Neden 2022 yılında ekonomik bir kriz yaşanmadı?

Neden 2022 yılında ekonomik bir kriz yaşanmadı?
2022 yılında ekonomik bir krizin çıkması kaçınılmaz bir sonuçtu. Fakat kötüleşen makroekonomik göstergelere rağmen bu kriz gerçekleşmedi. Bu yüzden, 2022 yılındaki iktisadi koşullar ve kriz yaratma potansiyeli şu an bizim için anlaşılmayı bekliyor.

Prof. Dr. Ensar YILMAZ

Çok sayıda insan için 2022 yılında ekonomik bir krizin çıkması kaçınılmaz bir sonuçtu. Fakat bu gerçekleşmedi. Bu yazıda cevabını aradığımız soru izlenen faiz politikası sonucunda bu denli kötüleşen makroekonomik göstergelerin neden bir krize neden olmadığıdır. Bu açıdan, 2022 yılı sadece Türkiye için değil, dünya iktisat literatürü için de incelenmesi gereken uzun bir yıl oldu. Bir fiyatın (faiz oranı) yarattığı tahribatın düzeyini göstermesi açısından da önemli bir vaka olarak önümüzde duruyor.

İktisatçılar genel olarak tahmin konusunda iyi değillerdir. Örneğin, ünlü iktisatçı Irving Fisher borsanın yüksek bir vadiye çıktığını ve orada kalacağını ifade ettikten birkaç hafta sonra Büyük Bunalım’la birlikte borsa çöktü. Eski Fed Başkanı Ben Bernanke Global Resesyon öncesi konut fiyatlarındaki yükselmeyi ufak bir köpük (froth) olarak yorumlamıştı, fakat kısa bir zaman sonra ABD ve dünya ekonomisi global krize girdi. Benzer şekilde 2004 yılında Robert Lucas krizleri artık aştığımızı ifade ediyordu, fakat birkaç yıl sonra büyük bir krizin ayak sesleri geliyordu. Türkiye’deki durumun bu vakalardan farkı iktisatçıların yoğun kriz beklentisi olmasına rağmen, krizin gerçekleşmemesi oldu.

Tahmin yapmak temelde sosyal alan dinamiğinin açık uçlu olmasından dolayı zordur. Anlamak doğru tahminde bulunmayı garanti etmez. Çünkü sosyal bilimlerde anlamak temel mekanizmanın işleyişine dair bir bilgidir, buna sistemin açık uçlu olduğu bilgisi de dahildir. Kontrol-dışı faktörler ve nevzuhur durumlar (emergent) öngörüyü zorlaştırır. Buna iktisatçıların kullandıkları modellerin yetersizliği de eklenince tahmin yapmak daha sorunlu hale gelir. Özellikle kullanılan matematiksel modeller iktisatçılara dayanaksız bir özgüven yükler. Modellerin nicel niteliği sofistike bir bayağılığa kapı aralar; olayların daha fazla anlaşıldığı ve kontrol edildiği düşüncesi egemen olur. Bu, özü itibariyle bir illüzyonudur. Tabii ki bu, tahminde bulunmayacağız anlamına gelmez, sadece tahmin sorunlarını dikkate almamız ve daha mütevazı olmamız gerektiği anlamına gelir. Sosyal hayat temelde geriye doğru anlaşılır ileriye doğru yaşanır. Bu yüzden, 2022 yılındaki iktisadi koşullar ve kriz yaratma potansiyeli şu an bizim için anlaşılmayı bekliyor.

