘yüce grup’ arasındaki diyalektik kurulmuş olur. Günümüzdeki liyakat mı sadakat mı, sorusuna buna bakarak ‘elbette sadakat!’ diyecektir böylesi bir grup ve lideri.
TUTARSIZLIĞA VE YOLSUZLUĞA RIZA
Özal ve Erdoğan iklimleri arasındaki en belirleyici "atmosfer koşulları"ndan biri sanıyorum ki yolsuzluklar. Kamu kaynaklarının bu türlü ısrafı karşısında kamunun bir türlü harekete geçmemesini nasıl açıklamak lazım? Bu bir tür özsaygı ve özdeğer eksikliğinin ürünü olabilir mi?
Bunun iki farklı ideolojik gerekçelendirme ile ilgili olduğunu sanıyorum. Turgut Özal, bir dönem MSP’de siyasete niyetlenmiş ve ağbisi rahmetli Korkut Bey vasıtasıyla bu kadrolarla hemen hep bağı olsa da salt bir İslamcı değildi. Döneminde darbe günlerinde bile kurumlarıyla henüz çözülmemiş bir cumhuriyet vardı. Bir halk olduğumuzun, kitle olmadığımızın işaretleri vardı. "Bu halk, 12 Eylül Anayasası’na yüzde 92 Evet dedi" deniyor ve özellikle solda bir değersizleştirmeye dönüşüyor. Ben keyfiliğe karşı kötü de olsa bir toplum sözleşmesini yeğlemek olarak görüyorum bunu.
Öte yandan şimdi dini, iman eden için ‘mutlak iyi’yi temsil eden bir yapıyı ideolojinin merkezine yerleştirmiş bir kadrodan söz ediyoruz. Eyleminin değerini insan-insana değil de kendisi ile o ideolojik mutlak-iyi arasında anlamlandıran biri için artık her eylem bir takiye pratiği de olabilir. Şeytan, tüm-kötü de, bir zamanlar melek değil miydi! Söylemdeki tutarsızlığın hem AKP kadroları hem de kitlesi için tutarlılık haline geldiği an hepsinin mutlak-iyi kabulüne bağlanışı ve bunun temsilcisi liderde somutlanışı.
Bütün bu arka plan üzerinden baktığımızda, "çalıyorlar ama çalışıyorlar" mottosu neyi ifade ediyor? Buna bir tür nihilizm denilebilir mi?
Gerçekte bu, yani hırsızlık kapitalizme yapısal bir sapma. Bir ahlaki sorun olarak görülmesi özellikle kapitalizm öncesi değerlerden ya da eşitlikçi gelecek tasarımlarından kaynaklanıyor. Bu sistem içinde varolan hiç çalamasa bile emeksiz zenginliğe ulaşma düşlemleriyle hırsızlık yapıyor. Yani çalabilen ve bunu yasal sınırlarda kabul edilir hale getirenler başkalarının fantezisi için de bir çerçeve sunuyor. Özellikle bu bir grup ise, grupla özdeşenler için bu düşlemsel doyum, üstelik cezalandırılma riski de taşımadığı için daha güvenli de…
Liyakat-sadakat çelişkisini de bu özdeğer ve özsaygı yoksunluğuyla açıklayabilir miyiz? Bundan daha iyisine layık olmadığını düşünen bir kalabalık, boşluğu sadakatle doldurup kendini bu şekilde mi güvenceye alır?
Liyakat bireyi, birey olmayı gerektirir. İrade gösterilmiş bir ömür vardır. Güç ilişkisi bi’ata dönüştüğünde bireysel farklılıkların, özerk alanların silinmesi zorunludur, yoksa o, sorun yaratmaya başlar. Sadakat için bi’at yeterlidir oysa… Özdeğer veya özsaygı yoksunluğu ile sonuçlanması gerekmiyor, çünkü grubun değeri ve lidere benini emanet etme bu yoksunluğu yaşayan bir özlüğü, kendiliği imkânsız hale getiriyor.
DİRİLİŞ ANLATISININ GÖR DEDİĞİ
"Çalıyorlar ama çalışıyorlar"ın, "öldürüyorlarsa öldürsünler, öldürmeyen mi var?" şeklinde de telaffuz edildiğini duydum. Ekonomik meseleler karşısındaki tavır, hayat ve değeri meselesine nasıl yansıyor?
