“Bedelini ödediğim hayatı sorgulamak size düşmez”
Rodos nezarethanesinin duvarlarında, Türkçe yazılmış onlarca yazı ve isim bulmanız mümkün. Her uğrayan duvarlara bir şeyler karalamış. Okuyacak bir şey bulamayınca, ben de duvar yazılarını okumaya başladım. Bir şiir gözüme çarptı. Şiirin altında “Bedelini ödediğim hayatı sorgulamak kimseye düşmez. İmza Çeto,” yazıyordu.
Şiiri, yazılanları, isimleri tek tek bir kâğıdın arkasına not almaya başladım. Kos Cezaevi’ne girdiğimin sanırım ikinci günüydü. Etrafımı çeviren ve neden orada olduğumu merak eden Türkiyeli mahkûmların meraklı gözleri arasındaydım. Bir küçük, yuvarlak plastik masa getirildi hemen ortamıza. “Çay geliyor abi birazdan,” müjdesi veren Berati arkasını dönüp çay getirmeye gidince, gözüm masanın üzerine karalanmış yazılara takıldı. Siyah kalemle masanın bir kenarına karalanmış “Çeto” ismi hemen dikkatimi çekti. “Kim bu Çeto yahu” diye sorunca, oturduğu kırık sandalyeden “benim abi” diyen yüzle karşı karşıya geldim. “Şiirini okudum,” dedim tebessüm ederek. Tebessüm ederek başını öne eğdi hafiften.
CEZAEVİNDE YATMANIN BİLEK İŞİ DEĞİL, AKIL İŞİ OLDUĞUNU SÖYLEDİĞİMDE ŞAŞIRDILAR
İsmi Gökhan. Yazı dişinin birinci bölümünde bahsetmiştim biraz ondan. Hani cezaevine ikinci kez gelen, hani serbest bırakıldıktan sonra deniz yatağıyla Kos’tan Bodrum’a dönmeye çalışan Gökhan. İşte bu Gökhan’ın cezaevine ilk gelişi 2016 yılının Ocak ayında olmuş. Deniz yatağıyla adeta bir Odessyus gibi bir maceraya atılıp yurduna dönme mücadelesi onu biraz da ünlü yapmış. Kaçmasına kaçmıştı ama birkaç yıl sonra yolu yine Kos Cezaevi’ne düşmüştü.
“Abi koğuşa Türk bayrağı yapıp asalım dedim, herkes olmaz diye bağrıştı. Neden olmayacakmış ki, Yunan koğuşunda Yunan bayrağı var ama,” diyerek başladı konuşmaya.
Sanırım kendilerinden büyük birisinin onayının, diğerlerini de ikna edeceğini düşünüyordu veya bu benim hüsnü kuruntumdu. Türkiye’de bir Yunan tutuklu, kaldığı hücreye veya koğuşa Yunan bayrağı assa sizce ne olur diye sordum ortaya. Önce bir suskunluk, ardından “olmaz abi öyle şey” diyen itirazları duydum. “Adamın kıçını keserler abi” diyen Oktay’ın sesine, Berati’nin “adamı yok ederler abi” diyen sesi eklendi. Berati uzman çavuştu ve askerlikten nefret etmiş, bırakıp kaçmıştı. Her ne kadar Gökhan söylenenlere bir an itiraz edecekmiş gibi sandalyesinden doğrulsa bile, anlaşılan fikri ona da artık çok mantıklı gelmemiş olacak ki geriye doğru tekrar yaslanmış ve konu kapanmıştı.
Empati yapmak üzerine bir sohbete evirilmişti konu ve pür dikkat dinleyen gözler, bu yeni tutuklunun söylediklerine bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Empati üzerine kurulu anılarını anlatmaya başlamışlardı hemen ama her anlattıkları anı mutlaka başka bir konuya bağlanıyordu. Anlatılanların başını ve sonuna yakalamak hiç de kolay olmuyordu elbette.
