AKP iktidarı döneminde demokratikliğini, özerkliğini ve özgürlüğünü kaybetmiş üniversiteler (1)
'Türkiye’de ekonomik ve sosyal haklar geriledikçe, demokrasi ve barış mücadeleleri sınırlandıkça demokratik ve özerk üniversite gerçekliği de bu süreçten etkileniyor.'
19 yıldır iktidarda olan AKP ile birlikte üniversitelerin sayısı artarken, akademinin niteliği zayıfladı. Son yıllarda sıkça karşılaşılan liyakatsiz atamalar, OHAL sonrası KHK’lerle yaratılan güvencesiz ortam, sahte diplomalar, intihaller ve Melih Bulu’nun ataması ile son olarak gündeme gelen rektörlerin atama usulü ile görevlendirilmesi, bunun karşısında direnen üniversitelerin polis ablukasına alınması, öğrencilerin tutuklanması AKP döneminde üniversitelerin demokrat, özerk ve özgür yapısının tamamen kaybolduğunun kanıtı niteliğinde.
Önce Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin itirazıyla başlayan, sonra diğer üniversitelere de yayılan rektörlerin seçim usulüyle göreve gelmesine karşı yeniden yükselen 'demokratik, özerk ve özgür üniversite' mücadelesini Eğitim Sen Genel Başkanı Nejla Kurul ile konuştuk. Konunun kapsayıcılığı, sohbetin uzunluğu nedeniyle yazıyı ikiye bölerek ilk kısmında rektörlerin seçim yerine atama usulü ile belirlenmesi sonucu yaşanan baskı ortamını ve üniversitelerin mekânsal olarak durumunu değerlendirdik. Daha sonra yayınlanacak olan ikinci kısmında ise akademik etik ve son zamanlarda AKP'lilerin sıkça kalkan olarak başvurduğu 'elitizm' tartışmasını ele aldık.
‘ATANMIŞLAR, ÜNİVERSİTEYİ ATAYANIN GÖZÜNDEN GÖRÜR’
"Üniversiteler neden özerk olmalı, rektör neden seçimle gelmelidir?" sorusuna cevap veren Kurul, rektörlerin siyasetten gelmesinin akademiye olan zararlarını şöyle anlattı: "Demokratik ve özerk bir üniversitede, üniversite yöneticileri üniversite topluluğunun üyeleri arasından seçilirler. Bunun nedenlerinden birisi, üniversiteler yaşamın kaynaşmalarını ona en yakın olanların, onun içinde yaşayanların bileceğine ilişkin görüştür. Dışarıdan gelenler ise bürokrasinin dar bir penceresinden hayata bakarlar, daha çok kendilerini atayan kişilerin gözlükleri ile üniversite yaşamını görürler.
‘DIŞARDAN GELEN BASKIYA KARŞI İÇERDEN KORUR’
"Üniversitede mevcut baskıcı, gerçeklikten kopmuş yasaları aşan bilgi üretimi ve yayma faaliyetlerinin hükümetler, şirketler ya da baskı grupları tarafından engellenmemesi için üniversiteler özerkliğe, bilim topluluğunun üyeleri de akademik özgürlüklere gereksinme duyarlar. Üniversite içinde seçilmiş rektörler akademik topluluğun üyelerini dışarıdan gelebilecek baskı ve tehditlere karşı korumalıdırlar. İçeriden atanan bir rektörün içinde yaşadıkları üniversitenin geleneklerini, kültürünü ve amaçlarını ve düşlerini bildiği varsayılır. Tepeden atanan rektörlerin sadakati kendilerini atayan makamlaradır, topluma, tüm çeşitliliği ile ulusa ya da üniversite bileşenlerine değil."
Kurul, bugüne kadar üniversite bileşenlerinin yöneticilerini seçme hakkının son yarım yüzyıllık tarih içinde iki dönemde yok sayıldığını belirterek şöyle devam etti: "İlki 12 Eylül 1980 askeri darbesidir, ikincisi ise 2016’da 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL kapsamındaki kanun hükmündeki kararnamelerle seçimlerin tekrar kaldırılmasıdır. 1992’de seçim ve atamanın bir arada olduğu sistem gelmişti. Yaklaşık dört yıldır üniversitelerin rektörleri OHAL döneminde çıkarılan bir yasa ile atama yöntemi ile belirleniyor.
