Zamansız depreşen 12 Eylül anıları
Kamil ERDEM
80’lerin son yıllarında Almanya’daydım. Bir grup arkadaş, Köln’ün merkezinde bir Türk lokantasının müdavimi olmuştuk. Hoş bir mekandı, sanki bir esnaf lokantasıyla o zamanların Beyoğlu balık pazarındaki mütevazi bir meyhanenin "kırması" gibiydi.
Lokantanın sahibi İbrahim, 12 Eylül mağduruydu. İşlemediği bilmem hangi suçtan, bilmem kaç yıla mahkum olunca çareyi Almanya’ya iltica etmekte bulmuş, sonunda bir düzen tutturup bu lokantayı açmıştı. Ailecek arı gibi çalışırlardı. İşleri de fena değildi. 10-12 masalık küçük bir yerdi ama özellikle akşamları değil boş masa, boş sandalye bile bulunmazdı.
Bazen öğleden sonraları da uğrardım. O saatlerde pek kimse olmadığı için ara sıra İbrahim’le sohbet ederdik. Bir seferinde konu nasılsa tatilden açılmıştı; işi gücü bırakıp da tatile çıkamıyormuş pek. Zaten Türkiye’ye gidemiyordu, gitmesi hapse girmesi demekti. Vatandaşlıktan da çıkarılmıştı.
Ama bir yaz, özellikle vakit yaratıp Atina’ya, oradan da Türkiye’nin yanıbaşındaki adalardan Samos’a gitmiş. Adanın Türkiye sahillerini en yakından gören köyünde "Türkiye’ye nazır" bir masaya kurulup saatlerce bir yandan demlenmiş, bir yandan da vatanını "seyredip" hasret gidermiş.
O anda o, olanca sakinliği ve yüzünde hafif bir tebessümle sıradan bir hikaye anlatıyor gibiydi. Aynı anda ben, hiç unutamayacağım sıradışı bir hikaye dinliyordum.
Çünkü o zamana kadar vatan hep daha "sert" çağrışımlar yapardı. Ciddi yüzler, gür sesler, marşlar, şiirler... Öyle öğrenmiştik. Gözler ileri, başlar yukarı, gündüz törenler, gece fener alayları... Öyle alışmış, öyle "aşılanmıştık".
Oysa bu kez, üstelik de bir "vatansız"dan dinlediğim vatan hikayesi çok farklı bir üsluptaydı; saf, gösterişsiz ve sessiz.
Gidemediği vatanını hiç değilse "seyredebilmek" için Almanya’dan kalkıp, ta Yunanistan’a giden bir "vatansız"!
***
İbrahim’i vatansız kılan iradenin başı, o sıralarda emekliliğine hazırlanıyordu. "Çalışırken" vatanını koruma ve kollama vazifesini bihakkın yerine getirmiş, gençleri beslememiş asmış, çocukların yaşını büyütüp asmıştı. O da böyle seviyordu vatanını; öldüresiye! Üstelik emekli olunca da asmaya devam etti.
Ama artık gençleri, çocukları değil, Marmaris’te yaptığı resimleri sergi salonlarının duvarlarına asıyordu. Üstelik o tablolar asılı oldukları duvarlarda pek de uzun süre kalmıyor, kapış kapış satılıyordu, ederinin bilmem kaç misline.
Sahi, kim, ne kadar para vererek satın almıştı o tabloları? Merak edenler konuyla ilgili birçok yazıya internette ulaşabilir.
Ama okuyacak vakti olmayanlara da çarpıcı bir bilgi aktaralım; 1998’de bir tablosuna ödenen fiyatla, kendisi "yaşayan en pahalı Türk ressamı" oluyor! Sanatın ve sanatçının dostu işte böyle olunur!
Ya alıcı? Kültür Bakanlığı Resim Heykel Müzesi, yani devletin ta kendisi. Ama bu "cömert" alıcılar elbette devletten ibaret değil. Adeta bir yarışa tutuşmuş gibi sanatsever iş adamları. Siz iyisi mi şu yazıları bir okuyun. Hem ödenen rakamları da öğrenmiş olursunuz.
Bu arada rakamlara bakarken yılı da atlamayın; 1998! 12 Eylül geleli on sekiz, gideli on beş yıl olmuş. Ama "zengin" gönüllerde halâ capcanlı!
