Tufan 1. yılını doldururken
Kemal Taylan ABATAN
Filistinli grupların, 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’in Gazze Şeridi etrafına ördüğü apartheid duvarlarına yönelik başlattığı Aksa Tufanı Operasyonu ve buna karşılık İsrail’in yürüttüğü soykırım saldırılarının 1. yılının dolmasına az bir zaman kaldı. Ortadoğu jeopolitiğinde büyük gelişmelere kapı aralayan Gazze’deki çatışmalar 11. ayına girmişken Lübnan’a doğru genişledi. Lübnan’ın güneyi, başkent Beyrut’un güney banliyöleri ve Bekaa Vadisi’nde, geçen zaman içerisinde İran’ın desteği ve Suriye İç Savaşı’yla edindiği saha deneyimi sayesinde önemli güç biriktiren Hizbullah, İsrail saldırısının şimdilik doğrudan muhatabı durumunda.
HİZBULLAH LİDERLERİ HEDEFTE
17 Eylül’deki İsrail’in şok edici çağrı cihazı operasyonunun akabinde, İsrail Hava Kuvvetleri, Hizbullah’ın güçlü olduğu bölgelere yoğun saldırılar başlattı. Bugüne kadar Hizbullah’ın üst düzey komuta kademesinin neredeyse tüm üyeleri İsrail tarafından öldürüldü. Peş peşe yaşanan saldırı hali, İsrail’in bir şok doktrini uyguladığını düşündürse de, bu durum, 27 Eylül günü Beyrut’un güneyinde Hizbullah’ın güçlü olduğu Dahiye bölgesinde İsrail tarafından Hizbullah’ın merkez karargahı olarak duyurulan bölgenin bombalanmasıyla doruk noktasına ulaştı.
İsrail Savunma Kuvvetleri’nin iddiasına göre vurulan bölgede Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah da bulunuyordu. İran Devrim Muhafızları’na bağlı Tasnim News başta olmak üzere “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan İran ve bağlantılı grupların medya kuruluşları ilk etapta Nasrallah’ın bölgede bulunmadığını iddia etse de -buna benzer manipülatif bir refleksin İran’ın müteveffa cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin öldüğü helikopter kazasında da yaşanmıştı- ertesi gün Hizbullah yaptığı açıklamayla liderinin öldürüldüğünü kabul etti.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın ölümünün beklenmedik olduğu düşünülse de aslında ABD ve İsrail’in, İran ve bağlantılı gruplara “dekapitasyon” adı verilen bir tür askeri operasyon tekniğini yıllardır uyguladığını hatırlatmak gerekir. Dekapitasyon, kafa ile gövdenin ayrılmasına verilen addır. Bunu toplumsal hareketlere uyarlayan devletler, hareketlerin önder kadrolarını öldürerek askeri ve sivil kadro yapısıyla arasındaki bağlantıyı kopartmayı amaçlar. Dekapitasyonun ana hedefi ise, öndersiz kalan hareketlerin iç kargaşalara düşüp dağılmalarını teşvik etmektir. Ancak dekapitasyonun devlet-dışı aktörler üzerinde bir düzeyde moral ve dolaşım açısından etki yarattığı söylenebilecek olsa da, örgütsel ve askeri kapasiteyi geriletme anlamında pek de istenen düzeyde etki yaratmadığı aşikar.
İsrail ve ABD’nin uyguladığı dekapitasyon suikastlerinin en bilinen örnekleri 12 Şubat 2008 tarihinde Hizbullah Genel Komutanı İmad Muğniye’nin Beyrut’ta, 3 Ocak 2020 tarihinde İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak Hizbullahı lideri ve Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi El Mühendis ile birlikte Bağdat’ta, 27 Ekim 2020 tarihinde İran’ın nükleer programının mimarlarından Muhsin Fahrizade’nin Tahran’da, 2 Nisan 2024 tarihinde Kudüs Gücü’nün üst düzey komutanlarından Muhammed Rıza Zahedi’nin Şam’daki İran Konsolosluğu’nda ve 31 Temmuz 2024 tarihinde Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniyye'nin Tahran’da düzenlenen saldırılar sonucu öldürülmeleri hadiseleridir.
Bu suikastlerle birlikte, geçtiğimiz iki ay içerisinde, Hizbullah’ın Genel Komutanı Fuad Şükr, özel operasyon birimi olan -aynı zamanda Kudüs Gücü’nün bir tür bölgesel mikro-tipi- Rıdvan Gücü’nün komutanı İbrahim Aqil ve Fuad Şükr’den sonra genel komutanlık sorumluluğunu devralan Güney Cephesi Komutanı Ali Keraki ise Beyrut’ta düzenlenen suikastler sonucu öldürüldüler. Hasan Nasrallah ve Ali Keraki’nin öldürüldüğü toplantıda Kudüs Gücü’nün Lübnan ve Suriye sahalarından sorumlu komutan yardımcısı Abbas Nilforuşan’ın da bulunduğunu not düşmek gerekir. Nilforuşan’ın, Kudüs Gücü’nün en yoğun faaliyet alanlarından sorumlu bulunmasının yanı sıra, İran’daki Jin Jiyan Azadî protestolarının bastırılmasında önemli rol oynadığı belirtiliyor.