‘KAYYIM ATAMA SÜRECİYLE BENZERLİK GÖSTERİYOR’
"Boğaziçi Üniversitesi’nde yerleşik bir demokrasi geleneği vardır, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı bir üniversitedir; üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler üzerinde bir gölgenin oluşması bu gelenekte onur kırıcıdır. Bir süredir atama olgusunu sindirmeye çalışsalar da yeni durumda Boğaziçi Üniversitesi içinden değil, dışarıdan bir kişi rektör olarak atanmıştır. Prof. Dr. Melih Bulu Boğaziçi Üniversite’nin veya herhangi bir kamu üniversitesinin herhangi bir fakültesi ya da bölümünde kadrosu bile olmayan vakıf üniversitesinden bir öğretim üyesidir ve rektör olarak atanmıştır. Atama biçimi, rektörün atanması sizin de ifade ettiğiniz gibi ‘kayyım atama’ süreci ile benzerlik göstermiştir."
‘BULU, İSTİFA NOKTASINA GELMİŞTİR’
Bulu’nun iktidar olması için akademisyenlerin onu ‘tanıması' ve meşru görmesi gerektiğinin altını çizen Kurul, "Akademisyenler toplantılara katılmıyor, öğretim üyelerinin rektör yardımcılığı ve danışmanlık görevlerini kabul etmediğini öğrenmekteyiz. Rektörün varlığı sorgulanır duruma gelmiştir. Bir yandan akademisyenlerin bir yandan da öğrencilerin protestoları sürüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin bu duruşu kamuoyu tarafından da desteklenmiş görünüyor. Rektör ‘niçin istifa edeyim ki?’ diyor, bunu diyorsa istifa noktasına gelmiş demektir. İşlevi üniversiteyi geliştirmek olmayacaktır; kadro ve ödenek tehdidi ile ‘tanınma’ kavgası verecektir. Bu durumda rektör olamaz" değerlendirmesinde bulundu.
‘DİLSİZ, DUYMAYAN, GÖRMEYEN MEKÂNLARA DÖNÜŞTÜ’
AKP’nin ülkeyi yönettiği 18 yıl boyunca üniversitelerin uğradığı değişime dikkat çeken Kurul, "Üniversiteler 12 Eylül askeri darbesinden beri neo-liberal ve muhafazakâr etkilere açılmışlardı. Ne var ki son 18 yıl içinde süregelen bu iki siyasal yönelimden de güç alarak keyfiliğin ve sınır tanımazlığın bir alanı oldular. Üniversiteler üzerinde neo-liberal ve muhafazakâr milliyetçi etkiler halen derinleşerek devam ediyor. OHAL döneminde, yedi bine yakın akademisyenin KHK’lerle ihracından sonra akademi ciddi biçimde ‘güvencesizlik’ tehdidi ile karşı karşıya kaldı. Akademisyenler sessiz sedasız derslerine giren, araştırmalarında daha çok oto-sansür uygulayan, üniversite içinde rektörlerin ve dekanların işlerine karışmayan bireyler olarak varoluşlarını sürdürüyorlar. Üniversiteler bir dönem Bakanlıkların çeşitli politikaları karşısında söz kurabilen ve öneri getirebilen mekânlarken şimdi dilsizler, duymuyorlar ve görmüyorlar. Hukuksuzluklar artıyor hukuk fakültelerinden bir ses çıkmıyor. Pandemide uzaktan eğitimde pek çok sorun yaşanmasına karşın fakültelerde siyasal iktidara söylenen söz nerdeyse yok."
‘GENÇLERİN, DİPLOMALARI VE EMEĞİ DEĞERSİZLEŞTİRİLİYOR’
Diplomalı işsiz sayılarının giderek yükselmesine ilişkin konuşan Kurul, "Bu durum gençler açısından ‘okuduk da ne oldu?’ gibi soruların sorulmasına neden oluyor. ‘Ne kadar az okursam o kadar iş bulma olanağım artar’ diyen genç, ‘ne kadar erken iş bulursam o kadar iyi olur’ diyor kanımca. İşsizlik ve bağımlı bir yaşam sürdürme kaygısı bir işe girildiğinde güvencesizlikle buluşuyor. Sanki bir an işi var, bir anda da işini kaybedecek koşullar yaşanıyor. Çok açıktan olmasa da eğitimi, diplomaları ve emeği değersizleştiren bir yaklaşım sergileniyor.