Tabii burada krizden kastımızın iyi anlaşılması gerekir. Ben uzun süredir Türkiye ekonomisinin zaten yapısal kriz koşullarında olduğunu düşünüyorum. Ülke uzun bir süredir ciddi bir refah krizi içindedir; bunu kronik cari açıkta, üretimin niteliğinde, sağlıkta, yaygın yoksullukta, yüksek işsizlikte, enflasyonda, kurumsal yıkımda, sınırlanan özgürlüklerde veya en basitinden ilaç tedariki veya barınma gibi birçok alanda görmek mümkün. Fakat krizden kastım makro değişkenlerde sert çöküşler/kopmalar olma durumudur; bu anlamda 2022 yılı veya sonrasında bir kriz gerçekleşmedi. Oysa 2022 yılında gördüğümüz birçok iktisadi değer kriz düzeyindeydi. Ülke CDS’i (borç sigorta primi) 900 puanı geçti; bu 1994 ve 2001 krizleri sonrası CDS değerlerinin bile üstündeydi. Dış borçlanmadan dışlanma anlamına gelebilecek düzeyde yüksek faiz oranları oluştu (%12 gibi). Enflasyon %80’leri gördü; cari açık cumhuriyet tarihinin en yüksek değerlerine ulaştı, resmi rezervler eksi 50 milyarları gördü; gelir dağılımı şoku diyebileceğimiz keskinlikte emek aleyhine refah kayıpları oluştu; bunun gibi çok sayıda kriz öncesi ve sonrasını çağrıştıran iktisadi değerlere 2022 yılı boyunca tanık olduk.

Türkiye 2022 yılında ve sonrasında neden bir krizin ortaya çıkmadığını basitçe şu başlıklar altında açıklamaya çalışacağım:

(i) Kriz sonraki krizi öteler (ii) Döviz kurunun dizginlenmesi ve finansal kapanma (iii) makro istikrar işlevi gören gelir şoku (iv) ücretlerin asgarileşmesi (v) borca yakalanmamak (vi) servet etkisi ve (vii) kriz anlatı etkisi

(i) Kriz bir sonraki krizi öteler

Türkiye’de 2018 yılında önemli sayılabilecek bir kriz oldu. Bu dönemde “ani duruş” diye nitelendirilen sermaye çıkışı yaşandı çünkü krizle birlikte yaklaşık 15 milyar dolara yakın bir sermaye çıkışı oldu. İlerleyen dönemlerde de net sermaye çıkışları devam etti. 2022 yılına geldiğimizde Türkiye’de dış finansal sermaye 16 milyar dolar gibi oldukça sınırlı bir düzeye kadar indi. Bunun yaklaşık 14 milyar doları borsada, kalan 2-3 milyar doları ise borç senetlerindeydi.

Bu durum, yani içeride yeterince yabancı sermayenin kalmamış olması, sonraki yıllarda, özellikle 2022’de, hem kriz beklentisini artıran hem de krizi önleyen bir nedene dönüştü. Bu iki tezat durumla ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım. Her şeyden önce, yabancı sermaye azlığı özellikle dış ticaret açıklarının ve kısa dönem borçlarının finansmanını zorlaştırdı. Türkiye’nin kısa dönem borcu 180 milyar dolar, buna cari açığın da yaklaşık 30-40 milyar doları eklendiğinde, yaklaşık 210-20 milyar dolara ihtiyacı vardı. Türkiye uzun süre bu döviz açığı kırılganlığı üzerinde ilerledi. Bunun bir krize dönüşmesini engelleyen büyük oranda yurtiçinde dövizlerin sirkülasyonu (bankalarla yapılan swaplar), ihracat şirketlerinin merkez bankasına zorunlu döviz teslimi, net hata ve noksan kaleminde gözüken kaynağı belirsiz sermaye oldu. Fakat tüm bunlar döviz ihtiyacının zamanla ortaya çıkan büyüklüğü karşısında yeterli olmayacaktı, bu çok açık. Yani eğer seçim sonrası faiz politikasında bir değişiklik olmasaydı, bir kriz çıkma ihtimali oldukça yüksekti.