Vücutlarının her yerinden taşan dövmeleri, kollarına, bacaklarına jiletle attıkları çizikleri ile kendilerinden büyük olanlara gösterdikleri saygı arasında bir yere yerleştirmişlerdi beni. Sert kabuklarının ardında yumuşak bir kalp atıyordu ve onu yakaladığınızda, tüm sertliklerini bir kenara bırakıyorlardı. Onlara, cezaevinde yatmanın bilek değil, akıl işi olduğunu söylediğimde, sihirli bir söz bulmuş gibi davranmalarına çok şaşırmıştım. Herkes bileğini gösteriyordu karşısındakine önce. Çünkü öyle görmüş, öyle öğrenmişlerdi ve öyle yaşıyorlardı.
Gökhan ile çamaşır ipine dizilen çarşafların arkasında sakin bir köşede buluşuyoruz. Çarşafları, pantolonları, kazakları işaret ederek, “gece dışarıda unutan, sabah kıyafetlerini burada bulamayabilir,” diyor gülerek.
İpten kıyafet çalma işi oldukça yaygın ama kimse bunun için kavga etmiyor birbiriyle. “Sahip çıkmazsan gider” diyor Gökhan. “Kimsenin ne geleni, ne gideni var. Herkesin durumu aynı olduğu için, ipten battaniye, pantolon, çarşaf filan ihtiyaç temelinde yürütülür,” diyerek ekliyor.
"SAVCI 'HOŞ GELDİN PARTİSİ YAPMIŞLAR' DEDİ"
İlk 2016 yılının Ocak ayında tanışmış Yunan Sahil Güvenliği ile.
İki arkadaş Sakız Adası’na tekneyle göçmen getirmişler ve geri dönerken yakalanmışlar.
“Kaçmaya çalışmadık ve uyarı gelince tekneyi durdurduk. Hemen bize ters kelepçe takıp, tekme tokat giriştiler. Bu dayak iki saate yakın sürdü. Bir süre ara verip, tekrar başlıyorlardı. ‘Türko, Türko’ diye bağırıp duruyorlardı sürekli. Sakız Sahil Güvenlik Karakolu’na götürdüler daha sonra. İkimizi birbirine kelepçeleyip, ikili bir koltuğa oturttular. Sıcaktan mayışmıştım koltukta. Aniden göğsüme inen bir tekmeyle acı içinde kıvrandım ve can havliyle kendimi korumak isterken, bileğime iyice oturdu kelepçe. Bileğim kan toplamaya başladı. Kelepçeyi çözdüler daha sonra ve aralarına alıp dövmeye başladılar. Hemen her şeyi dövmek için bahane ediyorlardı.
Gözlerimizi bağlayıp bir hücreye attılar bizi. Dört gün boyunca her vardiya değişiminde dayak yemeye devam ettik. Tuvalete gitmek istediğimizi söylüyorduk. Bunun için dayak yiyorduk. Tuvaletten dönerken yine dayak yiyorduk. Kokmuş yemekler veriyorlardı. Yemediğim için dövüyorlardı. Aynı yemekleri sırf dayak yememek için başkaları bitiriyordu. Hücrenin içinde, o yemekleri yemediğim için duvardan duvara savuruyorlardı beni. İçimden keşke ölsem ve kurtulsam diyordum ama ölemiyordum da. Sonra bir tercüman getirdiler ve savcılığa çıkarıldık. Bir tane de devlet avukatı getirdiler. Savcıya işkence gördüğümüz söyledim. Tercüman çevirdikten sonra dönüp bana savcının cevabını aktardı. Savcı “Hoş geldin partisi yapmışlar” diyordu. Hastaneye götürmediler ve yanımızda duran devlet avukatı hiç ağzını açmadı.”
