Salgının ve kapitalizmin felsefi olarak temellendirilmesi veya Arendt Almanya’yı niçin terk etmişti?
Sevi Emek ÖNDER *
"Her yalana inanmazsın sen"
Adorno 1949 yılında, "Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır" cümlesini kurduğunda muhtemel ki henüz Celan şiiri ile bir karşılaşma yaşamamıştı. Celan, Adorno’nun bu ifadesini o yıllarda çoktan yazılmış ve yayımlanmış olan "Ölüm Fügü" için söylediğini düşünür ve 1960 Georg-Büchner Edebiyat ödülünü aldığı sırada yaptığı "Meridyen" (Der Meridian) konuşmasında Adorno’ya konu hakkındaki itirazlarını örtük bir biçimde dile getirir. Adorno’ya itirazın sesi başka şairler tarafında da yükseltilir. Dönemin Alman şairlerinden olan Richard Exner, "Auschwitz’den Sonra" başlıklı şiirine "Yok mu daha fazla şiir?" diye sorarak başlar ve "Auschwitz'den beri [...] artık hiçbir şey imkansız değil / şiir bile" diye yazar.
Adorno’nun bahsi geçen ifadesi, Holokost’un estetize edilmesine ve kültüre bir karşı çıkış olarak belirse de Celan açısında asıl can acıtıcı olan, kendisinin soykırımı kullanarak prim yapma peşinde olduğu iddialarıdır.
Celan, 1967 tarihli başka bir mektubunda, "Ölüm Fügü" şiirinin yazılma sürecini tasvir ederken, bu şiirin hep içinde olduğunu ve adeta kendisine dikte edilirmişçesine şiiri dur durak bilmeksizin yazdığından bahseder. Aslında, yalnızca "Ölüm Fügü"nde değil, Celan’ın poetikasının bir ayağı her zaman için şiirin, kelimelerin ve dilin ona dikte edilmesi üzerine kuruludur. Ona göre, insanlar değil, dil konuşur ve Varlık dile geldiğinde burada bir yaratımdan, icat etmekten yahut "şiir yapmak" tan bahsedilemez. "Yaratmak nedir" hiç bilmem, ben yalnızca dilin bana hitabını beklerim, der. Bir başka deyişle, Celan açısından şiir, kendisine söylettirilendir. Fakat bir yandan da kendi anadili dahi olsa ailesinin ve yakınlarının katillerinin dilinde, kana bulanmış bir dilde yazıyor olmayı tüm uçurum ve derinlikleri, çöküşleri ve çalkantılarıyla birlikte yaşar. Yıllar sonra farkına varıp itiraf ettiği üzere, annesini ve soykırımda öldürülen diğer insanları, oradaki vahşet ve dehşeti Almanca dışında başka hiçbir dilde anmamıştır. Yine de, soykırımın ardından Bremen Edebiyat ödülünü alırken yaptığı konuşmada iddia ettiği üzere, "Tüm bu olan bitenin ardından dokunulmamış ve ulaşılmamış tek bir şey kalmıştır: Dil."
Üçüncü Reich döneminde Almanya’yı terk etmek zorunda kalan bir diğer isim ise Hannah Arendt’ti. Arendt, hocası Jaspers’dan sonra Almanya’yı terk eder ve Heidegger ile iletişimleri bir süreliğine de olsa kopar. Ta ki, "Kötülüğün Sıradanlığı"na İsrail’de, Eichmann Davası’nda tanıklık edene kadar. Tanıklığın dil ve felsefe ile olan ilişkisini kurmak için ise ağzımızı açmamız yeterlidir. Çünkü insan denen konuşur, konuşmadığı yerde ise dil ve felsefe ile ilişkisi kopmuş, faşizm ve korku ile ilişkisi başlamış demektir. Heidegger’in de savaş sonrası sergilediği suskunluğu belki de bununla ilgilidir. Ölümünden sonra yayımlanması şartıyla yalnızca tek bir dergiye röportaj verir Heidegger ve Naziler hakkında tamamen yanıldığını, olanların asla mazur görülemeyeceğini kabul eder.
Üçüncü Reich döneminden bugüne kadar değişen bir hikayeden ziyade, değişen maskeler olduğunu görmek pek de zor olmasa gerek. Naziler hiçbir yere gitmedi. Biz kulübemizde COVID’ten saklanırken, onlar örgütlenmeye devam ettiler. Naziler hiçbir yere gitmediler, yalnızca daha çok Nietzsche, Heidegger ve Hegel okudular, çünkü Marx’a gelince durmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Asıl olarak en çok da "Das Kapital"i okudular. Belki de neo-liberalizmin kısa tarihinin ana hatlarıdır bunlar.
Geçtiğimiz haftalarda ODTÜ felsefe bölümünden çok sevdiğim bir hocam ile görüşmemiz sonrası, COVID-19’a dair ileri sürdüğüm argümanı başta Biontech firması olmak üzere, Almanya’da bağlı bulunduğum konsolosluğa ve ODTÜ rektörlüğüne mail olarak göndermiştim. Maillerime gelen tek yanıt Biontech firmasından oldu ve yanıt şuydu: "Ürünlerimizi ve araştırmalarımızı önemsediğiniz için teşekkür ederiz. Lütfen bizi takipte kalın." Kısaca bunu söylemişti koskoca firma. Şimdi ise, Almanya Parlamentosu haftalar sonra uyanıyor fakat sağlık bakanı Karl Lauterbach, Hegel’den alıntı yaparak "Özgürlüğümüz bu aşıya bağlıdır" naraları atıyor. Yahudi bir kadın vekil ise çıkıp özetle, "Ben bir Yahudiyim. Faşizmi size geri getirtmeyiz" diyor. Tüm bunların ne demek olduğunu, öncelikle aklımızla dalga geçenlerin, Hannah Arendt’in niçin Almanya’dan kaçmış olduğunu, benim ise Türkiyeli bir felsefeci olarak niçin Türkiye’de bir aydan fazla nefes alamadığımı oldukça iyi biliyor oldukları artık aşikar.
Adorno’nun savaş sonrası dediğini başka türlü söyleyecek olursak, bizler faşizmi kilometreler öteden tanırız ve korkmayız. Asıl korkulacak olan, demokrat kılığındaki faşistlerdir.
Öyleyse oyun bitsin! Herkes maskesini indirsin de virüsün kim yahut ne olduğunu tartışalım!
* Ludwig-Maximilians-Universität, felsefe fakültesinde Alman idealizmi ve Fransız fenomenolojisine dair doktora çalışmalarına devam etmekte ve Almancadan Türkçeye çeşitli felsefe metinleri çevirmektedir.