Diğer yandan, içeride kalan yabancı sermayenin azlığı aynı zamanda bir ani duruş krizinin yaşanmasını engelleyen en önemli sebep oldu. Yani sermayenin 2018 yılından sonra kaçması 2018 krizi benzeri bir krizin ortaya çıkmasını engelledi. Eğer iktidar irrasyonel faiz politikasını içeride bolca dış sermayenin olduğu bir zamanda yapmış olsaydı sermayenin çıkısını hiçbir düzenleme ile engelleyemezdi. Bu yanıyla, içeride yabancı sermayenin kalmamış olması bir ani duruş krizini önledi. Türkiye’de krizler temelde sermaye çıkışları ekeninde yaşanır. 1994 ve 2001 krizlerinde de yaşanan buydu. Latin krizleri de genelde böyledir. Bu anlamda, 2018 krizi 2022’deki krizi öteledi.

(ii) Döviz kurunun dizginlenmesi ve finansal kapanma

Türkiye’deki krizlerin önemli bir kısmı döviz kuru krizleridir veya makro dengesizlikler kendilerini döviz kurunda ciddi sıçramalar şeklinde gösterirler. Esnek döviz kuru sistemi bu şokları kısmen absorbe etseler bile Türkiye gibi ülkelerde sermaye giriş ve çıkışlarının hızı ve büyüklüğü bu esnekliği de dinlemez, sert döviz kuru hareketleri er veya geç yaşanır.

Dolarizayon, yani ikili para yapısı, bizim gibi ülkelerin döviz ile kurduğu en problemli alanlardan biridir. Türkiye’de de dolarizasyon zamanla iktisadi sorunların hem nedeni hem sonucuna dönüştü. Yaklaşık 2010 yılında beri dolarizayon artmaya devam ediyor. Döviz mevduatlarının toplam mevduat içindeki payı 2022 yılı içinde ortalama yaklaşık %55 düzeyine yaklaştı. Bu oran gerçi 2022 yılı sonunda KKM’nin etkisiyle de %44’e kadar indi. İç borcun da yaklaşık %25’i döviz cinsindendi. Dış borç da 450 milyar dolar civarındaydı. Dahası, reel sektörün tüm borçlarının %60’ı ve kamunun da tüm borçlarının yaklaşık %68’i döviz cinsindendi. Dolayısıyla, 2022 yılında ülkenin dört tarafı dövizle kuşatılmış durumdaydı. Miktarı azalan, dışardan girişi sınırlı kalan ve sürekli dışarı net çıkışı olan dövizin fiyatını kontrol etmek oldukça zor oldu. KKM bu döviz tehdidi altında Aralık 2021’de devreye sokulan bir finansal ürün oldu. Bir yanıyla bu uygulama örtük dolarizasyonu artırdı çünkü TL mevduat getirisi de döviz getirisine bağlanmış oldu. Dövize endeksli mevduat yıl içinde bir ara toplam mevduatın yaklaşık %72’sini gördü. Bu düzeyde bir dolarizayon ülke tarihinde görülmüş değildir. 1994 Meksika krizi öncesinde de bu düzeyde bir dolarizayon söz konusuydu.

2022 sonunda Türkiye iktisat tarihinin mutlak düzeyde en büyük açığı yaşandı, yaklaşık 110 milyar dolar. Son 20 yılın ortalama dış ticaret açığının 50-60 milyar civarında olduğunu düşünürsek oldukça yüksek bir rakamdır, iki katı civarındadır. 2022 yılında cari açık da 50 milyara yakındı. Bu da 2018 yılından beri görülen en yüksek değerdi.

Tüm bunlar 2022 yılının çetin bir “döviz savunması” ile geçmesine neden oldu. Mevcut iktidarın neredeyse enerjisini ve gündemini meşgul eden tek konu döviz kurunu kontrol etmek oldu. Bunun için de sayısını bilmediğimiz çok sayıda regülasyon devreye sokuldu. Mayıs 2023 seçimleri sonrasında atanan yeni ekonomi yönetimi şimdi bu regülasyonları çözmekle meşgul.