***
12 Eylül’e bu "yatkınlığımız" resimseverlerle sınırlı değil elbette. Böyle söylemek haksızlıktan öte, iftira olur. Öncesiyle ve sonrasıyla bütün sınıf aynı notu almıştık o sınavda.
Öncesinde askeri sık sık "göreve" çağırdık. Geldiler, selam durduk. Bu selamlar bazen başmakale suretinde görünürdü.
Muktedirin mitinglerine yüksek katılımlarla icabet ettik, sevgi tezahüratlarında bulunduk. Yetmedi, yüzde doksan ikiyle "sen başımızda kalmaya devam et" dedik.
Anayasası ise hala yürürlüktedir.
Ama otuz küsür yıl sonra, ahı da vahı da gitmiş muktedir ve silah arkadaşını hiç katılmayacakları duruşmalarda yargılayıp, hiç çekmeyecekleri ağır cezalara çarptırdık. Ömrü vefa edip de göreydi, dertlenip isyan etmez miydi Pinochet, "benim günahım neydi" diye?
***
Ben 12 Eylül’de "devrimcilerin kalesi" ODTÜ’de öğrenciydim. 13 Eylül 1980 sabahı ODTÜ "yeni bir güne merhaba!" dedi; ortalık süt limandı. Devrim devrildi.
Deviren de 12 Eylül falan değildi. Zaten çoktandır devrik deşikti ve topu topu on yıl sonra da topyekün devrilecekti.
12 Eylül dökülen kanı durduracağım diye geldi, kan döktü ve gitti. Peki, gidince kan durdu mu?
Bayrak yarışında kendi mesafesini koşan bir atlet gibiydi. Bayrağı kendinden öncekinden aldı, kendinden sonrakine verdi. Bayrak bir o elde bir bu elde, hiç durmadı koştu. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kan da hiç durmadı aktı.
***
12 Eylül’ün siyasete, ekonomiye, eğitime, sosyal hayata etkileri çok yazıldı, ihtimal, daha da yazılacaktır.
Popüler kültürle ilgiliyse bir "Türkiyem Türkiyem Cennetim" şarkısı vardı, o günlerden aklımda kalan. "Düşmanlarım mert değil, hepsi de namert!" derdi bir yerinde. Şair burada mert düşmanlara olan hasretini dile getiriyordu. Ancak hangi savaştaki hangi düşmanların kastedildiği bilinmiyordu.
Böyle şarkılara karşı bir nevi kulak bağışıklığı geliştirmişizdir, ama bir de kostüm hatırlıyorum hayal meyal, tepeden tırnağa Türk bayrağı. Bayrağı sahne kostümü olarak giyinmek saygı mıdır saygısızlık mı, işte bunu çözememiştim.
***
Bir okuma yazma seferberliği kalmış aklımda, tabii ne ilkti ne de son, ama kapsamlı ve etkili bir seferberlikti. Galiba 1981’de başlamıştı. Ondan otuz beş yıl önce de demokrasiye geçmiştik.
Kültür ve sanatta olup bitenlere gelince; müzik değil de tiyatroyla ilgili televizyonda tesadüfen izlediğim bir sahneyi hiç unutamam.
Duayenler duayeni, hocaların hocası, yaşı 12 Eylül komutanlarından hayli büyük bir devlet sanatçımız, katıldığı bir törende tüm aktörlük yeteneği ve belagatiyle muktediri övmüş, konuşmasının sonunda da "ben bu eli öperim" deyip, eğilip elini öpmüştü.
Sadece bir kişilik zaafına mı şahit olmuştuk? Yoksa güce taparlığın şiddetli bir patlama anı mıydı gördüğümüz?
Bunu da çözememiştim.
Kim bilir, belki de bütün millet adına bir "jest" yapmak istemişti büyük aktör. Hepimizde var olduğunu düşündüğü otorite aşkını temsilen o anda bir tek kişilik oyun sahneye koymuş, ustalıkla da oynamıştı.
Belki iyi de etmişti. Sıraya girip de tek tek el öpemezdik ya!
***
Neydi peki 12 Eylül? Kime karşı, kimden yanaydı? Nasıl geldi, ne oldu da gitti? Berbat ettiği kadar âbâd ettiği hayatlar da olmuş muydu?
Hele bunları hiç çözememiştim.
Ama ne sadece bir tarihti, ne sadece bir darbe, ne sadece bir dönem. Sanki iki yüze sığmaz bir onikiyüzlülük hikayesiydi, iyi bakılırsa her evdeki her aynada halâ görülebilen...