Hafıza, tarih ve unutma

Hafıza, tarih ve unutma
Her şeyden önce Bakü, İran'ın baş düşmanı İsrail ile alışılmadık derecede yakın bir ilişkiye sahip bulunuyor.

Josef Hasek KILÇIKSIZ


Dört çocuğuna bakmak için kocasının kendisine müşteri bulduğu Suriyeli göçmen kadının trajik hayat serüvenini okurken, ["Türkiye’de Geçici Koruma Altında Suriyeliler ve Seks İşçiliği" Kırmızı Şemsiye Derneği raporundan] onun maruz kaldığı cinsel şiddete mi, geleneksel tabuların ekonomik koşullar nedeniyle darmadağın olmasına mı, dinsel değerlerin yaptırım gücünün tümden kaybolmasına mı, çekirdek aile kavramının sefaletine mi, kadının cinsel köleliğe zorlanmasına mı, rıza kavramının göreliliğine mi, kadın bedeninin metalaştırılmasına mı, mültecilerin insanlık dışı koşullarda yaşamalarına mı, cinsel özgürlüğe mi, "seks işçisi" kavramına mı; bunlardan hangi birine odaklanmam gerektiğini bilemedim.

Covid-19’a yakalanan kayınvalidesini gizlice yastıkla boğmaya çalışan adamın haberini okurken de aynı dağılmayı yaşadım. Üç yaşında cinsel tacize uğradığı için hayatını kaybeden bebenin dramı içimde sönmeyen bir ateş tutuşturdu. Günlerdir saldırı altında olan Dağlık Karabağ'ın başkenti Stepanakert’te çocukken sığınmak zorunda kaldığı bomba mahzenine yeniden saklanan Anahid’in hikâyesi kalbimde artık bir kahtarsise karşılık geliyor.

Tüm bu olaylar, din, tanrı, aile, vicdan ve ahlak kavramlarının teorik sefaletini açığa vururken, şiddet içeren çağımızın nihilist karakterine uyan özellikler taşıyor.

Bu örnekler toplumun gizli ya da açık bir savaş durumu içinde olduğunu da gösteriyor. Zira savaş, zücaciye dükkanına dalan fil misali hem yerel hem de mahremiyetin yanı sıra "cumhuriyetçi kamusal alanın" içine dalan hayvanı çağrıştırıyor.

Savaş bu bakımdan, acıyı acının başka bir versiyonuyla örten, fiziksel ve manevi tükenişi, ahlak erozyonunu ve çürümeyi gizleyen bir perde olarak işlev görüyor.

Yukarıda saydığım dehşetli örnekleri kâh biyografik kâh tarihsel bir taslakla başlayarak kötülüğün kaynağına dair bir sorgulamaya tabii tuttuğumda, yoluma Kant’ın "otantik teodise" kuramı çıkıyor.

Teodise, Yunanca adalet ve tanrı kelimelerinin birleşiminden meydana gelir. Başka bir deyişle, kötülüğü tanrıdan bağımsız gösterip, tanrıyı dünyadaki kötülüklerden soyutlama yöntemiyle savunma biçimidir. Bu savunma refleksinin en eski ve en klasik örneği, peygamber Eyüp anlatısıdır.

Özetle, kötülüğü bir "ceza" veya bir "sınama" olarak gören ve bu şekilde tanrının varlığını meşrulaştırmaya çalışan dinsel-felsefi kuramların bütününe verilen addır.

Oysa Tanrı, jeopolitik, sosyal ve siyasal kontekstten bağımsız bir 'ahlaki yasanın' soyut işaretçisi olarak savaşın, şiddetin, kanın ve kötülüğün tam merkezinde bulunuyor.

Tanrı bu bakımdan, kodlanabilir ahlaki yükümlülükler ve kurallarla ilgilenmeyen soyut bir iktidar alanına da karşılık geliyor.

Kahramanca bir erilliğin sahnelenmesi olarak savaş, sözüm ona bu kahramanlığın altında yatan zavallı, kırılgan ve acınası erkeklik egosunu da görünür kılıyor.

Savaş durumu Derrida'cı kavramsallaştırma uyarınca bir Aporia’ya karşılık geliyor.