Ülkede döviz kuru üzerinden daha sert hareketler olmamasında KKM, şirket ihraç gelirlerinin önemli bir kısmının merkez bankasına verilme zorunluluğu ve arka-kapı döviz satışları yanında, Londra swap piyasasına getirilen kısıtlamalar da önemli bir etkide bulundu. Çünkü bu piyasa TL üzerinden ciddi bir spekülasyon alanı yaratmıştı. Normal koşullarda bir tür finansal imkân ve derinlik olarak değerlendirebilecek bu piyasa, makro istikrar ortadan kalktığında ulusal paranın değeri üzerinde bir bahis alanına dönüştü. Ağustos 2018’de 1 dolar 7 TL seviyesine ulaştığında BDDK bir genelge yayınlayarak yerli bankaların yabancı bankalara TL cinsinden borç vermesini kısıtladı. Mart 2019’da kur yeniden değer kaybedip 6’yı aşınca da bu kez sözlü yönlendirme ile Londra’ya TL borç vermek tamamen engelledi. Böylece, spekülasyon imkânı ortadan kalktı.

Burada şunu açıkça söyleyebiliriz, tüm bu regülasyonlar özü itibariyle bir tür finansal kapanmadır. Döviz miktarı ve kuru üzerinden tasarlanan bir kapanma. Sermaye hareketlerin sınırlı kalması kriz çıkma potansiyelinin oldukça düştüğünü göstermesi açısından da önemlidir. Fakat bu tür bir finansal kapanmanın, ticari entegrasyonun aleyhte (dış açık) olduğu ve dış borç yükü nedeniyle dışarıya döviz sızıntısı vermesi açısından da bir çelişki içerdiği açık. Bu da sürdürülemez bir durumdu.

Diğer yandan, döviz kuru aslında uzun süredir değer kaybetmektedir. 2013-2017 arasında dolar karşısında değer kaybı yaklaşık %50 civarında iken, 2017-2021 arasında ise yaklaşık %60 civarındadır. Bu, enflasyon dikkate alındığında bile ciddi düzeyde bir reel değer kaybıdır. Geçmiş dönemlerdeki bu değer kayıpları aslında 2022 yılı için de dış rekabeti korumak açısından bir imkân sundu. Yani bir bakıma 2022 yılı içinde döviz kuru üzerinde kurulan baskının daha katlanır olmasında geçmiş değer kayıplarının da etkisi oldu. Dahası, döviz kurunu kontrol etmek için KKM’nin devreye girdiği tarih Aralık 2019 ile Kasım 2023 arasındaki değer kaybı da yaklaşık %40 düzeyindedir. Kısaca, döviz kurundaki hem geçmiş hem de KKM sonrası TL değer kayıpları ihracatı, yani üretimi destekler nitelikteydi.

(iii) Makro istikrar işlevi gören gelir şoku

2022 yılı gelir dağılımı eşitsizliğindeki artış açısından da ilkleri barındıran bir nitelik gösterdi. Her şeyden önce hızlı bir şekilde artan enflasyon ciddi anlamda bir reel gelir düşüşüne neden oldu. Özellikle emeğin milli gelir içinde aldığı pay hiçbir dönemde bu kadar sert bir düşüşe tanık olmamıştı. Özellikle son iki yılda emeğin payı yaklaşık %33’den yaklaşık %26’ya geriledi. 2001 krizinde bile bu oran daha yüksekti, yaklaşık %28. Tabii bu durumu ilginç kılan bunun doğal bir piyasa sürecinden çok iktidarın izlediği irrasyonel faiz politikasının bir sonucu olmasıydı.

İrrasyonel faiz politikası mevcut iktisadi yapının Siyaset-Finans-Büyük Şirket üçlü simbiyotik ağını daha da pekiştirdi. Makro istikrar adına kurulan bu ilişki ağı yaygın ve derinleşen bir eşitsizlik pahasına sürdürüldü. Düşük faiz politikasının büyük firma ve bankalar lehine bir durum yarattığı çok açık.