İsrail’in Hizbullah’a yönelik düzenlediği saldırılarda, belirgin bir şüphe daha öne çıkıyor. Hizbullah’ın 2000’li yıllardan bu yana yoğun biçimde füze ve roket stoğu yaptığı biliniyor. Sayısı yüzbinleri bulan bu stok İsrail tarafından stratejik tehdit olarak değerlendiriliyor. Geçtiğimiz günlerde bu roketlerin stoklandığı depolarda çekilmiş bir video İsrail Savunma Güçleri tarafından sızdırıldı. Bu durum, her ne kadar yüksek teknolojiye sahip olsa da, İsrail’in insan kaynaklı istihbaratla hareket ettiğine işaret ediyor.
Hizbullah komutanlarının üst düzey isimlerle toplantı sırasında hedef alınmaları, toplantıların gün ve saatine kadar bilindiğini gösteriyor. Bu, ya insanlar tarafından kullanılan teknolojik bir cihaza sızma ya da doğrudan ajanlaştırılmış bir kişiden edinilen bilgilerle hareket edildiğini düşündürüyor. Nitekim özellikle Pager çağrı cihazı saldırısı sonrası Hizbullah’ın insanın birincil rol oynadığı ulak vb. iletişim kanallarına yöneldiği tahmin edilebilir.
Otuz yılı aşkın süredir İsrail'in istihbarat teşkilatı Mossad ile adeta bir gölge savaşı veren Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın ünü 2000’li yıllara dayanıyor. 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan çekilmesinde önemli rol oynadı. 2006’da ise İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan ve 34 Gün Savaşı olarak adlandırılan çatışmalarda İsrail’i geri çekilmeye zorlayan askeri taktikler sonucu ünlü bir lidere dönüştü. Nasrallah’ın bu ünü, 1948’den beri Arapların İsrail ile yaşadıkları savaşlarda zafer kazanan ender liderlerden biri olmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca yaptığı güçlü konuşmalar, İsrail’e karşı tavizsiz tutumu topluluklar nezdinde karizmasını yükseltiyordu.
Dolayısıyla kendisinin varlığı sadece Lübnan açısından olmamakla birlikte, bölgesel anlamda ve Arap dünyasında da önemli bir yere denk düşüyordu. Kaybının İran ve bağlantılı gruplar açısından Kasım Süleymani’nin kaybı kadar olmasa da moral bakımdan çok daha büyük anlam ifade ettiği söylenebilir.
İSRAİL’İN MÜTTEFİKLERİ AKTİF DESTEK SUNUYOR
İsrail’in agresyonunun Gazze’nin büyük oranda yıkımı ve 41,586 kişinin katledilmesiyle soykırım düzeyinde ilerlemesi, sonrasında Lübnan’da beş bin kadar Hizbullah kadrosunu hedef alan Pager çağrı cihazı saldırısı ve sivil alanları da içerecek şekilde bombardımanlar şeklinde yaşanması artık popülerleşmiş tabirle "bölgesel savaş" riskini doğuruyor. Ancak bunun diğer muhatabı İran açısından durumun karşılıklı yükseltilecek bir gerilim biçiminde ele alınmadığı geçtiğimiz 11 ayda anlaşılabilir görünüyor.
İsrail, başta F-35 olmak üzere NATO’dan aldığı gelişkin silahların yanı sıra kendi üretimi olan ve Filistin’in bir tür laboratuvar gibi deneyimlenmesi sebebiyle savaşta test edilen silahlarıyla durdurulamaz savaş makinesi olarak düşünülüyor. İran ve bağlantılı grupların ise daha çok yatırımlarını füze ve insansız hava aracı teknolojilerine yönelttikleri biliniyor. Ancak İsrail’in adına Demir Kubbe dediği bütünleşik hava savunma sistemi yüksek kapasiteyle çalışıyor. Filistin ve Lübnan'ın yanı sıra, Yemen, Irak ve hatta İran’dan yapılan füze ve insansız hava aracı saldırıları Demir Kubbe tarafından büyük oranda engelleniyor.
