Şaka gibi

Şaka gibi
Bugün için açık ve ortada olan bir şey varsa, o da Kılıçdaroğlu’nun başarısıdır. Analizi kolay kolay yapılamayan, anlatılamayan, açıklanamayan, doğrulanması için yeterli kanıt aranmayan, aransa da bulunamayan bir başarı.

Ender Özkahraman*


Zorluklara rağmen, altılı masanın çoklu ve birbiriyle uyuşması pek muhtemel durmayan bileşeninin elde ettiği, getirip önümüze bıraktığı sonuç; Kılıçdaroğlu isminin başkan adayı hanesinde yazılıyor olması. Adaylık için anılan diğer isimlerden farklı mizaç yapısı, bu kez kaybedecek değil, kazanacak gibi gösteriyor onu.

Farklı mizaç, derken neyi kastettiğimi bilmiyorum; bir roman kahramanı için uygun, ancak Türkiye’yi yönetmeye cüret eden siyasi lider için pek uygun olmayan bir durumu herhalde? Bu tekinsiz konu hakkında tahmin yürütmeye gerçekten gönüllü müyüm, ondan da emin değilim? Sahte bir coşkuyla yapmak istemediğim yorumların dillerde zaten gezinmeye başladığını, erken olduğu için kapılmamaya çalıştığım bazı duyguların herkesi çoktan içine aldığını görebiliyorum. Bu da iyidir ve şaka gibi bir şeydir umarım.

Yenildiği her seçim sonrası, sorumluluğu sessizce üstlenmesi ve bununla hiç gocunmamasıyla kazandığı bir şöhreti var Kılıçdaroğlu’nun. Öyle böyle değil, zorluklarla baş etmeye çalışanlara karşı, “yenilgiyi Kılıçdaroğlu gibi karşılamak” türü deyim üretenler bile oldu memlekette. Kılıçdaroğlu bunlara hiç takılmadı ve bir yerlerden yardım almadan seçim kazanacak bir başarı sergileyemeyeceğini herkesten önce anladı. Mutfakta yayın yaptığı mütevazi köşesinden farklı farklı partileri bir masa etrafında buluşturarak başlattığı esintinin şimdi nasıl güçlü bir rüzgâra dönüştüğünün tezahürlerini seyrediyor bizimle birlikte. Başarısı tartışılmayacak ve kuşku götürmeyecek biçimde kendi içinde bir esaslar listesi oluşturmuş durumda. Şimdi biz kalkıp bunları eğip bükersek; önemsizleri çıkarıp önemlilerin altını çizersek, aynı esasların farklı farklı varyasyonlarını bu başarının sebebiymiş gibi göstermekten başka bir şey yapmayız. Bu da o kadar önemli bir şey değil zaten! Koşu sürüyor ve finiş noktasına az bir mesafe kaldı. Geldiği noktada şöyle bir durup onun soluklanmasını seyretmezsek, maruz kaldığı bunca incitici söz ve eylemi kendimize hatırlatmazsak ona karşı ayıp etmiş oluruz.

12 yıl önce İsrail’le ilgili bir kriz sırasında kendisinin, “Gemilerimizi Gazze’ye götürürse alnından öperim onu,” sözlerine karşılık Erdoğan’ın, “Ben bu tertemiz alnımı senin o lekeli dudaklarına sürdürmem,” cevabına karşı sustu ve hiç ses çıkarmadı meselâ. Oysa bu cevapta, bildiğimiz siyasi atışma ya da yergi geleneğinin çok ötesinde bir niyet vardı. Biliyorum; bu türden sözler karşısında insan öyle bir belirsizliğe düşebiliyor ki, ne diyeceğini bilemiyor ve konuşmada zorlanıyor gerçekten. Yine 2 yıl önce Çorum’da, sokakta karşılaştığı bir çocuğu sevmek için o tarafa yönelmesi üzerine, “Çocuğa dokunma, hayır hayır, git buradan,” diye annesinin tepki göstermesiyle yine o benzer ifade oluştu ve sustu.

Bunun gibi onlarca sahne yaşayan birinin, “yenilgiyi Kılıçdaroğlu gibi karşılamak,” sözündeki kinayeyi düşünüp düşünmediğini merak ederim hep: Bu sözde sitayiş gizliyse sorun yoktur; mevcut sonuç ondaki sakinliğin ve sabrın övgüyü ne kadar hak ettiğini göstermekte zaten. Eğer ki bir yergi -ya da alaysa- gizlenen, işte o zaman Kılıçdaroğlu’nda değil, toplum olarak bizde bir sorun var demektir bu.