Merkez’sizlik, Logos'suzluk, Episteme’sizlik, Ontoloji’sizlik, Linguistik’sizlik halinin somut karşılığı olan nihilist kaosun kapsamı içinde şiddetin bin çehresi mevcuttur.

Fakat savaşın yoğun şiddet ritmi altında "ıstırap" terimi genellikle bir şekilden veya yüzden yoksundur. Ne zaman ki savaş sona erer, ancak o zaman ıstırabın "parçalı" şekillerini ve deforme olmuş yüzlerini yıkıntıların altından toplayabilirsiniz.

Savaş, Azerileri ve Ermenileri ayıran köklü önyargılardan soyarak, görünüşte uzlaşmaz kavramlar arasında bir "uyumu" da ortaya çıkarıyor.

Çatışma bu iki kavmi, tarihin en rövanşist olası politik kullanımını da hesaba katarak, onları geri döndürülemez bir olumsuzluğa maruz bırakıyor.

Politik tanatolojiler kılavuzunun yol göstericiliğinde bu sözde uyumun izini sürersek, geniş bir negatif diyalektik fenomeni yelpazesini kapsayan olumsuz bir sosyallikle karşılaşırız.

Ermeni-Azeri çatışmasında sorunlu arka plana karşı, ahlak, kavim ve din arasındaki ilişki, akıl ve seküler düşünceyi eşitleyen söylem ile çatışmalı bir durum içinde yer alıyor.

Azerbaycan etnisite bakımından Türklük ile aynı soyağacı altında yer alıyor. Ancak Bakü’nün SSCB geleneğinden kalan seküler çizgisi, Hristiyan Ortodoks Ermenilerle dinsel bir çatışmayı denklemin dışında bırakıyor.

Fakat Erdoğan Türkiyesi'nin denkleme dahil olması, dini tehlikeli bir parametre olarak denkleme sokuyor. Çünkü Erdoğan savaşın sosyo-politik meşrulaştırılma süreçlerinin her evresinde siyasi bir araç olarak tarih ve dini kullanıyor.

Bu yeni ışık altında değerlendirildiğinde Moskova’da on saatte sağlanan ateşkes, sınırlı da olsa bir umut perspektifi açamıyor.

Nitekim ateşkes görünüşün aldatıcı olduğunu kanıtladı. Kırılgan bir ateşkesin cephe gerisine yığınak yapmış düşmanlıklara dayanmayacağı aslında biliniyordu.

Dinin normatif varlığının toplumun her dokusunda gözlemlendiği bir ülke olarak İran, İslamcı düşüncedeki mezhepçi kırılmayı kırk yıl önce ele geçirdi ve onu 20. yüzyılın politik teorisine aktardı.

Erdoğan da Sünni İslamcı düşünceyi politik ajandasının taşıyıcı kolonu haline getirdi. Rejimin taşıyıcı kolonu olarak "Ihvancılık" sanki taklit edilemez bir şekilde "klasik bir modern politik teoriye" dönüştürüldü.

Türkiye’de iktidarın hedef kitlesi "müminler", başından beri kendine özgü dinci bir resepsiyona maruz bırakıldı.

Dinin sınır sorularına yanıt vermekten aciz, laik-şeriatçı indirgemeci düalizminin kapanında bir rıza, itaat, itikat ve tevekkül ordusu oluşturuldu.

Bu insanlar giderek Sünni İslamcı-Turancı metafiziğin hedefindeki "anlatı varlıkları" olarak tanımlandı.

Din, mezhep, yıkıcı milliyetçilik, negatif diyalektik, Makyavelizm ve sosyal Darwinist, nihilist şiddet, savaş ortamında ortaya çıkan bir homojenlik olarak rezonansa girdi.

Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ konusunda yaşanan savaş, 1994 yılında, Avrupa Güvenlik ve İş birliği Teşkilatı (AGİT) bünyesindeki Minsk Grubu'nun arabuluculuğunda gerçekleşen ateşkesle sona ermişti. Fakat yeni çatışmalar ışığında Minsk Grubu’nun "beyin ölümü" de tescillenmiş oldu.