‘DİPLOMALI İŞSİZLER İKTİDARIN UMRUNDA BİLE DEĞİL’
"Eğitim ve istihdam arasındaki bağ hiç bu dönemde olduğu kadar kopmamıştı. Önceden emek gücü planlaması ve eğitim planlaması gibi çalışmalar yapılır ve kapitalizmin yapısal bir sonucu olan işsizlik sorunu bir nebze de olsa önlenmeye çalışılırdı. İşsizler, diplomalı işsizler siyasal iktidarın umurunda bile değil. Güvenlik soruşturmaları ile eleme, kayırma, torpil zaten az olan iş fırsatlarının doldurulmasına ve gençler arasında umutsuzluğa yol açıyor. Türkiye’de radikal sosyal ve ekonomik politikalarla, istihdam yaratacak doğa ile uyumlu üretim alanlarının ortaya çıkarılması, kooperatifleşme, çalışma saatlerinin azaltılması, ücretler değişmeden mevcut işlerin işsizlerle paylaşılması, temel gelir sağlanması gibi politikaların üzerine düşünmek gerek" dedi.
‘ÜNİVERSİTELER, ÖZERKLİK VE ÖZGÜR BİLGİ İÇİN HAREKETE GEÇECEKLER’
Tüm baskı koşullarında üniversitelerin özerk, özgür ve demokratik yapısının korunması için verilen mücadeleye değinen Kurul, sözlerini şöyle sürdürdü: "Üniversiteler ve toplum birbirlerini etkiler ve birbirlerinden etkilenirler. Erdoğan rejimi otoriterleşmiştir; düşünce ve ifade özgürlüklerini sürekli baskılamaktadır. Türkiye demokrasisi bu bağlamında gerilemiştir. Ekonomik krizler siyasal krizlere yol açmış, sonuçta bilimde, siyasette, sanatta çorak bir iklim ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ekonomik ve sosyal haklar geriledikçe, demokrasi ve barış mücadeleleri sınırlandıkça demokratik ve özerk üniversite gerçekliği de bu süreçten etkileniyor. Üniversitede pek çok haklarımızı kaybettiğimiz gibi, duyularımız ve duygularımız bile sömürgeleştirilmiş diye düşünüyorum. Ne var ki iktidar her zaman kırılgandır, Türkiye toplumu ve entelektüelleri kendi içine kıvrılmış durumda uzun süre yaşayamazlar. Kendi içlerine kapanan güçleri açığa çıkmaktadır, Boğaziçi Üniversitesi’nde olduğu gibi, insani güç yetilerimiz daha da açığa çıkacaktır da. Üniversiteler özerklik ve akademisyenler özgür bilgi üretimi ve yayılması konusunda, Türkiye yurttaşları ve toplumla birlikte sosyal, demokratik ve laik bir toplum inşası için harekete geçeceklerdir.
‘SESSİZLİK KÜLTÜRÜNÜ ORTADAN KALDIRMAK GEREKİYOR’
"Öncelikle bireysel yalnızlıktan kurtulmak, kolektif çalışmalar yapmak, akademi içindeki farklı mahallelerle karşılaşmak ve toplumsal dinamiklerle buluşmanın yollarını, yeni yollarını aramak gerekiyor. Düşünür Paulo Freire’ye kulak vermeli: Tarihi gerileten iktidarların hedefleriyle uyumlu hale gelmemek, inanmadığımız değerler karşısında boyun eğmemek, böl-yönet taktikleri karşısında çeşitlilik içinde birlik mücadelesi vermek, her türlü kültürel istilayı, özgür, çoğulcu, özerk üniversite kültürüne dönük istilayı reddetmek gerekir. Tüm bunlar zaten oldukça yerleşmiş olan ‘cezalandırıcı bir kültürü’ yeniden üreterek değil, yaşama söz ve dille müdahale ederek, iletişim ve etkileşim içinde olarak, konuşarak, tartışarak, müzakere ederek, hep birlikte nasıl yaşayacağımız konusunda ortak kararlar vererek mümkündür. Kanun Hükmünde Kararnamelerin ek listelerine konularak ihraç edilen yüzlerce arkadaşım gibi, ben de üniversiteler hakkında düşünüyor ve konuşuyorum. ‘Sessizlik kültürü’nü ortadan kaldırmanın, kendisi ve onu sarmalayan toplum ve yeryüzü hakkında düşünme, hissetme ve konuşmanın olanaklarını canlandırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum."