Bir garip gözaltı hikayesi

Bir garip gözaltı hikayesi
Polis boğazımı sıktı, zar zor 'nefes alamıyorum' dedim. Kadın polis, 'Öl, öl, öl, adi iğrenç kadın öl, ölmeni istiyorum. Seni öldürmek istiyorum' diye bağırdı.

Sibel HÜRTAŞ


ARTI GERÇEK - Başımıza gelen olayların garipliği bizdeki sorunlardan kaynaklanmıyor, sonuna kadar meşru duruşumuzu gölgelemek isteyen hukuksuzluğu içine sokacak bir zemin yaratamamalarından kaynaklanıyor. Aynı 3 Temmuz Cuma günü Meclis Parkı önünde hatta Atatürk Bulvarı üzerinde yaşadıklarım gibi.

Olay 3 Temmuz'da yaşandı ancak şimdi sizinle paylaşabiliyorum. Bu gecikmenin nedeni, olaydan sonra belden yukarı tarafımın tutmaması. Sonunda birkaç iğne ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda tüm gün süren tetkiklerin ardından, buradayım. Darp raporum için götürüldüğüm hastaneler yüzüme bakmadı ama TİHV baştan sona kontrol etti beni. Hatta benim gözümden kaçan morlukları da onlar sayesinde tespit edebildik. Kollarım hala ağrısa da biraz zorlayacağım, çünkü bu hikayeyi size anlatmam gerekiyor, kendimi nasıl zorla gözaltına aldırdığımı!

ETRAFIMDAKİLER BİR HAREKETİME BAKIYORDU

Olay, çoklu baro sistemine ilişkin kanun teklifi görüşmelerinin devam ettiği 3 Temmuz'da, TBMM'nin önündeki Atatürk Bulvarında başlıyor. Polis, TBMM Çankaya Kapısı önünde bekleyen Baro Başkanlarının yanına ulaşılmasını engellemek için, Meclis Parkını da içine alarak, Atatürk Bulvarı hizasına kadar geniş bir barikat kurmuştu. Boynumda FJI basın kartım, barikattan içeri girmek istedim. Ama izin verilmedi. Barikat önünde başta siyah tişörtlü ve siyah kot pantolonlu bir sivil polis olmak üzere 'Sizin burada işiniz yok' denilerek, uzaklaştırılmaya çalışıldım.

'Yoo' dedim, 'Tam da burada işim var, gazeteciyim ben!' Milletvekilleri araya girdi, barikatı aşıp 5-6 basın mensubuyla birlikte içeri girdim. Girmemle birlikte, siyahlı sivil polis olmak üzere 4-5 polis tarafından markaja alındım. Kendimi rakip ceza sahasına kadar gidebilmeyi başarmış forvet oyuncusu gibi hissediyordum. 

Forvetim ama topu bir türlü ayağıma alamıyorum. Topu alsam faule düşürecekler ama kırmızı kartı bana gösterecekler. yiyeceğim. Biliyorum Komisyonda o ara Alpay var ama fairplay'i kimse bilmiyor. Etrafımdakiler demirden defans, kalaleden olabildiğince uzak duruyordum, çünkü etrafımdakiler bir hareketime bakıyor.

Yarım saat kadar Çankaya Kapısı önünde bekledim, bu arada avukatlar Ankara Adliyesi’ne gitmek için bariyer dışına çıkmak istiyordu. Az önce bariyerden içeri almayan polis, bu kez de bariyer dışına kimseyi çıkarmıyordu. İyi de nasıl çıkarmayacak?

Ona hemen bir formül bulundu. Bariyer önüne gelen herkese 'sosyal mesafeye uymama' cezası kesilmeye başlandı. Ben olan biteni uzaktan izliyorum ama uzakta olmam fayda etmiyor. Beklenen hareket defans ekibinden geliyor, 100 metre ilerideki arbededen fırsat bilip siyahlı sivil polis tarafından iki kolumdan bir anda tutularak, 'kimliğini göster' diye sarsılmaya başlıyorum.