Özellikle üye devletler çelişkili pozisyonlar aldıkları için Brüksel'in savaşı durdurmadaki ağırlığı yok denecek kadar az görünüyor. İtalya, Azerbaycan ile kapsamlı bir iş birliği anlaşması imzalarken, Fransa Ermenistan'ı destekliyor.

Ermenistan ve Azerbaycan ile sınırı olan Gürcistan ve İran, ihtilaftan özellikle çok etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Hassan Ruhani'nin uyarısı, savaşın Tahran'da ne kadar tehdit edici olarak algılandığını gösterdi. Ruhani, "Bu çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşmemesi için son derece dikkatli olmalıyız." dedi.

Ruhani, Hıristiyan Ortodoks Ermeniler ile Şii Müslüman Azeriler arasındaki çatışmanın İslam Cumhuriyeti'ne yayılmasından korkuyor.

İran Azerilerinin nüfusu Azerbaycan'da yaşayanlardan daha fazladır. Dini lider Ayetullah Ali Hamaney de Azeri kökenli bir aileden geliyor. Nüfusunun neredeyse dörtte birine tekabül eden ve sayıları en az on milyon kişiye yakın olduğu tahmin edilen Azerbaycan kökenli büyük bir azınlık barındıran İran, küçük bir Ermeni Hristiyan azınlığa da sahip.

İran’da, parlamentoda kendi temsilcileri olan ve yaklaşık 150.000 oldukları tahmin edilen Ermeni Hıristiyan Ortodoks bir azınlık da yaşıyor.

Kısacası İran komşuları arasındaki çatışmada sıkışıp kaldı. İran’da Azerbaycan yanlısı gösteriler oldu. Gösterilerde bazı Azerilerin sınırın diğer tarafında savaşmak için can attıkları gözlendi.

Türkiye’de yapılan gösterilerde de dinci-ülkücü kökenli birçok kişinin Azeri kardeşleriyle omuz omuza "kafir" Ermenilere karşı savaşmak istedikleri gözlemlendi.

Türkiye’de ve İran’da gözlemlenen dinci, milliyetçi saikler aynı savaş madalyonunun ön ve arka kısımlarında birbirine çok benzeyen iki fotoğrafı yansıtıyor.

Ancak İran siyasi nedenlerden dolayı uzun süredir Ermenistan ile çok daha iyi ilişkilere sahip. Çünkü Azerbaycan kendisini İran'ın jeopolitik rakibi olarak görüyor. Her şeyden önce Bakü, İran'ın baş düşmanı İsrail ile alışılmadık derecede yakın bir ilişkiye sahip bulunuyor.

Azerbaycan İsrail’den insansız hava araçları gibi yüksek teknolojili silahlar satın alıyor. Öte yandan Azerbaycan coğrafyası, MOSSAD ajanları için bir korunaklı bir oyun arenası haline geldi.

Diğer yandan, Türkiye tarafından silah altına alınan Suriyeli İslamcı milisler İran için büyük bir tehdit oluşturuyor. Bilindiği üzere Tahran, Rusya gibi Suriye iç savaşında Esad rejimini destekliyor. Devrim Muhafızları ve Şii milisler, yıllardır orada bu cihatçı gruplarla savaşıyor. Şii milisler Tahran yönetiminin bölgedeki mezhepsel ideolojisinin vektörü haline geldi.

Ruhani bir konuşmasında "Suriye'de bozguna uğrattığımız teröristleri İran sınırlarına, cepheye taşımak hiçbir koşulda kabul edilemez." dedi.

Söz konusu Suriyeli cihatçılar olduğunda Esad'ın en önemli müttefiki olan Rusya da alarma geçti.

Wagner örneğinde de görüldüğü gibi, özel paralı askerler aracılığıyla cepheye müdahil olmak vekalet savaşlarının önemli bir metodolojisi haline geldi.

Nitekim doğrulanmamış haberlere göre, bazı Arap devletlerinde yaşayan Hıristiyanlar ile Ermeni diasporası da artık Karabağ cephesinde boy göstermeye başladı. Bu durum savaşa tamamen tehlikeli yeni bir dinamik kazandırıyor.

