Yeni bir toplum yeni bir din
Ayhan Yalçınkaya
Devlet ve din var olabilmek için devletten gayrı bir siyasallığı, dinden gayrı bir dinselliği sürekli canlı tutmak, aynı anda da canlı tuttuğuna karşı sürekli mücadele etmek zorundadır. Bunun en önemli araçlarından ya da aynı zamanda işaretlerinden biri de –hepimizin diline pelesenk olan- din-inanç ayrımıdır. Din devletin el koyarak kamusal olarak takdim ettiği şey iken, batıl ya da değil, inanç kamusallaşması riskli kabul edilmiş olan, özel alana ait olduğu iddia edilen ve olabildiğince orada tutulması için gerekenin yapıldığı şeydir; sanki devletin dilediği anda müdahale edip düzenlemekten imtina edeceği bir özel alan varmış gibi. İşte bugün biz de bazı şeyleri din, bazı şeyleri inanç olarak sayarken aynı kamusal, devlet takıntılı meşrulaştırma tarzını yeniden üretiyoruz ki bu da genellikle çoğunlukçu bir din anlayışını savunmak anlamına geliyor. Çünkü çoğun yalnızca o kamusal meşruiyete sahiptir; onun dışındakiler ise yalnızca inançtır!
Şimdi çok ilgisizmiş gibi duran ama meseleyi sadeleştirebileceğini düşündüğüm bir örnek vereceğim.
HDP’nin LGBTİartı dostu bir parti olduğunu sanırım hepimiz kabul edebiliriz; hem kendi bünyesinde bu çevrelerden isimleri barındırdığı, hem buna dönük nefret politikalarına karşı muhalefeti, hem de kamusal düzlemlerde –yeterli ya da yetersiz-varlıklarını dillendirmekten geri durmadığı için. Buraya kadar her şey çok güzel değil mi? Peki, kendimize soralım: Neden böylesine önemli bir buluşmada tek bir LGBTİartı konuşmacı yer almıyor? Onların Cumhuriyet’e dair söyleyecek sözleri mi yok, sözlerini söyleyecek isimleri mi yok? İkisi de değil. HDP en üst perdeden, genel başkanın ağzından mikrofon ve kameralar karşısında LGBTİartı’lar üstüne söz geliştirirken, HDP’nin kendi organizasyonunda bir tek LGBTİartı’nın ilaç niyetine de olsa kamusal görünürlüğüne, sözünün kamusallaşmasına izin verilmemesine –eğer bu çok ağır geldiyse- bunun ihmal edilmesine ne diyeceğiz?
Tüm bunların benim konumla ne ilgisi var, değil mi?
Aslında çok basit: Heteronormativite dindir; queerlik ya da akışkan cinsiyetler ve cinsellikler ise bir inanç! Yeri geldiğinde kamusal düzlemde LGBTİartı haklarını savunuruz; BİZ savunuruz! Çünkü “bizim iddiamız mevcut kamusallığı ören iktidarın yerine geçmektir zaten ve bunun için en geniş kesimlerin taleplerini dillendirmekte bir beis yoktur.” El hak doğru! Tabanımız da mesajı net bir biçimde alır ama biz düzenlemiş de olsak ya da tam da böyle olduğu için, böyle bir buluşmada LGBTİartıların kendi ağızlarından, kendi sözlerinin ve görünürlüklerinin kamusallaşması bizim için de risktir; çünkü tabanımız onlardan oluşmuyor ya; malum “tabanımız hazır değil; umarım hazırlayacağız.” O vakte kadar? O vakte kadar “bu arkadaşlarımız” inançlarını özel alanlarında diledikleri gibi yaşasınlar! Buna müdahale edenin karşısında olacağız elbette.