Arada durup küfrediyor Gökhan. “Abi Sakız sahil güvenlik karakolunun duvarlarına yazılanları gidip birileri okusa, anlar ne demek istediğimi. Böyle anlatıyorum belki sana yalan dolan geliyordur ama hepsini ben yaşadım ve gerçek. İnsanlar başlarına gelenleri duvarlara yazmışlardı. Azat diye birini karakolunun iç kapısına, çarmıha gerer gibi kelepçelemişler mesela. Gelen giden tokatlayıp, yüzüne balgam atıyormuş. Samos Sahil Güvenlik Karakolu’nda olan bitenleri anlatıyordu oralardan Avron Cezaevi’ne gelenler. Ali diye biri vardı mesela, bütün vücudu mosmordu. Serdar diye biri bilincini kaybetmişti. Mardinli Hadi isminde biri vardı ve yaşadığı şiddetten dolayı kafayı yemişti. Özkan diye biri vardı. Babası polisti. Geldiğinde psikolojisi mahvolmuştu. Geceleri inliyor, bir anda uykusundan uyanıp bağırmaya başlıyordu. Teknesi batınca içinde bulunan göçmenler denizin içinde çırpınmaya başlamış ve Yunan Sahil Güvenlik öylece seyretmiş göçmenlerin çırpınışlarını. Ölen çocukları görüyordu gece rüyasında Özkan. Ne bileyim abi, her şeyi görüp yaşadı bu gözler. Bedelini de ödedi.”
Kendilerini ziyarete gelen konsolos yetkililerine yaşadıklarını anlatıp anlatmadıklarını soruyorum Gökhan’a. Anlattıklarını söylüyor ve “biz gerekli yerlere bildireceğiz” cevabı dışında bir şey duymadıklarını ekliyor. Durumun vahametini anlamam için 2016 yılında Koridollas Cezaevi’ne, yanında diş macunu ve diş fırçası getiren ve ismi Özgür olan bir konsolosluk yetkilisinin, mahkûmlar tarafından dövüldüğünü söylüyor. “Belki şimdi ilgilenirsiniz bizimle demişler.
Gökhan kafasını kaldırıp etrafına bakıyor, bir sigara sarıyor hem kendisine hem de bana. Yine küfrediyor ağız dolusu ve derin bir iç çekip, “Biz kimsenin umurunda değiliz abi. Göçmenler bizim ülkemize, biz de Yunanistan cezaevlerine geldik. Her cezaevi Türk mahkûmlarla dolu. Hadi buyur buradan yak!”
Tam ayağa kalkıp gidecekken “daha sana altı saat istihbaratçılar tarafından ayrıca nasıl sorgulandığımızı, askeri yerlerle ilgili abuk sabuk sorulara muhatap olduğumuzu ve daha fazla dayak yememek için… Neyse boş ver abi, bitmez bizim çilemiz bitmez. Geldik yine yatıyoruz işte. Kimse de kalkıp bize akıl vermesin. Bedelini ödedik biz bu hayatın,” diyerek dizesinin altına imzasını atıyor.
"ABİ BAK BANA NELER YAPTILAR"
Hoparlörden ismimi anons ediyor cezaevi idaresi. Gardiyan elime bir kâğıt tutuşturuyor. 18 Kasım’da mahkemem olduğu yazıyor üstünde. Gençler etrafımı sarıp “hayırdır abi” diyorlar. Anlatıyorum hemen kısaca. Bir süre sonra ismim yeniden anons ediliyor. Gardiyan bir saat içinde hazırlanmamı, Rodos’a transfer edileceğimi söylüyor. Mahkeme tarihine iki gün var ama önceden Rodos polis nezarethanesine alıyorlar. Bazıları bir hafta öncesinden götürülüyor, bazıları on gün öncesinden. Güvenlik nedeniyle son anda haberdar ediyorlar anladığım kadarıyla. Zafer getirilip, götürülenlerden tecrübeli olduğu için hemen koğuşa girip benden önce yanıma almam gerekenleri hızlıca bir torbaya dolduruyor.