Hem döviz kurunun değer kaybı hem de emek giderlerinin toplam çıktı içinde azalan payı büyük firmaları dış piyasalarda daha rekabetçi bir pozisyona taşıdı. Toplam maliyet içinde emeğin payı 2016 yılında %15’den 2022 yılında %10 civarına düştü. Şirketler 2022 yılı içinde oldukça kârlı bir dönem geçirdiler. Büyük şirketlerin gelirleri hızlı arttı ve işletme sermayelerini oldukça düşük faizlerle finanse edebilmeleri kârlılıklarına katkıda bulundu. Dahası, maliyet artışlarından daha fazla fiyat artış stratejisi izlediklerine tanık olduk, bu da dünya genelinde de tartışılan “satıcı/açgözlü enflasyonu” davranışının bir sonucu. Diğer yandan, ucuz kredi imkanları ile çok sayıda zombi şirket de yüzdürüldü. Bu anlamda, ikili bir yapı ortaya çıktı, bir yandan makro politikalardan yararlanan ve daha verimli olan büyük şirketler, diğer yandan ucuz kredilerle ayakta tutulan zombi şirketler. Ucuz finans bu ikili yapıyı mümkün kıldı. IMF raporuna göre Türkiye dünyanın en fazla zombi firma barındıran ülkesi (şirketlerin yaklaşık %15’i). Bu yanıyla, ucuz finansın istihdamı koruma konusunda, yani krizin reel alana yayılmasını engellemede de önemli bir etkisi oldu

Fakat firmalar için olumlu gözüken bu eğilimler özünde ciddi riskler de barındırıyordu. Çünkü bu sürdürülebilir değildi. Olası bir döviz kuru şoku altında iç talepten daha da beslenmek mümkün olmayabilirdi, ithalat kanalı ile gelen maliyetleri artırabilir ve makro risklerin arttığı bir ortamda büyüme sekteye uğrayabilirdi. Şirketler kesiminin döviz cinsi borçları zamanla azalsa da büyük bir risk taşıyordu. Şu anki durumun dahi sürdürülebilmesi için dış finansman gerekiyordu, borçların döndürülme oranı da düşmüştü. Döviz kurunu korumak için faizlerin hızlıca yükselmesi durumunda ise yukarıda da ifade ettiğim gibi borçlu ve verimsiz şirketlere dek uzanan bir yelpazede ciddi reel etkileri olurdu.

Bankalar 2022 yılının diğer kazanan kesimi oldu. Kamunun borçlanma ihtiyacı arttıkça ve döviz kurunu tutmak için yeni düzenlemeler ve ürünler geliştirdikçe bankalar bir tür gelir transfer merkezlerine dönüştüler. Özellikle değişken faizli ve enflasyona endeksli tahviller yoluyla da pozitif reel kazanç garanti altına alındı. KKM üzerinden hem sınırlı sayıda mudi kazanç sağladı hem de bankalara ucuz fon aktarıldı. Sonuçta 2022 yılı içinde daha önce görülmemiş bir şekilde kısa sürede banka karları 4-5 katına çıktı. Şu an iktidarın enflasyon muhasebesinden bankaları dışarda bırakmasının en önemli nedenlerinden biri bankaların bu dönemde fazlasıyla kar ettiklerini düşünmesidir.

Fakat bu dönemde bir krizin bankaları ciddi bir kayıpla bırakması hep olasılık dahilindeydi. Yani bankaların yüksek karlılığı aslında bankaların potansiyel risk alanını temsil etmiyordu. Krizlerin önemli bir kısmı yüksek büyüme/kar rakamları sonrası ortaya çıkmıştır. Latin Amerika krizlerinde, Asya krizinde veya 2008 global krizinde de böyle oldu. Krizler, iktisadi sistemin içinde barındırdığı yaygın ve iç içe geçmiş risk alanlarının hareket geçmesi ile kendi maliyet alanlarını yaratırlar. Türkiye’de bankaların hem sahip oldukları yüksek kar düzeyleri hem de geçmişten devraldıkları ihtiyatlı risk stratejileri risk alanlarını sınırlandırsa bile, olası bir sistemik riskten ciddi yara almadan çıkamazlardı. Krizin herhangi bir alanda başlaması çok kolayca bankalara bulaşabilirdi. Herhangi bir kriz anında açık döviz pozisyonu, kredilerin geri dönmeme potansiyeli ve ani/sert enflasyon artışları karlarını ciddi anlamda eritebilirdi.