30 SİVİL POLİS, ÇEVİK KUVVET NOKTASINA DOĞRU SÜRÜKLEMEYE BAŞLADI 

Polis 'Kimliğini göster' diyor, ben 'Boynumda basın kartım asılı' diyorum. 'O kimliğini göster' diyor, 'Bırak kollarımı göstereyim' diyorum. Bu arada beni bir yandan diğer sivillerle birlikte kalabalığa doğru savuruyor. O ara 30 kadar sivil polis oldular ve beni çevik kuvvetin olduğu noktaya doğru sürüklemeye başladılar. Herhalde en vahimi de burası. Önümde 30 sivil polis, arkamda bir tabur çevik tarafından 'sosyal mesafeye uymuyorum' gerekçesiyle karga tulumba, polis arabasına sürükleniyorum. 'Bırakın kimliğimi göstereyim' talebime yanıt ne mi? Bileklerimin arkadan kıvrılıp, başımın eğilmesi, alttan da tekme ve yumruklarla, polis arabasına bindirilmem!

Polis arabasının içindeyken, kimliğimi istediler, verdim. Benim arabaya alınmamla bu haksız, hukuksuz; insanlık dışı, provakatif girişime tepki gösteren baro başkanları ve milletvekilleri aracın çevresini sardı. Onlara da aynı şekilde davranılması korkunçtu. Arabanın içindeyken, "Avukatlarla görüşeceğim, bu benim hakkım değil mi?" diye soruyordum, "Hayır, gözaltındasınız" diyorlardı. Bu haliyle suç işlediklerini söylüyordum, tabi ki yanıt veremiyorlardı.

SİVİL POLİS, POLİS ARABASININ ŞOFÖRÜNE MİLLETVEKİLLERİNİ EZİP GEÇMESİ İÇİN TALİMAT VERDİ 

Milletvekilleri de yaptıkları hukuksuzlukları bir bir dışarıda dile getiriyordu. Peki karşılığında ne olmuştu? Polis CHP İzmir Milletvekili Mahir Polat’ın boğazını sıktı polis, CHP Maraş Milletvekili Ali Öztunç’u tekmeledi, küfretti; CHP Kastamonu Milletvekili Hasan Baltacı’ya aynı şekilde. CHP’li Onursal Adıgüzel, HDP Grup Başkanvekili Saruhan Oluç'un hiçbir söylemini dinlemedi. Çok sayıda milletvekili 'Ne yapıyorsunuz?' diye bu haksızlığa tepki gösterirken, bir polis ısrarla arabanın camını açtırıp, şoföre 'ez geç, ez geç' diye bağırdı.

Evet bir sivil polis, bir polis arabasının şoförüne milletvekillerini "ezmesi" talimatını verdi.

O da ezdi, geçti!

Meclis bahçesinden kaçırılmam tam olarak böyle oldu.

Ben çıktım ama görüntüleri incelediğimde gördüm ki; ben çıktıktan sonra bu polis müdahalesi daha da büyüyordu. Çevik kuvvet caddeyi kapatıyor, kavga büyüdükçe büyüyor. Bu olan bitene ben de arabanın içinde tepki gösterdim, "Suç işliyorsunuz, suç işliyorsunuz, suç işliyorsunuz" diye uyardım. Ben konuşunca, yanımda oturan 100-120 kilo ağırlığındaki kadın polis, beni susturmak için üzerime oturdu. Bense 48 kiloyum!

KADIN POLİS AĞZIMI VE BURNUMU KAPATARAK, 'ÖL, ÖL, ÖL, SENİ ÖLDÜRMEK İSTİYORUM' DİYE BAĞIRDI

Kolunu boynuma dolayarak, boğazımı sıktı. Polis o kadar kuvvetliydi ki, o anlar boyunca nefes alamadım ve zar zor "Nefes alamıyorum" dedim. Bunun üzerine diğer eliyle ağzımı ve burnumu kapayıp, iri bedeniyle üzerime abandı ve "öl,öl, öl, adi iğrenç kadın öl, ölmeni istiyorum", "Seni öldürmek istiyorum" diye bağırdı. Ben nefessiz kalınca da öyle sanıyorum, korkudan ağzımdan ve burnumdan elini çekti. Ama boğazımı sıktığı kolunu çekmedi ve kilometrelerce yolu böyle gittik.