Şimdi daha doğrudan yine HDP’den bir örnek verebilirim. HDP’nin çalışma/örgütlenme şemasına baktığınızda çeşitli komisyonlar, çalışma grupları, masalar karşımıza çıkar. Bunlardan biri de Halklar ve İnançlar’la ilgili. Buna göre HDP içinde bir İslam masası çalışma yürütüyor, bir de Alevi masası. Dışarıdan bir bakışla buradan nasıl bir sonuç çıkar?
Çok açık değil mi? İslam masası Türk/Kürt Sünniliğiyle ilgili bir masadır ve bunların İslam adını üstlenmesinde hiçbir beis yoktur; peki ya Alevilik? İslam mı değil, din mi değil? Yoksa İslam bir din mi değil? Hiçbiri: “İslam dindir; Alevilik inanç!” Bunun bir adım ötesi hep şikayet edilen Atatürkçülüğün İttihatçı saplantısıdır: Alevilik, sözde modern eğitim sistemi ve bilimsel aklın zor gücüyle ele ele vererek gidereceği “Batıl inançtır!” En iyisinden, hallice, Türklerin henüz “Yüksek İslam”dan nasiplenmediği döneme ait hatıraları ve inançlarını günümüze taşıyan bir inanç sistemi! Bu da mı olmadı, içinde Türk geçiyor? Aleviliği de toptan Kürtlere bağlayan Mezopotamya “araştırmacı-yazarları” imdada koşar, sorun değil!
Bu bakış açısı hepimizin içinde bir devlet yattığını göstermeye yetiyor bence. Hepimizin içinde bir devlet yatıyorsa bir de din yatıyor demek bu. Öyle ki çoğunlukçu Müslümanlığın din dediğine tam da bu yüzden din diyoruz ve içimizdeki devlet fısıldıyor, “öteki inançtır inanç!” Öyle ki neredeyse her Sünni HDP’li de, en az Sünni bir CHP’li kadar, bir Aleviyle karşılaştığında şu soruyu sorma cüretini gösteriyor, kendinde buna hak buluyor: “Eğer Alevilik de bir dinse, hani Kutsal Kitabı, hani Peygamberi?” Zaten din üstüne konuştuğumuz/konuşacağımız çok açık olduğu halde, benim için öngörülen başlığın din yerine, inanç sözünü içermesi (İnançlar ve Cumhuriyet) bir şeyi ifşa etmiyor mu; biz bilerek yapılmadığını, kasıt olmadığını düşünsek/bilsek bile?
Bir siyasal parti farklı kesimlerin, farklı dinsel grupların çıkarlarını dillendirebilir, onu kendi mücadelesinin bir parçası kılabilir ama o kesimlerin bütün talepleri o partinin kendi talepleri olmak zorunda değildir. Örgütsel şemasını bu taleplere göre şekillendirmek zorunda da değildir. Aksine, dillendirdiği talebe karşı kendi örgütü içinde, kendi tabanında mücadele bile yürütebilir. Örneğin Aleviler diyelim ki Diyanet İşleri’nin kaldırılmasına ilişkin bir talepte bulunuyor olabilir ve bu onları devletle karşı karşıya bırakabilir; iki eşitsiz gücün karşılaşması. Burada bir parti, diyelim Alevilerden oy alıyor diye ya da oy alabilmek için bu eşitsiz karşılaşmada Alevilerle birlikte davranabilir, ittifaklar yapabilir, çeşitli türden işbirlikleri kurabilir ama bu aynı zamanda eğer DİB’in kaldırılması o partinin kendi çizgisine karşı bir talepse, bu talebi parti olarak üstleneceği anlamına gelmez. Aksine doğrudan ve hatta bu talebi yükselten kesimler içinde, bu talebe karşı bir mücadele yürütmesine hiçbir engel yoktur; bir yandan onların devletle karşılaşmasında güçsüz ve yalnız kalmasına seyirci olmayı reddederken.