Kısaca, büyük şirket ve bankalar lehine ve halkın büyük çoğunluğunun aleyhine gelişen bu eşitsizlik temelde halka ödetilen bir “makro istikrar bedeli”dir. Yaratılan eşitsizlik bir istikrar süngeri işlevi gördü, çoğunluğun yoksullaşması pahasına sistemin tamamen çökmesi önlendi. Kısa dönemli de olsa istikrarı büyük şirketler ve bankalarla sürdürmek mümkün oldu, iktidar bunu deneysel olarak öğrendi ve tercih etti. Fakat bu şekilde makro düzeyde olası bir kriz yerini fiili bir refah krizine bıraktı. Bu anlamda sermaye ve devlet karşılıklı olarak birbirine tutunan iki yapıya dönüştü, birbirini ayakta tuttular. Türkiye ani/sert bir krizden çok zamana yayılmış ve eşitsizlik üzerinden sübvanse edilen refah krizine dönüştü.

(iv) Ücretlerin asgarileşmesi

Özellikle 2016 yılından itibaren ülke ekonomik koşulları ve aktif asgari ücret politikası asgari ücreti yaygın ve referans bir fiyata dönüştürdü. Asgari ücret düzeyi ülke medyan ücreti ile neredeyse aynı düzeydedir (%90 civarındadır) ve resmi rakamlara göre asgari ücret ve altında alanların oranı %40 civarındadır. Asgari ücretin %50 üstü altında alanları dikkate aldığımızda bu oran %70’lere kadar çıkmaktadır. Ve dahası asgari ücretin iki katı üstünde ücret alanların oranı da yaklaşık %20 civarındadır. Bu yüzden, ülkenin mevcut durumunu “asgari ücret toplumu” olarak nitelendirebiliriz.

Asgari ücretin neredeyse bir referans fiyata dönüştüğü ekonomide bunun yol açtığı üç önemli durum söz konusu oldu. Bunlardan biri ücretlerin birbirine yakınsaması. Bu sadece alt düzey ücretlerin yukarı doğru kısmen yükselmesi anlamında değil, diğer ücretlerin de asgari ücrete yaklaşması şeklinde oldu. Bu, çalışanların refah düzeyini daha alt düzeyde birbirine yakınlaştırdı. İkincisi, bu gelişmenin firmaların lehine bir durum yaratması. Çünkü firmalar üst gelir düzeyindeki çalışanların ücretlerini yeterince artırmadıkları gibi, yeni işçi alımlarında da asgari ücreti giriş ücreti olarak daha fazla kullanmaya başladılar. Asgari ücret bu anlamda firmaların genel ücret düzeyini aşağı çeken bir işlev gördü. Bu da şirketlerin toplam maliyetleri içinde emeğin payını azaltan faktörlerden biri oldu.

Üçüncüsü, asgari ücretlerin genel ücret düzeyinde yarattığı baskının aynı zamanda istihdamın artmasına yol açması. Böylece firmalar üretimlerini artırdıklarında bu, çalışanların refahını artıran adil ve paylaşımcı bir özellik olmaktan çok, düşük ücrette istihdamı koruyan bir nitelik kazandı. Bu durum, makro düzeyde problemlerin daha derin olan bir refah krizi olan işsizliğe dönüşmesini de engelledi. İstihdam negatif faiz politikasının uygulanmaya başlandığı 2011 Aralık döneminden bugüne 2023 Aralık dönemine kadar (iki yıllık süre) yaklaşık 2 milyon insan artış sağlandı, işsizlik oranı da düştü. Yani ucuz emek, ekonomi motorlarının durmasını engelledi. Bunda asgari ücretin önemli bir etkisi oldu. İnsanların çalışmaya devam etmesi gelir şokunun etkisini kısmen hafifletti (tabii buna seçim ekonomisi ile devreye sokulan diğer iyileştirmeleri de dahil etmek gerekir).