Bir nümayiş başlıyor havalandırmada. Transfer olacağımı duyan Türkiyeli mahkûmlar ve iki Yunanlı dostum olan Vasilis ve Manolis kapı önüne toplaşıyor.
Size onlardan burada bahsetmedim ama onlardan söz açılmışken hemen özetleyeyim. Vasilis ve Manolis iki yakın arkadaşlar. Yıllar önce banka hesaplarını, yasadışı işler yapan birilerinin kullanıma açarak yaptıkları hatanın bedelini ödüyorlar. Bir süre yatmış, sonra imzaya tabi tutularak serbest bırakılmışlar. Aradan yıllar geçmiş, alın teriyle kazandıkları yeni bir hayat kurmuşlar, çocukları büyümüş, iş, güç sahibi olmuşlar ve kendilerine kurdukları yeni hayatları, mahkemenin kalan cezalarını onamasıyla bir anda alt üst olmuş ve yeniden kendilerini cezaevinde bulmuşlar. Kalan cezalarını sabırla yatıp çıkmak ve yeniden ailelerine kavuşmak için bekliyorlar şimdi. Kos Cezaevi’nde kaldığım süre boyunca, hep yanımda hissettiğim dostluklarına minnettarım.
Herkes sanki tahliye olmuşum gibi sarılıyor. “Arkadaşlar sadece mahkemeye gidiyorum” desem de hiçbir işe yaramıyor. Gardiyan “hadi, hadi” diyerek sıkıştırınca, herkese el sallayıp, biraz da duygusallaştığımı gizleyip, kendimi kapının diğer tarafına atıyorum. Rodos’a götürülmeyi beklerken, Kos Cezaevi’ne gelmeden bir gün önce tutulduğum Kos polis karakolunun nezarethanesinde buluyorum kendimi. Beni burada bir gün bekletip, sabah erkenden ilk gemiyle götüreceklerini anlıyorum.
Küçük bölmelere yan yana dizilmiş, kir ve pislikten şekli şemali değişmiş yataklar neyse ki boştu. Tek komşum Afgan bir göçmendi ve o bana “iki gün önce tuvaletin önünde bile yatak vardı, insanlar birbirinin üstünden atlayarak tuvalete gidiyordu” diyerek, ne kadar şanslı olduğumun müjdesini veriyordu ve elbette haklıydı.
Ertesi sabah erkenden kelepçelenip, iki genç polis eşliğinde Rodos’a gidecek olan gemiye götürülüyorum. Bu tür transferler için geminin içinde ayrılmış özel bir bölümde, iki polis ve ben 3 saatlik bir yolculuk yapıyoruz. Kendimi VIP tutuklu gibi hissediyorum. Polisler çok kibar ve tüm ihtiyaçlarımı hiç ikiletmeden karşılıyorlar. Tek bir kaba söz ve davranışta bulunmuyorlar. 36 gün süren gözaltı ve tutukluluk sürecim içinde hiçbir şiddete maruz kalmadığımı bir kez daha buraya not düşmek istiyorum. Rodos nezarethanesinin polislerine beni teslim eden genç polisler, işlerini bitirmenin rahatlığıyla hızla uzaklaşıyorlar.
Nezarethane polisi ise farklı. Beni karşısında görür görmez, “Onu çıkar, onu buraya bırak, ceplerini boşalt,” talimatlarını yağdırırken onun bu sert ve yüksek sesine sakince karşılık veriyordum. Gözünün içine bakıp “Neden bağırıyorsun?” diye soruyordum. Bir an duruyor ve sonra “sen kaptan değil misin? ”sorusuyla yüzleşiyorum. “Hayır değilim,” dememle birden yumuşuyor ve bütün tavrı değişmeye başlıyor. İki muamele arasındaki fark ile ilgili sahip olduğum onca bilginin ışığında o nezarethane daha rahatsız edici hale geliyor.