Demem o ki muhalif bir parti en başta, dini ve din siyasetini, dindarlara ve o dinin ruhbanlarına (bu terimi en geniş, en esnek anlamıyla kullanıyorum) terk edemez. Hele ki dinle ilgili sorunları yalnızca o kesimlere havale ederek, onların çözüm önerileriyle meseleleri halletmeye kalkışamaz. Çünkü din, yalnızca dindarların sorunu olmadığı gibi, dinle ilgili sorunlar da yalnızca ilgili din çevresinin sorunları değildir; dinin kurucu ve onaylayıcı mahiyeti gözetildiğinde, topluluğun topluluk olarak varlığı ve onayıyla ilgilidir. Devlet tarih sahnesine çıktığı andan itibaren, devletle din arasında nasıl, ne gibi gerilimler, çatışmalar olursa olsun ve bu mücadelelerden ister dinsel kesimler ve onların örgütleri, isterse devlet galip olarak çıksın, sonuç değişmeyecektir. Dar ve en geniş anlamıyla ruhbanın yani din adamından alimine, mollasına, melesine, fakihine, pirine, dedesine kadar…bu kesimler devletten gayrı, hatta devlete karşıt gözükse/olsa bile, ele geçirilmiş dinin yüzü daima devlete dönüktür ve bunun dinin şu ya da bu din oluşuyla doğrudan ilgisi olmadığı gibi, devletin mahiyetiyle de doğrudan ilgisi yoktur ya da biçimiyle.
O halde öncelikle dini ele geçirilmiş dinin dindarlarına karşı savunmak zorundayız. Yani dindarın –hele de çoğunlukçu dinin dindarının- daha fazla özgürleştirilmesiyle ilgilenmek yerine, dinin en baştan dinden/dindardan ve devletin elinden özgürleştirilmesine dikkat kesilmeliyiz. Devlet ve dinin ortaklığı mademki toplulukların kendilerini kurma ve kurduklarını onaylama haklarını ellerinden almalarıdır; öyleyse yapılması ya da gözetilmesi gereken şey de topluluklara bu hakkın iadesi, topluluğun bunu yeniden kazanmasıdır. Arayışlar, çözümler, bunlara dönük araçlar da bu perspektifle şekillenmelidir. Din ve devlet, bu hakkı elde tuttuğu sürece, kendi biriciklik ya da hakikat iddialarını gereği, kendi kurma ve onama biçimlerini başka topluluklara da dayatmakta, en ılımlı gözüktüğü anda da başka toplulukların varlığına en fazlasından kendince bir hoşgörü göstermektedir. Oysa ihtiyaç duyulan şey hoşgörünün genişletilmesi, zenginleştirilmesi değil, bu din ve devletin elinden biriciklik ve hakikat olma iddiasının alınmasıdır; ez cümle bir hakikat olarak devletin devlet, dinin din olmaktan çıkarılması. Ah! Ama nasıl?
Ümit Hassan Hocamızın kulaklarını çınlatırsak, fatihler fethettikleri tarafından fethedilirler. Din, dini ele geçirir ve o, batıl inanç olarak, en soysuz biçimleriyle dini ele geçirir. Devlet, siyasalı ele geçirir ve siyaset en soysuz biçimleriyle devleti. Devlet, dini ele geçirir ve din, en soysuz biçimleriyle devleti. Din, devleti ele geçirir ve devlet en soysuz biçimleriyle dini. Artık yapılması gereken bu dinin ve devletin doğasına gömülü ilanihaye sürüp giden döngünün kırılmasıdır. Bu döngü kırılmadıkça elimizde kalan şey, orta terim olarak, soysuzluktan başka bir şey olmayacaktır. Bu döngüyü kıracak araçlar ya da bu araçları keşfetmemizi, inşa etmemizi sağlayacak olan yollar da devletin ya da dinin sözüm ona öz ya da ana kaynaklarında değil, orta terim olan soysuzluğun tam kalbindedir. İhtiyaç duyduğumuz soyluluk tam orada aranmalıdır; din olmayan başka bir din, devlet olmayan başka bir siyasallık. Bu aynı ama başka bir toplum anlamına da gelece ktir kuşkusuz. Kuşkusuz bir başka ve en önemli şeyin de inşası.