(v) Borca yakalanmamak

2022 yılı ve sonrasında dahi genel borçluluk yüksek düzeyde değildi. Hanehalkı borcunun milli gelire oranı, örneğin, çok sayıda ülkeye göre çok daha düşüktü, %15’in altındadır. Yine bu dönemde enflasyonunun hızlı bir şekilde artışı borç yükünü daha da hafifletti, yapılan hesaplamalar borç yükünü reel olarak yaklaşık %10 kadar küçüldüğünü gösteriyor. Hatta 2022 yılında BDDK verilerine göre de takibe düşen tüketici kredileri ve kredi kartı borçlarının toplam kredi ve kart borçlarına oranı 2015’teki %4.5’lik düzeyinden, aynı yılın sonu itibariyle %2.2’ye kadar düşmüştü. Diğer yandan, özel sektörün özellikle dış borcu da 2018 krizinden bu yana düşmektedir. Bunda özellikle 2018 krizinin oldukça önemli bir etkisi oldu, reel sektörün döviz riski duyarlılığını artırdı ve üzerindeki bu riski atmasını hızlandırdı.

Kamu borcu için aynı şeyleri söyleyemez. Kamu borçlanması yüksek düzeylere ulaştı, faiz ödemeleri de buna paralel olarak oldukça arttı. Bütçe açığı da 2023 yılının ikinci çeyreğinde yaklaşık %3.5 düzeyine ulaştı, tabii bunda seçim ekonomisi ile ortaya çıkan harcamaların da çok etkisi oldu. Fakat buna rağmen bütçenin genelde kontrol altında tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu aslında AKP’nin iktidarının genel bir karakteristiği, başından beri ihtiyatlı bir bütçe açığı politikası izlendi.

Fakat yine de kamu borç kompozisyonunun piyasa koşullarına çok açık olması (değişken faizli, enflasyona endeksli ve döviz cinsinden olması) ciddi bir tehdit oluşturdu; bu borç yapısının olası bir döviz kuru krizinde ülkeye maliyeti oldukça yüksek olurdu. Diğer yandan, dış borcun tamamını kamu borcu gibi görmek gerekir çünkü hem maliyeti hem de finansmanı anlamında yük kamuya biner. Genel olarak ülkenin dış borcunun düşük olduğunu söylenebiliriz, dış borcun milli gelire oranı yaklaşık %55 dolayında. Fakat burada kritik nokta, kriz döneminde dış borç servisi için dış piyasalardan yeterli kaynağa ulaşabilmektedir. Meksika da 1994 yılında krize girdiğinde dış borcu %50 civarında idi.

Özetle, borçsuz kriz yok gibidir. Borç hem krizin sebebi hem de uzun sürmesinin nedenidir. 2022 yılında belki krizi tetikleyecek kadar bir borçlanmadan bahsedemeyiz, ama kamu borcunun miktarı ve artan hızı, döviz kompozisyonu ve borcun ödeme değişkenliği sürdürülebilirlik problemi yarattığı gibi, maliyetin boyutunu da kontrolden çıkarabilirdi. Bu yüzden, krizin kaynağından bağımsız zincirleme çok sayıda artçı krizlerden bahsedebilirdik.

(vi) Servet etkisi

Diğer yandan, düşük faiz politikası ciddi bir servet ayrışması ve rant davranışına yol açtı. Bu durumun da kriz potansiyelini etkilediğini düşünüyorum. Başlangıç servet koşulları daha iyi olanlar kendilerini gayrimenkul, dövizle ve KKM ile korumaya aldılar. Hem konut fiyatları hem de borsa 2022 yılı içinde yaklaşık 2-3 katı kadar arttı. Bu, tüketim üzerinde bir tür servet etkisi yaratarak özellikle ekonomide talebin sürmesini sağladı. Bunu 2022 yılı boyunca büyümenin dinamiğinde tüketimin artan rolünde de görebiliyoruz. Zaten tüketimin önemli bir kısmı üst gelir gruplarından gelmektedir, yaklaşık en üst %20’lik kesim tüketimin %40’ını, en üst %40’lık kesimin ise %60-70 düzeyinde tüketimi gerçekleştirdiğini düşünürsek servet etkisinin bu gruplar için önemi daha iyi anlaşılır. Özellikle tüketim malı ithalatındaki hızlı artış da bunu teyit eder niteliktedir.