İlk durağımız Kavaklıdere Polis Karakolu. Arabadan indirilip, bir odada oturtuldum. Orada da ilk sosyal medya mesajını attım, 'Kavaklıdere Polis Karakoluna götürüldüm, yolda kötü muameleye maruz kaldım.'

Ardından avukatları arayıp, olduğum yeri söyledim. Odaya gelen polisler, hemen hastaneye gideceğimizi söyledi. "Avukatlarımı çağırdım, yoldalar, bekleyelim" dedim. Kabul etmediler. Arabaya binerken işkencecimi görünce, sokakta bağırmaya başladım: 'Sen işkencecisin, işkencecisin, işkencecisin.'

Bir anda yol boyu tüm apartman sakinleri pencerelerden dışarı çıktı. Kafamı kaldırıp ve bu kadın polisi gösterip, bağırmaya devam ettim: 'Bu polisi görün, bu polisi tanıyın, bu polis işkenceci, bu polis hepimizin utancı.' O ne mi yaptı tüm bu olanlara, caddenin ortasında sadece güldü.

Bu polisle aynı arabaya beni asla bindiremeyeceklerini söyledim. Karakol polisleri olaya el koydu ve beni GMK Hastanesi’ne götürdüler. Burası bir pandemi hastanesi! Muayene odasına girdiğimde hala nefes alamıyordum, doktor ise ayağa bile kalkmadan beni Ulus Hastanesi’ne sevk etmekle yetindi.

Doktor odasından çıkınca ne göreyim? İşkencecim yine dibimde, peşim sıra hastaneye geldiğini görünce, "Sen işkencecisin, sen işkencecisin, sen işkencecisin" dedim. Beni susturmak için yanıma gelen de barikattan bu yana peşimi bırakmayan siyahlı sivil polis oldu. Kendisini sosyal mesafesini koruması için uyardım ama dinlemedi. Üstüme üstüme gelip şöyle dedi: "Nasıl aldım ama seni!"

İŞKENCEYİ DEĞİL DE İŞKENCECİYİ İFŞA MEKANİZMALARINI SORGULAYANLAR, AYTINTIYLA OKUSUNLAR

Anladığım tüm olanlar bu şımarık sivilin egosunu tatmin üzerine kuruluymuş. Avukatlar arıyordu bir yandan, Hastanenin adını verdim. Aynı sivil polis telefonu elimde görünce, karakol memurlarına telefonuma el konulması talimatını verdi. Hastane bahçesinde çantamı ve üzerimi aradılar. Siyahlı sivil polis, tüm itirazlarıma rağmen telefonumu cebine koyup gitti. (Sosyal medyada işkence gördüğüme dair mesaj üzerine, işkenceyi değil de işkenceyi ifşa mekanizmalarını sorgulayanlar, ayrıntıyla okusunlar!)

Avukatları beklemeden, bu kez başka bir hastaneye yine kelimenin tam anlamıyla kaçırıldım. Ulus Hastanesinde işlemlerimiz bir saati aşkın sürdü. Sonra yeniden Karakola geldiğimde, karakol önü epey kalabalıktı. "Yanınıza sadece üç avukat gelebilir" dediler. Üç avukatla birlikte saat tam 18:00’de Kavaklıdere Karakolunda bir odaya alındığımdan sonra yaşananlar için artık sadece komedi diyebiliriz.

'SİZ GÖZALTINDA DEĞİLSİNİZ'

Buraya kadar olan bitenden sıkıldaysanız, buyurun efendim:

Bu saatler boyunca Meclis Adalet Komisyonu'nda milletvekillerinin haksız ve hukuksuz kaçırılma olayını gündeme getirmesi üzerine Meclis Başkanı ve EGM 'kimsenin gözaltına alınmadığı' açıklamasını yapmış. Haberim olsaydı daha hazırlıklı olurdum. Zira bu açıklamaların ardından girdiğim Karakolda, bana yapılan ilk açıklama şu oldu:

"Siz gözaltında değilsiniz"

Kısa bir şaşkınlık geçirdim açıkçası. İnanamadım, anlayamadım.

Önüme bir kağıt uzattılar, sosyal mesafe cezasıymış, hani şu daha Meclis Bahçesinde ben arabadayken kimliği alıp düzenledikleri. Onu imzalayıp, gidebilirmişim.

"Hayır. Ben gözaltındayım" dedim.