Onu, en başa dönerek, en sona saklayacağım şimdilik. Eğer bu toplantı, yükünü üstlenmeye talip olduğu demokratik cumhuriyetin inşasına dönük bir toplantı olarak kabul edilecekse, yalnızca cumhuriyetten değil, yeni bir toplumdan da söz edeceğiz demektir ki bunun için de öncelikle çok alışkın olduğumuz bir şeyi yapmaktan vazgeçmemiz gerektiği kanısındayım ki içinde bulunduğumuz yıl, Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğu için bu bolca yapılacaktır zaten; bilanço çıkarma. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne şu ya da alanda, şu ya da konuda bilanço çıkarmak, eleştirel tavrın yalnızca bir yarısıdır ama bunun diğer yarısını ihmal etmiyor muyuz çokça; her ne kadar dilimize pelesenk etmişsek de: Yüzleşme? Yüzleşme aynı zamanda ne adına, kimleri temsilen –yalnızca kendimizi temsilen konuşuyor olsak bile- konuşuyorsak, o kesimlerin “suç ortaklığını” saptamak ve bu ortaklığın Cumhuriyet’in hangi vasfından beslendiğini, kendimizi nasıl olup da o Cumhuriyet’e iliştirdiğimizi, bundan nasıl nemalandığımızı ya da pay aldığımızı da işaret etmeyi gerektirir; bu muhalif çevrelerin tümü için geçerli olmalı, değil mi? Kadın hareketi, Alevi hareketi, Kürt hareketi, kimlikçi her siyaset, sınıf siyaseti, din siyaseti, vs. vs. akla kim gelirse? Cumhuriyet’le yollarımız nerede ve nasıl kesişti? Kesişmeye devam ediyor? Demem o ki –ben yine Alevilerden örnekleyeyim- Cumhuriyet Dersim’i yakıp yıkarken “Ey Aleviler siz ne yapıyordunuz?” demeyi gerektirir ve bunun ötesine geçip bir suçlama cümlesi gibi bunu Alevilere fırlatmak yerine, ilişkilenme/iliştirilme/ilişme biçimleri üstüne düşünmeyi ve anlamaya çalışmaya. Yani yüzleşmeden ne bir Katolik gibi günah çıkarıp arınmayı, ne de hiçbir şey olmamış, biz, herkes Cumhuriyet’in dışında, başka bir uzayda yaşıyormuşuz gibi, bütün günah Cumhuriyet’inmiş gibi suçu ona yıkmayı ve bunu da eleştiri saymayı…anlıyorum. Bu eleştiri değil; Spinoza’nın sözünü ettiği Osmanlılıktır, yani dinsel bir tutumdur!
Yeni bir Cumhuriyet’in peşindeysek yeni ama demokratik bir toplumun olmazsa olmaz iki temeli, çok eskidir: Emek demokrasisi ve cinsel demokrasi. Ben buna üçüncü bir demokrasiyi daha ekliyorum: Dinsel demokrasi. Şu anda ne yazık ki bu üç doğrultuda da mevcut Cumhuriyet’ten pek de koptuğumuz söylenemez. Yeni bir Cumhuriyet, demokratik bir Cumhuriyet mi istiyoruz? Mademki temellerden biri emek demokrasisidir; öyleyse gözümüzü sınıf mücadelelerine, yoksulluğa, toplumsal artının üretimine ve paylaşımına; mademki temellerden biri cinsel demokrasidir; öyleyse gözümüzü en başta LGBTİartılara, kadınlara; madem ki temellerden biri dinsel demokrasidir; öyleyse gözümüzü en başta dinsizlere, ateistlere, deistlere, agnostik ve gnostiklerin heretik formlarına ve nihayet Alevi, Kızılbaş topluluklara; nihayet siyasal bir demokrasiden mi söz edeceğiz; öyleyse gözümüzü her devletin anlamını, işlevini ve sınırlarını zan altında bırakan sans-papiers’lere, mültecilere, göçmenlere, anarşistlere ve komünistlere dikeceğiz! Benim konum din olduğu için doğrudan ona atlayıp sözümü bitireceğim ki zaten bugün burada LGBTİartıların ve başka bazı çevrelerin yokluğundan bile anlaşılıyor ki cinsel ya da siyasal demokrasi üstüne konuşmak bile, bırakalım yüzleşmeyi, bilanço çıkarmak bile, çok lüks kaçacak.