Bu sadece Türkiye’ye özgü değil, dünya giderek yeni bir döneme giriyor ve düşmanlıkların, grup çatışmalarının artık kısmi alana hapsedilemediği, sonuçlarının küreselleştiği bir zamandayız. Bunun en önemli işareti büyük nüfus hareketliliği… Mültecilik, dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün edinebileceği potansiyel bir kimlik haline geldi. Benim asistanlığım döneminde evsizler üzerine çalışmalar revaçtaydı psikiyatri literatüründe. Şimdi Edward Said’in öz yaşam öyküsüne verdiği adla yersiz yurtsuzlar var. Öte yandan devletler, güvenlik meselesini öne çekmiş durumda ve bu ne kadar şiddetlenirse o denli ölüm içgüdüsü sokakları, yaşamları, ruhsallıkları dolduruyor. Yıkıcılık öyle görünüyor ki yaşadığımız günlerin galebe çalan güdüsü, yazık ki. Yaşamı yeniden üretecek, yaratıcı kadrolar yerine baskı aygıtlarına uygun kadroların değeri artıyor işte…
Bütün bunların "mutlak iyi"nin üzerine oturdulduğu maiye etkisi ne olacak? Örneğin, dindarlık iktidarın "mutlak iyi"sinin önemli bir parçası. Buradan dindarlığın nasıl bir dönüşümle çıkacağını beklemeli?
Sonsuzluk ile ilgili bir kategoriyi, ki din öyledir, kurucu dönem değilse, sonlu bir varlığın ömrüne bağlamak ona verilecek en büyük zararlardan biridir. Belki de bu sezildiği için sürekli bir diriliş, kuruluş anlatısı, derdi var iktidarın.
Siz yine birkaç yerde, Erdoğan’ın kendi mahpusluğu da dahil olmak üzere siyasi macerasının her aşamasını dini bir söylemle kutsadığını yazdınız, söylediniz. Mağduriyet temelinde ortaklaşmak ne türden duygular ortaya çıkartır? Bu duygular nasıl bir siyasi enerjiye dönüşür?
Kavim mitolojilerinin ortak noktaları bir büyük yokoluşla karşı karşıya kalmak ve bir çıkış bulmaktır. Özellikle lider merkezli siyasetlerde grubu bir arada tutan söylenceyi, söylemi yaratmada hâlâ işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi ülküleştirmeye çok uygun bir grup ruhsallığı sunuyor ve somut güncel çatışmaları askıya almak gerektiğinde uygun bir kutsal zaman yaratmaya imkân sağlıyor. İkincisi her daim yeni bir varlık-yokluk denklemi kurmak, yeni düşmanlarla oyunu yeniden inşa etmek için çerçeve sunuyor. Özellikle sağcılıkta dinsel kişiliklerin efsaneleriyle liderin yaşam öyküsü arasında teğeller atan anlatılar çok işlevsel. Tayyip Bey’in Pınarhisar günlerinin Hz. Yusuf’un öyküsü ile birleştirilmesi, ya da Akif Beki’nin Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor çalışması ve bu çalışmada ebcet hesabına göre Tayyip Bey’in Hz. Musa soyçizgisine yerleştirilmesi…
Oysa şu da var, kuşağı açısından Tayyip Bey ve arkadaşları Türkiye’de korunmuş kadrolardır. Özellikle 68 ve 78 Kuşağı solcuları ve milliyetçileri düşünüldüğünde.
"GEÇMİŞİN YÜKÜ YENİ DERTLERE DÖNÜŞTÜ"
Mağduriyet söyleminin yüzleşmeden, hesaplaşma ve helalleşmeden nasıl bir farkı var? Türkiye’de dindarların mağduriyet söylemi, yüzleşmeden, hesaplaşma ve helalleşmeden kaçınmaya dönüştü gibi görünüyor. Böyle olmak zorunda mı?
Çünkü özellikle açılım ve sözde-barış süreçlerinde gördük, geçmişte yaşanmış ve bastırılmış hiçbir toplumsal örselenme kendisi olarak gündeme alınmadı. Sözünü ettiğimiz pragmatizm doğrultusunda güncel siyasette pozisyon almak için kötüye kullanıldı. Bunu yazık ki sadece AKP de yapmadı, oyun kurucuların hemen hepsi aynı tutumda birleşti… Sonuçta geçmişin yükü iyileştirilmek yerine yeni dertlere ve semptomlara dönüştü.
Mağduriyet söylemi tabana "onlar yaptılar bizimkiler niye yapmasın" şeklinde yansıyor. Adalet duygusunun yerini haz yüklü bir "intikam" fikri almış görünüyor. İntikam nasıl bir duygudur, nasıl giderilir ya da giderilir mi?