Tecrübeli olmanın avantajıyla hemen bir yatağın üzerine eşyalarımı bırakıp, ortalığı kolaçan etmek için bir tur atıyorum. Başka cezaevlerinden aynı benim gibi duruşma için gelen insanlarla tanışıyorum. Ayaküstü onlarla konuşuyorum. Bir köşeye kıvrılmış birini işaret edip “o da Türk” diyorlar. Çok zayıf ve her yeri dövmelerle dolu bir çocuk görüyorum. Uzandığı yataktan kafasını kaldırıp “Türk müsün abi” diye soruyor. “Evet” diyorum. Hemen ayağa kalkıyor ve bir kenarı kopmuş terliğini ayağına geçirmeye çalışıyor.
Usulca bana doğru yaklaşıyor. “Sigaran var mı abi” diye soruyor. Ona bir sigara sarıyorum. Elinde, boynunda ve alnında yara izleri olduğunu fark ediyorum.
“Kaptan mısın sen,” diyorum. Sağa sola hızlıca bakıp “evet abi” diyor sigarasından derin bir nefes çekerek. Şaşkınlığı her halinden belli oluyor ve Türkçe konuşan biriyle karşılaşmış olmaktan dolayı çok mutlu gözüküyor.
Nasıl yakalandığını anlatıyor hızla. Hikâye çok tanıdık yine. Hız motoruyla göçmenleri getirmiş ama dönerken motor bozulmuş ve sahil güvenlik onu denizin ortasında bulmuş. İsmini soruyorum “Anılcan” diyor.
“Sen de kaptan mısın abi” diyor telaşla. “Yok diyorum, benimki farklı ama mesleğim gazetecilik” demem ile soyunmaya başlaması ve “abi bak bana neler yaptılar” demesi bir oluyor. Gözleri doluyor, sesi titriyor Anılcan’ın. Bütün vücudu yara beri içinde.
21 yaşındaki Anılcan ve çelimsiz bedeni, yara bere izleriyle öylece karşımda duruyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum ona. Cezaevinde anlatılan o şiddet hikâyelerinin, canlı bir kurbanı olarak karşımda duruyor öylece.
Ve en şiddetli darbeyi sona bıraktığını bilmeden, “merak etme, seni buradan Kos Cezaevi’ne götürecekler, bundan sonra kimse sana dokunmayacak” diyorum. O ise bana bakıp “abi benim makatıma cop sokmaya çalıştılar” diyor ve gözlerinden birkaç damla yaş, titreyen dudaklarının kenarından süzülerek düşüyor.
Polisin sesi duyuluyor birden. Anılcan’a sesleniyor nezarethane polisi. “Hazırlan gidiyorsun” diyor. Anılcan iki parça eşyasını hemen koşup kucağına alıyor. Cebimde olan paradan birazını eline tutuşturuyorum ve gözden kaybolan Anılcan’ın arkasından kendi hikâyeme dönebilmek ve kafamı toparlayabilmek için gidip, elimi yüzümü yıkıyorum.
Ertesi gün “journalist, journalist ” diyerek seslenen ve hazırlanmamı söyleyen polisin sesine takılıp, mahkeme salonuna doğru, iki polisin eşliğinde yürümeye başlıyorum…
Mahkeme heyetinin hemen arkasında asılı duran İsa’ya ait resimle göz göze geliyorum. Hakikat, adalet ve vicdan arasındaki sınırın tam kenarında olduğumu hissediyorum. Tüm sınırların insanlıktan yana kalkmasını diliyorum içimden.
(Bu satırlara noktayı koyduğum saatlerde, yüzme bilmeyen, boğulmak üzere olan ve kendisi gibi göçmen olan 3 kişiye yardım edip, onları kurtardığı için mahkeme karşısına çıkan Zafer Gögüş’ün 7 yıl ceza aldığı haberini aldım. İnsanlık adına üzgünüm.)
SON