İsrail’in tedarik ettiği ya da kendi üretimi olan silahlar ve teknolojiyle birlikte, Ortadoğu’da askeri varlığı bulunan ABD, İngiltere, Fransa’dan destek aldığı biliniyor. Şam’daki İran Konsolosluğu’na düzenlenen hava saldırısının ardından 13 Nisan’da İran ve bağlı güçlerin doğrudan İsrail’e yönelik düzenlediği füze ve insansız hava aracı kombine saldırısını karşılamada bu üç devletin yanı sıra Ürdün de hava savunma sistemini aktif olarak devreye soktu.
Ayrıca ABD ve İngiltere’nin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi sınırları içerisindeki üsler ve limanları aktif olarak kullandığı biliniyor. Örneğin buradan Yemen’deki Husilere yönelik hava saldırıları yapacak uçaklar havalanıyor. ABD’nin, Kıbrıs’ın konumunu ciddiyetle ele aldığı görülüyor. Zira 10 Eylül tarihinde Güney Kıbrıs ile ABD arasında bir savunma anlaşması imzalandı.
Bu anlaşma sonrası Kıbrıs’ın geleceği Türkiye’nin de yakından takip ettiği bir durum. ABD’nin ağırlığını Güney Kıbrıs'tan yana koyması Kıbrıs’ın geleceğine dair Türkiye’nin kaygılarını arttırıyor. Geçtiğimiz aylarda Hasan Nasrallah’ın Güney Kıbrıs'ı tehdit etmesi üzerine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da bir açıklama yaparak Üçüncü Dünya Savaşı riskini dillendiren en üst düzey yetkili oldu. Türkiye'nin gelecekte Kuzey Kıbrıs'taki askeri varlığını arttırması olası görünüyor.
DİRENİŞ EKSENİ KİMLERDEN OLUŞUYOR?
İsrail’in bölgesel rakiplerine bakılırsa, İran ve Devrim Muhafızları-Kudüs Gücü, Yemen’de Husiler, Irak’ta Haşdi Şabi, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas, İslami Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi grupların başını çektiği direniş güçleri, Suriye’de irili ufaklı gruplar -ki bu grupların en ilginçleri Afganistan Şiilerinden oluşan Fatimiyyun ve Pakistan Şiilerinden oluşan Zeynebiyyun tugayları- olarak sayılabilir.
Bu grupların tamamı kendisini Direniş Ekseni içerisinde tanımlıyor ve 7 Ekim’den bu yana çeşitli operasyonlarla Filistinli grupların üzerindeki baskıyı azaltmaya, diğer yandan da kendi topraklarını İsrail’le girilecek büyük bir savaş riskine karşı korumak için kontrollü bir kampanya yürütmeye çalışıyorlar.
Direniş Ekseni içerisindeki en efektif gücün, Hizbullah ile birlikte Yemenli Husiler olduğunu belirtmek gerekir. Husilerin, Filistin’e destek için yüzbinlerce kişilik eylemler örgütledikleri geçtiğimiz 11 ayda sık sık medya mecralarına yansıdı. Bununla birlikte, Husilerin askeri güçleri Kızıldeniz üzerinden İsrail’e giden yük gemilerini ve tankerleri hedef alarak İsrail’in tedarik ağına darbe vurmaya çalıştılar. Ayrıca İsrail’in petrol tedariğini sağladığı Kızıldeniz kıyısındaki Eylat Limanı, Husiler tarafından belirli aralıklarla balistik füzelerle hedef alındı. İsrail’in petrol tedariğinde önemli ülkelerden birinin Azerbaycan olduğu biliniyor. Türkiyeli şirketler ise bu ticaretin lojistik ayağını üstlenmiş vaziyetteler.
NE OLACAK VE NE YAPMALI?
İsrail’in agresyonunun sınır tanımaz görünmesi bu aşamada bölgesel rakiplerini yıldırmak açısından işlevsel bir vazife görüyor. Özellikle Pager çağrı cihazı operasyonu, sadece Hizbullah üzerinde değil, küresel düzeyde kaygıya sebep oldu. Bir şekilde devletler tarafından hedefe oturtulmuş toplulukların kolaylıkla bu tür teknoloji içeren saldırıların hedefi olabileceği haklı bir kaygı gibi görünüyor.
Türkiye’den doğru bakılırsa, Kürt hareketi başta olmak üzere kadın, LGBTİ+, işçi ve sosyalist hareketlerin bu tür takibatlara uğramayacağını iddia etmek, devletlerin varlık sebebini hafife almak olacaktır. Zira devletlerin birbirleriyle “terörle mücadele” adı altında teknoloji paylaşımı yapmaktan çekinmediği biliniyor.
Ne olacak sorusu üzerine düşününce, açıkçası kaygıları arttıran bir diğer durum ise devletlerin erişebildikleri askeri teknolojinin düzeyi. Bu teknolojinin soykırım yaratabilecek düzeyde olduğu görünür gerçeklerden. Üstelik trajik bir biçimde, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yönelik soykırımın ardından öne çıkan insan hakları fikrinin, kendisini Yahudi devleti olarak ilan eden İsrail’in uyguladığı ve tüm dünyanın şahit olduğu Gazze’deki soykırımla birlikte geriletildiği bir durum yaşanıyor.