Tahran bölgedeki ekonomik çıkarları nedeniyle şiddetin hızlı bir şekilde sona ermesini istiyor. Bu bakımdan kendisini arabulucu olarak topa sokuyor.

Gürcistan da arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu söyledi. Başbakan Giorgi Gakharia, çatışan tarafların Tiflis'in ev sahipliğinde toplanabileceğini belirtti. Bu arada Gürcistan hava sahasını ve sınırlarını askeri ulaşıma kapatarak tarafsız bir duruş sergilemeye çalışıyor.

Gürcistan'da da yabana atılmayacak bir Ermeni ve Azeri azınlığın yaşadığını belirtelim. Ülke çatışmanın içine çekilmek bir yana, "büyük düşmanının" hiddetinden de korkuyor.

Hatırlanacağı üzere Rusya, 2008'deki savaştan bu yana Gürcistan’ın çeşitli bölgelerini işgal etmişti.

Tiflis, Türkiye'nin jeopolitik emellerinden de korkuyor. Savaş yeniden alevlenirse Gürcistan muhtemelen en büyük zararı gören ülke olacak.

Pan-İslamcılık ve Etnosantrizm bu savaşın temel motifleri haline geldi.

Tarihsel olarak kanıtlanmış son derece şiddetli bir geçmiş ile insanın unutma ve affetme arzusu arasında paradoksal gerilimler bulunuyor.

Unutma, tasdik edilmiş geçmişi tasfiye etmek yerine bazen onu koruyan bir şey olarak ortaya çıkıyor.

Kafkas coğrafyasının kalıcı bir barışa dair, mezhepten, dinden ve tarihten bağımsız olarak pozitif ayrışması, sadece unutma ve affetmenin ufkuyla sağlanabilir mi?

Osmanlı’da ve Türkiye’de Hristiyan azınlıklar sorunu, Yunan trajedilerinin külliyatını temel alarak, 1915 ile birlikte, "acı çeken varlığa" dair bir trajik deneyim teorisi sunuyor.

Bölgedeki çatışma spektrumu, 1915 travması başlangıç ve son olarak kabul edilirse, Enverci ve Cemalcı sosyal Darwinist şiddete dayanan ittihatçı versiyonlarına kadar uzanıyor.

Bu spektrum içinde din, etnisite ve tarih kavramlarını birbiriyle ilişkili, karşılıklı bağımlı kavramlar olarak ele almak gerekiyor.

Savaş 'insanın onurunun ve ruhunun şiddetli korkulara maruz kaldığı bir sürecin adıdır. Savaşta ölümün mutlaklığı, varlık için yalnızca korku dolu bir tehdit olarak değil, aynı zamanda siyasi düzeni koruyan bir dinamik olarak da siyasaldır.

Batı'nın normatif yol gösterici ideali olan siyasi liberalizm krize girdi. Kafkas gerginliği, din cemaatçiliği ve mezhepçilik kavramlarının küresel kapitalist olarak organize edilmiş bir dünyanın yansıtıcı gereklilikleriyle nasıl sıkı ilişkiler içinde oldukları ortaya çıkardı.

Sorunlu sınıflar olarak savaş burjuvazisi ve Nomenklatura’nın, şüpheci Marksist zekanın inceleme bıçağı altında yapılan biyopsisi, kara parayı, nepotizmi, diktatörü, aile klanını, işkenceyi ve çürümüşlüğü ortaya çıkarıyor.

Şiddetin ezilmesi ve iyinin önceliklendirilmesi olarak barış, iktidar istenci, yayılmacılık, vicdan, ahlak ve tarih gibi fenomenlerle "sürtüşme" olmaksızın gerçekleşmiyor.

Lübnan iç savaşında da göründüğü gibi savaş kalıcı barışa dair iç görülü bir repertuar sağlamıyor. Savaşın yıkıntıları arasından Dostoyevsk tarzı bir etik ütopyanın doğması hiç beklenmiyor.

Savaşa karşı barışçıl tutum, sadece tohumun verimli toprağa düştüğü yerde değil, aynı zamanda çorak alanda savunulup sulandığı yerde yeşermesine dair düşüncesinin tomurcuklanma, kıvılcım veya kışkırtıcı anı ile ilgilidir.

Öne Çıkanlar