Parti başkanı olduğundan beri hakkında fazla esnek, sabırlı, kibar, akışına bırakan ve fazla mülayim gibi karaçalmalar(!) başlamış, bu olumsuz(!) yakıştırmalar hiç kesilmeden sürüp gitmiştir. Atışmaktan hoşlanmayan ve hiçbir zaman kabalaşmayan bir mizaca sahip olması hasebiyle de bugüne kadar devam etmiştir bu nitelemeler. Bu yüzden alaycı saikle sarfedilen, “yenilgiyi Kılıçdaroğlu gibi karşılama,” sözündeki manayı bir türlü anlayamamışımdır. Varlık nedeni başkalarına hükmetmek olanlar tarafından türetilen, amiyane ve onlar gibi basit bir söz belki de bu, bilemiyorum. Ama bugün için açık ve ortada olan bir şey varsa, o da kendisinin başarısıdır. Analizi kolay kolay yapılamayan, anlatılamayan, açıklanamayan, doğrulanması için yeterli kanıt aranmayan(!), aransa da bulunamayan bir başarı. Bütün zorluklara ve olanaksızlıklara rağmen bir bütün olarak kalabilmenin yadsınamayacak başarısı.

SİMGE SOSYAL DEMOKRAT İSMİ HATIRLATMIYOR MU?

Kılıçdaroğlu’nun böyle gökten düşmüş gibi karşılanmasının nedenleri arasında mizaç özellikleri önemli yer tutmasa belki ben de, “rakiplerinin olumsuz yanları yüzünden pozitif bir yanılsama yaratıyor,” der geçerdim, ama “belki”si falan kalmadı artık. Halkın başlangıçta duyduğu pek çok kuşkulu durumu, dürüstlüğü ve sadeliği sayesinde ortadan kaldırmayı başarmış biri var karşımızda. Bunu açık sözlülüğü, siyasî kibir taşımayışı ve birleştirici sözlerindeki samimiyetiyle sağlamış biri. Onda başkalarının saklamaya çalıştığı kimi özel şeyleri, bir roman kahramanı gibi hiç çekinmeden açığa vurmaya yol açan bir içtenliğin olması da, ayrıca kolaylaştırmıştır işini.

Aslında şimdi değil, her zaman buna benzer olumlu sıfatlarla kulağı çınlatılan; hep dürüst, alçakgönüllü, çevresine yararlı olmayı içtenlikle istemesiyle anılan biri oldu Kılıçdaroğlu. Her zaman yapacak ve söyleyecek iyi bir şey aramak gibi önemli bir özelliği var. Ayrıca boş gurur ya da bencillikten arınmış gibi durmasıyla, kendini gösterme ve önemseme duygularına kapılmamasıyla, şimdi artık geçmişte kalmış bazı simge sosyal demokrat ismi hatırlatmıyor mu bize?

Başkalarının onu tanımlayış tarzındaki kaba ifadelere gücenmemesinin nedeni, belki de meselelere karşısındaki kişinin baktığı noktadan bakmak gibi benzersiz bir özelliğe sahip oluşundan kaynaklıdır. Belki de bu şekil kendini aşma yeteneğiyle, hakkında alay eden, ona yukarıdan bakan rakiplerini halkın gözünde etkisizleştirdiğini düşünüyordur, kim bilir?

Başkalarının duygularını anlamak bilgelik gerektirir. Duygusal olarak o duyguların altında ezilmeden, o duyguların içinde eriyerek ve mevcut kişiliğinden kurtularak o duyguları anlamak ise bilgelikten öte şeyler gerektirir. Depremzede halkın mevcut ihtiyaçlarına odaklanacakları yerde, bir ordu dolusu muktedirin kendisine yönelerek bütün güçlerini kara propagandaya harcaması sonucu onları nasıl kızıştırdığını ve bir deniz inciri gibi nasıl içine çektiğini görmekteyiz hep birlikte. Şimdi de yavaş yavaş soğurarak nasıl etkisizleştireceğinin ince ince hesaplarını yapıyor...

Bugüne kadar ne zaman başkalarıyla çatışmaktan kaçındığını görsem, öfkesini bastırmaya ya da ertelemeye çalışırken izlesem; onun yerine geçip el kol hareketleri yapmak ve bağırıp çağırmak isterdim karşısındakine. Tipik doğulu refleksler içinde bunları yapamadığı için ona kızardım. Oysa duyguları bu şekil yaşayanların en belirgin zaafı, “git onlara ne kadar kararlı ve ne kadar kendinden emin olduğunu göster,” demektir. Kendinden emin olmak, aslında mizaç özellikleri arasında olumlu kategoride anılır. Ancak birinin bunu gereğinden fazla yansıtması anormal bir davranıştır. Kendinden emin birinin hem çevresine hem kendisine güven duyup, aynı zamanda güvensizlik ve sadakatsizlik karşısında kabullenici ve affedici olabilmesi gerekir. Çünkü bu, onun sabrını da gösterir aynı zamanda...

‘ADAMIN TARZI BÖYLE’ DEMENİN ZAMANI GELDİ

Biliyorum ki “Kılıçdaroğlu sakin ve sabırlı... lâkin...” diye başlayarak şerh cümlesi biriktirenler onu da karşı konmaz saygı uyandırırken hiç korku uyandırmayan, yaptığı başarılı icraatlara karşın halkın övgüsünden şımarmayıp güç zehirlenmesi yaşamayan belediye başkanları gibi Putin karşısındaki sandalyeye yakıştıramayacaklar. Ama bu konuda yapacak bir şey yok. Artık “adam kazandı,” gibi talihsiz bir cümle kurmak yerine, “adamın tarzı böyle,” demenin zamanı belki de.