İnsanların çoğunluğu makro iktisadi değişkenlerin sürdürebilir olup olmadıklarından ziyade bunların etkilerini kendi direkt hayatlarına dokunduğunda önemserler. Örneğin, cari açık krize dönüşmediği müddetçe çoğu seçmenin dikkate alacağı bir değişken değildir ve hatta çoğu zaman tüketim artışı ile birlikte gerçekleştiği için de bu durumdan memnundurlar. Veya resmi rezervlerin negatife dönmesi ve olası bir döviz krizi insanlar için direkt bir kaygıya dönüşmez. Bu yanıyla, düşük faizlerin ileride yaratacağı olası sorunlardan ziyade şu an faizlerin düşük olmasından faydalanmak genel bir eğilim ortaya çıktı. Yanan evin ateşinden kendi tenceresini kaynatmak daha yakın ve doğrudan fayda sağladı. Bu yüzden, iktidarın düşük faiz politikası sonrası kredi miktarında ciddi artışlara yol açtı. Böylece düşük faiz bir yandan neden olduğu enflasyonla çoğunluğun alım gücünü düşürürken, bazıları için ucuz kredi ve artan servet kaynağı oldu.

(vii) Kriz anlatı etkisi

İktidarın medyanın çok önemli bir kısmını kontrol etmesi ve kullandığı tüm kamu imkanları ile belli bir anlatıyı yayması kriz algısını ciddi anlamda etkiledi. Medyanın kontrolü ile genel refah üzerinde oluşan bir “anlatı etkisi” oluştu. Bu anlatı etkisi iktidar partisinin güçlü örgütselliği birlikte yerelde çok daha etkin hale gelmektedir. Bu, insanlara kanaatkâr olmanın ülkeyi sevmenin, mevcut sorunların geçici olduğunu sürekli salık veren ve tüm olumsuzlukları iç ve dış güçlere bağlayan bir tarihsel, dinsel ve politik zemin üzerinden inşa edildi. Bir tür zihinsel abluka geliştirildi. Refah kriterleri sürekli değişti ve kullanıldı; bu bazen geçmiş oldu, bazen gelişmiş ülkelerdeki problemler oldu, bazen yarına dönük vaatler oldu. Kamu alanında canı yanan insanlar görünmez kılındı. Tüm bunlar kriz algısının yaygınlaşmasını engelledi. Toplumsal muhalefeti zayıflattı. Makro krizi olmayan bir refah krizi empozeedildi. Bu durum, iktidarın politikalarını, özellikle irrasyonel faiz politikasını, sürdürmesine de kolaylaştırdı. Aslında bu yönüyle, yani anlatının etkili olmasının kriz potansiyelini artırdığını düşünüyorum, yani ters etkide bulundu çünkü iktidar görünmez kılınan refah krizine neden olan politikalarını sürdürdü ve sisteme fazlasıyla risk yükledi.

Diğer yandan, iktidar anlatısının karşısında ve büyük oranda iktidarın değişmesi temennisi üzerine kurulmuş başka bir anlatı da dolaşımdaydı. Olan biten her şeyi krizin habercisi diye dillendiren bir muhalefet grubu vardı. Bunun sosyal medya ayağının oldukça güçlü olduğunu belirtmek gerekir. Elbette kriz beklentisi çok yaygındı fakat bu bazılarınca abartılı, analitik olmaktan uzak ve sadece iktidarın değişmesi temennisi üzerinden yapıldı. Ve dolayısıyla her iki anlatı biçimi de krizin yakınlığı ve uzaklığına ideolojik değerler atfettiler.


Prof. Dr. Ensar Yılmaz / Yıldız Teknik Üniversitesi

Öne Çıkanlar