Kin, çok güçlü, çok yıkıcı bir ruhsal yaşantı. Duygusal boyutu var, düşünsel boyutu var, ki intikam tasarıları ile dolu, elbette davranış boyutu var. Bir dönem ne denli içiçeyseniz, eğer ihanete uğradığınız ya da uğrayabileceğiniz gibi somut ya da düşlemsel boyut eklenirse, sonrasında bu yıkıcılık daha da artıyor. Dışarıya, başka gruplara bu türden bir yıkıcılığı yöneltmek grubun içindeki gerginliği, kötülüğü boşaltma stratejisi de içeriyor. Fakat kin, intikam yaşantıları bunu başat deneyim haline getiren gruplara veya kişilere de zarar veriyor. Yukarıda sözünü ettiğiniz ölüm içgüdüsü ile ilgili sorunuza da bir cevap bu, kin, ötekinin yaşamına kastederken kindar kişinin yaşama neşesini de kurutur.
Bir yandan da mağduriyet söyleminin giderek daha da fazla eleştirildiğini görüyoruz. Kimsenin bir başkasının mağduriyetine tahammülü de kalmadı sanki. Bu hâl, AKP ya da İslamcılık sonrası siyasal atmosferi nasıl belirleyecek? Bu defa da AKP’den intikam almak isteyenlerle mi uğraşmak zorunda kalacağız?
Bi’at ve Öfke’yi, Çinlilerin o çok bilinen bedduasına halk olarak maruz kaldığımızı belirterek bitirmiştim 2006’da yazdığımda: "Umarım tuhaf zamanlarda yaşarsınız!" Bu dönemler performatif dönemler ve hepimiz icraatın içindeyiz. Hepimizin gayreti, deneyimi bu belirlenimin içinde… Yaşayıp göreceğiz.
"İYİ İŞLERE İHTİYAÇ VAR"
Dindarlık, Türkiye’de ne olursa olsun bir tür ortak siyasal ve kültürel dildi. Siyasal iktidara taşındı, derken ekonomik iktidarı ele geçirdi, ancak "kültürel hegemonya" konusunda ise şikâyetleri var. Size de "kültürel dil" olarak dindarlık, siyasal ve ekonomik iktidara kurban edilmiş gibi geliyor mu?
Bu siyasal söylemin ve beslendiği kültürel kaynakların postmodern kolajda bir değeri vardı. Bunun örneklerini edebiyattan Avrupa solundan devşirme tartışmaların yapıldığı dergilerdeki bazı yazılara örneklerini biliyoruz. Fakat modernitenin bunca değersizleştirilmesi ve özellikle kurumsal eğitim ve akademyada zemin kaybı, hiç de paradoksal olmayacak biçimde postmodernizmin de mekânsızlaşmasına yol açtı. Enkazdan geriye kalan ise premodern hayaletler ve bunların günümüzde ne endüstri ne de hegemonya alanı olarak toplumsal katmanlaşmayı kuşatacak nitelikleri var. İmkânsız işler vardır, bu da onlardan biri.
24 Ocak kararları, 1990’ların krizleri derken 2001’de bir büyük finansal krizle (1999’daki iki depremi ve devletin acziyetini de ekleyince) kapanan bir dönem, hemen ardından AKP’yle gibi görünen bir çıkış ancak esasında küresel neoliberal piyasalara tam tekmil teslim oluş. Şimdi de adı konmayan bir ekonomik kriz var. AKP krizle geldi, krizle gidecek beklentisi sizce gerçeği yansıtıyor mu? Bu krizin toplumsal, siyasal karşılığı anlamında öncekilerden farkı ne?
AKP tüm bu krizlere ve onlara bağlı döngüye sistemin verdiği bir cevaptı. Tam da krizle gelip krizle gitme döngüsünü kıracak yapısal dönüşüm için, 24 Ocak kararlarından bugüne gelen sürecin bir sonucu olarak şimdi ve burada. Hem siyasal, hem de ekonomik krizler, mevcut dönemde bir yönetim biçimine dönüştü. AKP’nin, sistemin tamamen işlemez hale geldiği ya da bu neoliberal döngüyü toplumun sırtından kaldıracak başka bir siyasal itirazın ortaya çıkışı hariç, krizlerle gitme olasılığını görmüyorum. Agamben’in ünlü İstisna Hâli tezi, OHAL bizim için olağan sürece dönüşmüş durumda… Sürdürülebilir bir yönetme biçimi mi, bunu yaşayıp göreceğiz.
Son olarak AKP öncesindeki hiçbir siyasal pozisyon artık işlemiyor. Mevcut partiler ve siyasal yapılar da mesela Gezi ile ortaya çıkmış siyasi enerjiyi okuyamıyorlar. Bu enerji kaybolup gidecek mi?