Daha açık ifade etmek gerekirse, Gazze’deki işgal operasyonuyla birlikte ortaya çıkan soykırım sonucu, can çekişmeye yüz tutan insan hakları çağının kapandığını ve soykırım çağına girildiğini değerlendirmek mümkün. Bunun büyük bir küresel dönüşüme ve devletler tarafından hedefe oturtulan topluluklar açısından ciddi bir tehlikeye tekabül ettiğini vurgulamak gerekir. Ayrıca İsrail'in, Hasan Nasrallah'ın öldürüldüğü küresel düzeyde yankı uyandıran operasyona "Yeni Düzen" (New Order) adını vermesi küresel düzeydeki devletler hukukunda yaşanan dönüşüme işaret ediyor.
Eylül ayı içerisinde Metis Yayınları tarafından Filistin Laboratuvarı adıyla çevirilen, Avusturalyalı Yahudi gazeteci Antony Loewenstein’ın kaleme aldığı kitapta bu teknolojilerin ortaya çıkış ve uygulanış biçimleri detaylı biçimde ele alınıyor. İsrail’in silah sanayisini ve askeri teknolojisini geliştirmek adına Filistin’i bir tür laboratuvar olarak kullanmasından her toplumsal hareket kendince sonuçlar çıkarmalı. Çünkü kitapta, İsrail’in, ürettiği silahları ve güvenlik teknolojilerini ihraç ederken Filistin'deki savaşta test edilmesini bir tür referans olarak kullanması açıkça gösteriliyor.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, İsrail, NATO menşeili silahların test edilmesine de imkân sunuyor. Bu da muhtemelen, en az ihraç ettiği silahlar karşılığında elde ettiği uluslararası destek kadar, BMGK nezdinde de dokunulmaz olmasının sebeplerinden. İsrail’in kullandığı silahların arasında F-35 savaş uçakları NATO menşeili olan en gelişkin silahların başında geliyor. Türkiye’nin de savunma sanayisine ayırdığı yatırımın düzeyini ve yeniden F-35 almaya talip olduğunu varsayarsak, yukarıda saydığımız ve Türkiye’deki toplumsal muhalefeti oluşturan hareketlerin meseleyi daha ciddiyetle ele alması gerekiyor.
Ateş tüm bölgeyi sarmak üzere ve Türkiye bundan azade değil. Halihazırda süren Kürt savaşının yanı sıra, bölgedeki gerilimin artmasının Türkiye tarafından fırsat olarak değerlendirildiğini söylemek mümkün. Risklerin Kıbrıs’ta yoğunlaşması örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Misak-ı Milli hayallerini güncelleyen, Mavi Vatan projesini ortaya atan Türkiye’nin bölgesel savaşla birlikte bu hayallerini uygulamaya kalkışacağı tahmin edilebilir.
Ayrıca Türkiye, yayılma hayallerini beslerken, savaş karşıtı güçlere yönelik baskı ve zor kampanyası yürütecektir. Böylesi bir senaryoya hazırlıksız yakalanmak yerine, toplumsal hareketler arasındaki ittifaklar, seçim eksenli ele alınmasının ötesinde, bölgesel risklere de işaret ederek bir tür taban ittifakı biçiminde, savaş karşıtlığını da içeren ilkeler çerçevesinde örgütlenebilir. Türkiye’deki toplumsal muhalefetin hem üzerinde varlık bulduğu coğrafyada hem de Ortadoğu’da yaşanan savaşları durdurma amacıyla bir araya gelen gerçek bir savaş karşıtı hareket olarak örgütlemesi için zamanı gittikçe daralıyor.
Kemal Taylan Abatan kimdir?
6 Ağustos 1990 İstanbul doğumlu, kökleri Mardin'dedir. Lisans eğitimini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü'nde gördü. Yüksek lisans derecesini Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Anabilim Dalı'nda neoliberalizmin fikirsel temelleri üzerine yaptığı siyaset felsefesi tez çalışmasıyla aldı. Özel sektörün ardından bir süre Aryen Yayınları'nda serbest zamanlı editörlük yaptı ve bu süre zarfında çeviri kitapların yayımlanmasına katkı sundu. Akabinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarında araştırmacı olarak çalıştı. 19 ve 20. yüzyıl Ortadoğu ve Türkiye tarihleri, Kürt çalışmaları, Ortadoğu siyasetiyle birlikte Türkiye iç-dış siyaseti ve politik teoriler üzerine araştırmalarını sürdürüyor.