Şimdi en başa döneceğim yeniden; Vasıf Ülkü Takvimi’ne: Hatırlayalım; Vasıf Ülkü Takvimi’nin 9 Şubat 2023 tarihli yaprağına göre, “kendi kendini idare etmeyi öğreten yönetim, en iyi yönetim”di. Zurnanın zırt dediği yer, yönettiklerine kendilerini yönetmeyi öğretecek yönetimin, yönetmeyi nereden ve nasıl öğrendiğidir; eğer yönettiklerinin dışında bir dünyadan, uzaydan gelmediyse? Az çok siyasal antropolojiye, özellikle de Sahlins’e aşina olanlar kimi ilksel topluluklarda yönetici şefin ya da kralın o topluluğun, hatta insani varoluşun bir parçası, bir üyesi, bileşeni sayılmadığını, örneğin onun insan formunda yırtıcı bir hayvan, örneğin “karada yaşayan bir köpek balığı” ya da bize bugün daha tanıdık geleceği gibi, bir tanrı, bir peygamber olduğunu kabul ettiklerini ve buradan hareketle de örneğin kralın ya da şefin gözlerine bakmayı asla tasavvur bile edemediklerini, bunun kendi üstlerine laneti çekmekten öte bir anlam taşımayacağını bildiklerini az çok hatırlayacaklardır.
Bu ve benzeri örneklerden, kestirmeden “zaten her yönetimin kendini kutsallaştırdığı” sonucunu çıkarabiliriz ama oraya gitmeden şu sonucu çıkarmak daha makul geliyor bana: Yönetme işi kesinlikle ve kesinlikle insani dünyaya ait sayılmadığına göre, insana layık görülecek bir iş de değildir. Yani yönetim, baştan beri siyaset ve siyasallık anlamında kullandığımıza göre siyaset/ siyaset eylemek hiçbir insana has olmadığı gibi, herhangi bir insan üzerinde işleyecek bir şey de olamaz. Yönetilecek olan asla insan olamaz. Oysa insanları birbirine bağlayarak onları bir topluluğa dönüştüren şey siyasal bağdan gayrı değildir. İnsan ne yönetmek ne de yönetilmek için vardır. Ancak devlet tam da yönetmeyecek ve yönetilmeyecek insanı yönetilebilir ve yönetebilir bir varlığa dönüştürerek var olmaktadır. İnsanın ne yönetir ne yönetilir mahiyetteki siyasal varlığını ve bu varlığı mümkün kılan siyasal toplumu, siyasal bağı dağıtarak sahneye çıkmaktadır.