Gezi her şeyden önce şu nitelikleri içeriyordu; eşitlikçiydi, özellikle cinsiyetlerin ve kimliklerin eşitliği temel temalardan biriydi. Bunlara bağlı kardeşlik bildirisi ve yeni bir toplum sözleşmesi talebi güçlüydü. Tuhaf bir biçimde en az hatırlanan ve belki en önde hatırlanması gereken ise neoliberal transformasyonu temsil eden sermaye gruplarına karşı protestoların ortaya çıkmasıydı. Yeni bir siyaset önerisinin sacayağı için bence bu niteliklerin varlığı hâlâ belirleyici. Öte yandan siyaset söyleminin tercüme ve söylem distribütörlüğü ile inşa edilemediği de aşikâr. Özellikle solda söylem çatısını belirleyen ötekileştirme, travma, insan hakları, kimlik, yüzleşme… benzeri kavramları ve bunların etrafında biçimlenen sözde-uzlaşıları yeniden düşünmeye gereksinim olduğunu söyleyebilirim. Gökyüzünün altında kaos var ve her şeyi açıklamaya yeter bir dilimiz varmış gibi davranamayız.
Ayrıca şunu da söylemeliyim: Mevcut siyaset sahnesinin şimdi ve buraya sıkışmış halini kabul etmek, muktedir söylemiyle belirlenmeyi getiriyor. Bunu aşacak, açacak neler yapılabilir? Çaresizliği, beyhudeliği, umutsuzluğu başat duygusal yaşantı haline getiren sol melankoliden ve pasif mazoşist ruh halinden çıkmak için ‘iyi işler’e ihtiyaç var. Mesleğimizde, sokağımızda, evimizde bu iyiyi yaratmaya çalışmalıyız. Bu bizi üzerimize örtülmeye çalışılan ölü toprağına uzak, hayata yakın tutacaktır.
Cemal Dindar: 1994 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İngilizce Bölümü'nde tıp eğitimini bitirdi ve Bakırköy Akıl Hastanesi'nde psikiyatri uzmanlığı eğitimine başladı. Tıp Fakültesi'nde Değirmenlere Karşı dergisini, Bakırköy'de hastalar ve sağlık çalışanları ile birlikte hazırlanan Aura dergisini çıkartan grubun içinde yer aldı. 2000 yılında psikiyatri uzmanı oldu. İki yıl Şanlıurfa Devlet Hastanesi'nde çalıştı. Bu dönem ruhsallık ve sosyokültürel etkenler arasındaki ilişkilere yoğunlaşan gözlemlerde bulundu. Bu gözlemleri ilk kitabı olan Yuvasız Kuşlar Gibi /Deliliğin Resimli Sivil Tarihi'nde yayınladı. İstanbul'a yerleştikten sonra 'Anadolu ruhsallığı' başlığı altında sosyokültürel etkenlerle ruhsallık ilişkisine dair yazılar yayınladı ve politik psikoloji eleştirileri, psikiyatri eleştirisi, diyalektik düşünce ile psikanaliz arasındaki geçiş alanları üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı. Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği emekçiliği ve Akıl Defteri dergisinin editörlüğünü de yapmış olan Dindar, Mobius Psikoterapi Merkezi'nin kurucularındandır.
Yayınlanmış kitapları: Yuvasız Kuşlar Gibi/Deliliğin Resimli Sivil Tarihi(Otopsi, 2003), Simsiyah Leylekler (Aura Kitaplığı, 2004), Politik Psikolojinin Cinleri (Otopsi, 2004), Bilim ve Felsefe Açısından Ruhsallık Bilgileri (Afşar Timuçin ve Yavuz Erten ile birlikte, Bulut, 2007), Nal/Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri (Telos, birinci baskı 2007; ikinci baskı, 2013) Bi’at ve Öfke/Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi (Birinci baskı, Telos, 2007; ikinci baskı, Cadde, 2011, üçüncü baskı, Telos, 2014), Darbeci (Destek, 2010), Öfke Dili/Yeni Sağ Zihniyetin Yapıtaşları (Cadde, 2010), #direnlibido (Telos, 2013) Mekânım Yeryüzü (Telos, 2014) 2007, Dostoyevskaya İstasyonu (Telos, 2014), Celal Odağ: Dünyaya Sevgiyle Bakıyorum, Kendime de (Telos, 2014), Okmeydanı Yas Evi (Telos, 2015), Tarih Öncesi Köpekler Havlıyor (Telos, 2015), ‘Yeni Türkiye’ Sendromu (Telos, 2016).