"Hayır" dediler, "Değilsiniz, imzalayın gidin."

"Hayır" dedim, "Ben gözaltındayım ve hiçbir yere gitmiyorum."

İfade odasında, dakikalarca, Polisler tarafından darp edilerek, zorla bir polis arabasına bindirildiğimi, arabanın avukatlarım ve milletvekillerini ezmek suretiyle yol aldığını ve bu yolculuk süresinde işkenceye uğradığımı, doktora götürülüp burada üzerim aranarak, eşyalarıma el konulduğunu ve bunun bir gözaltı olduğunu anlatmaya çalıştım.

Ama ikna edemedim!

Bu karakola ayağımla gelmediğimi, işkenceyle getirildiğimi, kendilerinin de bunu gözleriyle gördüğünü hatırlatmaya çalıştım, ama inanmadılar!

İşin içinden çıkamayınca, aklıma bir şey geldi:

"Peki gözaltında değilsem telefonum nerede?"

Uzattılar, "Buyurun"

"Almam"

"Alın efendim"

"Mümkün değil alamam, efendim"

"Lütfen alın"

"Ayol nasıl alayım, bu telefonu bana vermeniz için bir tutanak yazmanız gerekiyor"

Telefon teslim tutanağı yazılıp, imzaya önüme konuldu: "İmzalayamam."

"Niye?"

"Çünkü bunun el koyma tutanağı yok"

Baktılar, el koyma tutanağı yok. Onu da yazamıyorlar, yazamazlar, çünkü el koyarken yazmadılar. Zaten ben gözaltında değilim, nasıl yazacaklar.

"Gitmiyorum" dedim!

Bir tutanak getirdiler. Tutanakta özel eşyalarıma el konulma saati 14,30 (yani karakola getirilme saatim yazıyor) ama benim özel eşyalarıma 15,30’da Hastane bahçesinde el konulmuş. "Başınız belaya girer. 14,30-15,30 arası tivit attım" diye uyardım.

Ama ne yapsam ne etsem olmuyordu. Olmuyordu…

Ne gözaltına alınabiliyordum, ne de serbest bırakılabiliyordum. İşin içinden bir türlü çıkılamıyordu.

Sonra bir formül bulundu. Bir ekip geldi ve şöyle dedi:

"Sibel Hanım, biz sizi gözaltına almadık. Çünkü biz sizi yakaladık!"

Efendim, polis arabasında üç polisi darp etmem nedeniyle beni yakalayıp, polis merkezine götürmüşler ve hastane kontrolüne gitmişim ben. Şu anda da polislerin şikayeti üzerine ifade vermek için Karakol’da hazır bulunduruluyormuşum! İfade verebilirmiymişim? "Veririm" dedim.

"Kimi, nerede, nasıl, ne zaman darp etmişim. Söyleyin ben de ifade vereyim."

"Söyleyemem"

"O zaman yazın, polis bana bilgi vermiyor, ifademi veremiyorum. Savcılığa gidelim."

"Öyle yazarsam başım belaya girer"

"O zaman bilgi verin"

"Veremem"

"O zaman yazın"

"‘Susma hakkımı kullanıyorum’ yazayım mı?"

"Susma hakkımı kullanmıyorum, ifade vermek istiyorum, bilgi verin"

"Veremem"

Tartışma uzuyor, burada uzatmayım. Sonra şöyle oldu, Avukatlarım söylediklerimi olduğu gibi kayda geçirilmemesi üzerine gerekli yerleri harekete geçireceklerini söyledi. Ekip, "Efendim biz bu işi yapamıyoruz" diyerek, görevi bıraktı. Başka bir ekip geldi. Baştan sona artık bu kaçıncı ekip değişti, sayamıyorum. Sizi de yormayım…

Çünkü bütün bu olanlar, tam 3 saat sürdü.

Sonunda genç bir kadın polis geldi ben de ifade verdim:

"Haber izlememi engellemek için olduğum yerden kaçırıldım, işkence gördüm.

Çalışma hakkım, basın ve ifade özgürlüğüm, sağlık hakkım ihlal edilmiştir.

Halkın haber alma hakkını ihlal ettikleri ve işkence yaptıkları gerekçesiyle şikayetçiyim."

Öne Çıkanlar