Hakkâri, İstanbul, Haramiler...

Hakkâri, İstanbul, Haramiler...
Tecrit, kayyım, savaş ve işgal politikaları bir bütün olarak kaynağını, Kürt’ü statüsüz, yurtsuz, kimliksiz kılmak isteyen resmi paradigmadan alıyor. Yani bu durumda Kürt inkarcılığına dayanan sistem, sorunun kaynağı; kayyım rejimi sistemin sonucu oluyor.

Cengiz ÇİÇEK*


Hakkâri Belediyesine yönelik kayyım darbesi gündemdeki sıcaklığını koruyor. Kayyım darbesine gösterilen tepkiler ve geliştirilen eylemler, gelinen aşamada kritik edilmeyi fazlasıyla hak ediyor.

MESELE TEK BAŞINA SEÇME-SEÇİLME HAKKININ İHLALİ DEĞİL

Üçüncü kayyım döneminde ilk defa toplumun çok farklı kesimlerinden böylesine yüksek bir itiraz düzeyine tanıklık ediyoruz. Sonuçta kayyım rejimi, Çöktürme Planı’nın bir boyutu ve Kürt meselesine resmi paradigmanın yaklaşımının bir sonucu. Buradan ele aldığımızda Hakkâri kayyım darbesine karşı geniş yelpazede yükselen itirazlar, Kürt meselesi söz konusu olduğunda geleneksel siyasal konumlanışlarda yarattığı kırılmalar bağlamında olumlu değerlendirilebilir.

Elbette ki bu durum, uzunca bir süredir iktidar karşıtlığına sıkışmış sistem muhalefetinin Kürt sorununun tüm boyutlarıyla yüzleştiği anlamına gelmiyor. Böyle olsaydı, bütün dünyanın gözü önünde hukuka takla attırılarak Sayın Öcalan’ı üç buçuk yıldır dış dünyadan tamamen izole eden iktidar pratiğine aynı çevrelerden asgari ‘hukuksal’ bir tepkiyi çoktan duymuştuk.

Başta CHP olmak üzere sistem içi muhalefetin, önceki hallerini aşan tepkileri, elbette olumlu. Ancak Hakkâri kayyım darbesinin ardında yatan Kürt inkarcılığına dayanan ulus devletçi zihniyetle yüzleşilmediği sürece mesele sadece ‘seçme seçilme hakkına’ daraltılmış olur.

Nasıl ki Gezi isyanında, yaşam alanlarımızı, yaşam tarzımızı kuşatan iktidar politikalarına karşı yükselen toplumsal itirazın sembolü Gezi Parkı olduysa; Kürt halkının ve örgütlü mücadelesinin varlığına yönelik tasfiye politikalarına karşı büyüyen toplumsal öfkenin sembolü de Van ve Hakkâri oldu.

Tecrit, kayyım, savaş ve işgal politikaları bir bütün olarak kaynağını, Kürt’ü statüsüz, yurtsuz, kimliksiz kılmak isteyen resmi paradigmadan alıyor. Yani bu durumda Kürt inkarcılığına dayanan sistem, sorunun kaynağı; kayyım rejimi de bu sistemin sonucu oluyor.

Dolayısıyla kayyım darbesine itiraz edip, savaş, işgal, göçertme ve tecrit politikalarında derin sessizliğe gömülmek, esasında iktidar eliyle devam ettirilen resmi paradigmaya da bir destek anlamına geliyor. Bu da Kürt meselesinin dayandığı gerçeği çarpıtıyor.

AFRİN İLE HAKKÂRİ ARASINDA…

Kaynağından kopuk bir şekilde seçme seçilme hakkının gaspıyla sınırlandırılmış her tepki, bizleri sistem güçleri arasındaki taht oyunlarının arasına sıkıştırıyor ki dönemin karakteri itibariyle asıl sorun burada zaten. ‘Kayyım darbesi olmasaydı Kürt sorunu çözülmüş mü olacaktı?’ gibi basit bir soru bile meseleyi izah etmeye yeter.

Elbette, Kürt halkının seçme seçilme hakkının gaspına yönelik tepkileri önemli buluyoruz ve değerlidir de. Ancak objektif olarak var olan ‘kayyıma hayır, tecrite evet’, ‘kayyıma hayır, işgale evet’ durumu aşılmadığı sürece, günümüz faşist-ırkçı iktidarını üreten sistem, kendi krizini derinleştirmeye de devam edecektir.

Kayyım rejimini gündeme getirirken kompozisyonu bir bütün olarak değerlendirmeyen, siyasal soykırımcı politikalarla bağını kurmayan her söz ve eylem, toplumsal muhalefeti sistem içi alana daha çok çekecektir. Bu sistem içi alana çekilme hali, sadece ilgili devrimci hareketlerle sınırlı kalmayacak, dayandıkları kitleleri de ideolojik-politik bir sistem içileşme tehdidiyle baş başa bırakacaktır. Son yılların bizler açısından en büyük tehlikesi de budur.

Gerek Kürt Özgürlük Hareketi’nin gerekse Türkiye Sosyalist Hareketlerinin inşa ettiği mücadele değerlerinin aşılması ve bunun toplumsallığının sisteme eklemlenme riskini gören bir yerden sürece müdahale etmemiz kaçınılmazdır. Bu da sözü daha net kılmak, eylemi daha güçlü geliştirmek ve toplumsal hegemonyayı kurmakla mümkündür. Bunun için sistem içi mücadele mekanizmalarına hapsedilerek çıkış gibi gösterilen ama çıkışsızlığı neredeyse ispatlanmış mevcut durum karşısında, sistem dışı mücadele araçlarını gündemine alan bir yol ısrarına da ihtiyaç var.