Buradan hareketle ve yukarıdaki afaki örnekleri de gözeterek diyebiliriz ki her devlet aslında kendi yönetme hakkını bir kutsallığa, ister kendi dışında, ister kendi kutsallığına dayanarak ve bunu yaparken de insanın gerek kutsal olma hakkını, gerekse kutsalın yüceliğini imha ederek elde edebilir. O yüzden, kabul edelim etmeyelim; hoşumuza gitsin ya da gitmesin; bütün devletler, tarihinden, biçiminden bağımsız olarak kutsalın en azından paydaşıdır; eğer ta kendisi değilse. Bunu mümkün kılan da, artık söylemeye gerek var mı bilmem, dinin ta kendisidir! Bizzat önce din tarafından gasp edilmiş dinin kendisi! Elbette kimi eğilimler bize devletin kutsal olmadığını, ancak yönetebilmek için kutsalmış gibi yaptığını ya da kendine bunu atfettiğini söyleyebilirler. Eh, kısmen haklı da olabilirler. Ama hiçbir devlet kutsala bulaşmadan, ondan pay almadan, kutsala kesmeden yönetemez. Onun kutsallıkla ilişkisini kesme girişimimiz nihayetinde en iyi niyetli yaklaşımla ya “hiçbir şeyi kurtaramıyoruz, bari devlet kutsalı bize bıraksın”ın ifadesidir ya da “devlet kutsallık iddiasını bir yana bırakıp –bence tümüyle hayali olan- bize, insana hizmet için var olduğunu hatırlayıp bize hizmet etsin”in ifadesidir. Ben ikisini de savunmadığım gibi, üçüncüsünü de savunmayacağım: Yani “kutsal devletin elinden alınıp insanlara aktarılsın” filan da demeyeceğim; “kutsal olan insandır, devlet değil” gibi bir yere gitmeyeceğim. Emek demokrasisi, cinsel demokrasi ve bunlara eklediğim dinsel demokrasi, kutsalın devletten alınarak tüm insanlara paylaştırıldığı bir şey olmamalı. En başta devletin ve ayrı-kurumsallaşmış dinlerin elinden alınarak, insanı bulunduğu çevredeki diğer tüm canlı-cansız varlıklarla birlikte –yeniden- kutlu kılabilecek….ama her durumda merkezinde insanın durduğu ve her şeyin o merkeze göre değerlendiği bir dünya bizi yeniden hikayenin en başına taşımaktan başka ne işe yarar?
Ancak bu riski içerse bile, bununla sınırlı bir girişim bile, kuşkusuz “demeyeceğim” dediğim şeyleri de kapsayacaktır; yani kutsalın ve artık aynı anlama gelebilecek olan dinin demokratik dağılımı ile paylaşımı; hiç kimsenin ve herkesin; kimsenin ve herkesin üstünde, kimseden ve herkesten öte kutsalın sahiplenilmesinden, özel mülkiyete kaydedilmesinden kurtarılması; kutsalın yeniden ele geçirilemeyecek bir biçimde herkesin dışına atılarak sözcülüğünün, sahipliğinin reddi ve böylece herkesin dışındaki kutsalın eşit biçimde her canlıyı kutsal kılmasının sağlanması. Bu bile yetmediğine göre, şimdi yeniden düşünmeye başlayabiliriz: İnsanın, nihayet din ve devletin, ele geçirmiş olduğu, en başta insan olmak üzere canlı-cansız tüm doğayı ezen kutsalın üstün yüceliğine karşı, ölüm ile tescilli yüceliğin üstün kutsallığını nasıl kavramsallaştırabiliriz? Hiç kimsenin ama herkesin; hiç kimseye ama herkese. İçinde yaşadığımız bu deprem-katliam günlerinde bu soru çok mu lüks? Emin değilim ama mevcut Cumhuriyet’in yüzüncü yılında demokratik bir cumhuriyet peşinde olan herkes, bu aynı zamanda yeni bir devlet ve toplum anlamına geliyorsa yeni bir din anlamına geldiğini de unutmamak zorundadır. Çünkü her yeni devlet, kuşkusuz yeni bir din yaratır; en soysuz biçimiyle bile olsa, kendi kafir köklerinin tarihsel diriliğini üstlenme iddiasındaki her din de yeni bir devlet yaratabilir. Ama hangisi tecelli ederse etsin, devlet varsa din yoktur; din varsa devlet yoktur! Yedi derviş bir posta oturur da iki hükümdar bir tahta sığmaz!
BİTTİ
Ayhan Yalçınkaya: 1964 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden emekli olan akademisyen Yalçınkaya'nın Alevilik, Bektaşilik, Azınlıklar, Etnik gruplar kategorilerinde çok sayıda çalışması kitap olarak yayımlandı.