Bir söz ustası değil Kılıçdaroğlu. İnsanlara çok yakın olabilen biri de değil. Geçmişte olduğu gibi halktan kopuk, soyut ve kapalı da değil ama. Sinirli, kuşkucu ve gururuna düşkün rakibi karşısında tek orijinal yanı, artık orijinal hiçbir yanının olmaması. Durumu çok net biçimde içtenlik, açıklık ve dürüstlükle ilişkilendirildiği için başarısı gizemli değil. İlginç zekâsıyla, saflığıyla; kimi zaman anlaşılmaz, düşünceli, şaşkın, kuşkucu ve huzursuz halleriyle o ürkek adam da değil karşımızdaki. Onu soran herkese, “işte orada neşeli ve hareketli görünmeye çalışan adam,” diye gösterebileceğimiz sıradan biri ama asla masaya vurabilecek biri değil. Hakkında bol bol tahmin yapabileceğimiz biri ama asla kesin yargılara varabileceğimiz biri değil!..

Masaya vuran ceberrut ve mütehakkimler, yani karşılarında herkesi hiza ve biat halinde görmek isteyenler, mükemmel olduklarını düşündüklerinden kendi kendilerini bile tutamaz oluyorlar bazen. Böyle durumlarda bizim bile onlardaki doğru yanları unuttuğumuz oluyor ve tanımamız zorlaşıyor gerçekten. Bunu yaparken belki de sergiledikleri tuhaflıkların özgün yanları olduğunu düşünüyorlar ama dıştan bakıldığında ne kadar çirkin göründüklerini kestiremiyorlar. Bu dominant insanlar dünyanın pek çok bölgesinde kendilerini her zaman kahramanlık ve erdem yasalarının belirleyici unsuru sayarlar. Anne gibi şefkat dolu görünmenin yanında her an bir köpek ya da yumruk indirebilecekleri bir masa bulundururlar yanlarında. Tıpkı küçüklüğünde köpek saldırısına uğrayan Merkel karşısında Putin’in Soçi’deki görüşmelerde durumu lehine çevirmek için köpeğini yanından eksik etmemesi gibi... Kılıçdaroğlu da kendisine atfetmekten çekindiği ve doğrusu pek içselleştiremediği bu sertlik gösterilerinden imtina ettiğini, bunları başkalarından beklememiz gerektiği imalarını sık sık yineliyor zaten. Bizim de bunda bir sakınca(!) aramamamız gerektiğinin vaktidir artık.

Tekrar edecek olursak, günümüzde herkesin düşüncesini elden geldiğince samimi, bazı görüşlerden etkilenmekten çekinmeden ve daha açık bir şekilde dile getirmesi gerekiyor. Unutmayalım ki feleğin çemberinden geçmiş ve 75 yaşında bir insan karşımızdaki. Onun muhalefet tarzına pısırıklık atfetmek, mizaç özellikleri içinde onu korkaklık, yumuşaklık ya da yufka yüreklilikle(!) itham edecek unsurlar aramak, olsa olsa iyi bir insana kötü davranmak; hatta bile bile kişilik haklarına saldırmak isteğiyle açıklanabilir ancak. Küçültücü bulunabilecek bu türden ifadeler karşısında kendine has o pasif tavrı, onu her türlü savunma ve koruma mekanizmasından güçlü kılsa bile bunu asla yapmamak gerek.

Sonuçta “hepimiz aynı gemide miyiz başka gemide miyiz,” bir önemi kalmadı artık. Bir felaket yaşadık ve etkisinin aylara, hatta yıllara yayılacağını biliyoruz. Bu yüzden o gemiyi depremzedelere tahsis etmekte ve kendimizi bir süre için karaya çıkmış saymakta fayda var. Şimdi hepimiz aynı karadayız ve el yordamıyla bir doğrultu arıyoruz kendimize. Elimizdeki doğru düzgün rotaları, gidebileceğimiz uygun yerleri yitirdiğimizi ve yerlerine yenilerini kolay kolay koyamayacağımızı iyi biliyoruz. Onun kadar güçlü ifade etmeye muktedirsek Hatay Milletvekili Suzan Şahin gibi sesli sesli düşünelim sorunlarımızı. Bunda beis yok. Ama eğer değilsek o zaman da Kemal Kılıçdaroğlu gibi sessiz sessiz düşünmekte fayda var.

İyisi mi sahilde uygun bir kaya bulalım kendimize ve depremzede gemisini seyredelim bir süre. Belki de bütün bu yaşadıklarımız şaka gibi gelecek bize ve gülümseyeceğiz o zaman...

Sonra neye gülümsediğimizi bilmeden tekrar tekrar gülümseyeceğiz.

Ender Özkahraman çizer, senarist

Öne Çıkanlar