Verili mekanizmalarla yetinmeyen, bürokratik olmayan, işlevsel ve akışkan, fiili ve meşru bir toplumsal mücadele tarzının hâkim kılınması yönündeki arayış, kayyım darbesine karşı ayakta olduğumuz bu döneme vereceğimiz en anlamlı yanıtlardan birisi olacaktır. Ali Ergin Demirhan’ın tabiriyle ‘bir isyan bastırma rejimiyle’ karşı karşıyaysak, kayyım darbesini sadece seçme ve seçilme hakkının ihlaline daraltamayız.

Şırnak, Hakkâri gibi sınır illerinin seçim ya da hukuk hileleriyle gasp edilmesinin, sınır ötesinde Kürt kazanımlarının tasfiye edilmesiyle, sınırın dışına ve içine doğru geniş bir hatta ‘güvenlik bölgesi’ oluşturulmasıyla doğrudan ilgisi vardır. İktidar açısından Kürt belediyelerine el koymak, gasp ettiği belediyeleri savaş ve işgal politikalarında bir aparat olarak değerlendirmesiyle ilgilidir. O nedenle Afrin’in ilhak edilmesiyle Hakkâri belediyesine el koyulması arasında devletçi politika bağlamında hiçbir fark yoktur.

Yani birinin Suriye, diğerinin Türkiye kenti olması; birinin çeteler ve savaş uçaklarıyla ele geçirilmesi, diğerinin hukuk hilesiyle gasp edilmesi sadece şekilsel bir farklılıktan ibarettir. Oradaki de işgaldir, buradaki de işgaldir; hedef aynı, ekran farklıdır. Bu ekran aldatıcıdır ve buna aldanan her politik çevre, ideolojik savrulma yaşayacaktır ve stratejik aklını yitirecektir.

İSTANBUL BİZLERİ BEKLİYOR

Bahsi geçen risklerin yanısıra süreç, karakteri itibariyle olanakları da bağrında barındırıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Kürt halk kazanımlarına vurarak iktidarını ayakta tutmak isteyen faşist iktidar, aradan geçen zaman diliminde profesyonelleşmiş bir özel savaş iktidarı haline geldi. Kürtlerle mücadeleden kazandığı tecrübeyi ve birikimi, bir yönetim biçimi olarak Kürtler dışındaki bütün toplumsal kesimler üzerinde hayata geçirmeye çalışıyor.

Nefret söylemi ve ayrımcılıkla patriyarkayı, Maarif Modeli’yle dinciliği, sermaye düzeni nezdinde kendisini alternatifsiz kılmak için eko-kırımı ve emek düşmanlığını, güvenlik adı altında militarizmi bir toplumsal kimlik haline getirmeye çabalıyor. Sistematik olarak topluma dışardan müdahale ediyor ve tarihsel toplum kimliğini yıkıyor, yerine kendi kültürel iktidarını inşa etmeye çalışıyor.

Van ve Hakkâri kayyım darbe süreçlerinde yükselen politik ve toplumsal itirazı da tarihsel olarak uzunca süredir halklara katıksız düşmanlık yapan iktidara karşı birikmiş bir öfke olarak değerlendirmek gerekiyor. Kürt düşmanlığını derinleştirmek için toplumsal değerlere, çalışma hayatına, hukuka, seçimlere sürekli müdahale eden iktidar pratiği, artık toplumun önemli bir kesimince kendisine de uzanan bir tehdit olarak görülüyor. Gezi sürecini doğuran benzer bir toplumsal huzursuzluk ve kaygı birikiyor. Tarih, Kürt’ün varlığına en büyük tehdit olan faşist bloğun, Türkiye halklarının tamamının varlığına yönelik bir tehdit haline dönüştüğüne tanıklık ediyor.

İstanbullu, ‘Hakkâri halkının iradesi gasp edilirse benim de irademin gasp edilmesi yakındır’ diyor. Özellikle İstanbul’da Hakkâri kayyım darbesine karşı Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’nin yıllar sonra bu düzeyde kolektif hareket etmesi, kentin demokratik-toplumsal muhalefetinin öncülüğünü yapması, ortaya çıkan yeni durumu analiz etmemiz açısından kıymetli veriler sunuyor.

Bu veriler ışığında, İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’nin pratiğini, gerçek bir toplumsal mücadele ittifakının işaret fişeği olarak da okumak mümkün. Eksikliklerimiz, yetmezliklerimiz yok mu? Elbette var. Ama doğru yoldayız. Şimdi İstanbul’da filizlenen bu toplumsal mücadele ittifakını daha güçlü yapılandırma, bunun ruhunu, bilincini bütün mücadele gruplarına taşırma ve toplumun öz sorunları etrafında Müşterekler Hareketi’ne dönüştürme zamanıdır. Asıl o zaman verilen emekler daha fazla anlam kazanacak ve sonuç alacaktır.

Kadim kent İstanbul, Türkiye ve Kürdistan halklarının ortak kurtuluş mücadelesinin başkenti olarak bizleri bekliyor. Devrimcilerine, sosyalistlerine, yurtseverlerine, kadınlarına, gençlerine, emekçilerine, yoksullarına, barınamayanlarına, göçmenlerine, ekolojistlerine kollarını açarak, ‘31 Mart’ta Haramilerin musluğunu kestik ve şimdi zaman, Haramilerin saltanatını yıkma zamanıdır!’ diyor.


* HDK Eş Sözcüsü, DEM Parti İstanbul Milletvekili

Öne Çıkanlar