Buraya da geldiler, Çağlayan'a dönüyoruz!

1876 yılı öncesi iletişim, 1215 yılı öncesi hukuk, 1948 yılı öncesi insan haklarıyla Silivri'de adalet aramadığımızı hepimiz biliyorduk.

Buraya da geldiler, Çağlayan'a dönüyoruz!

Fatma YÖRÜR - 24 Temmuz'da Çağlayan Adliyesi'nde başlayan ve bir haftaya yayılan ilk Cumhuriyet Gazetesi davası meslektaşların, uluslararası ve iç kamuoyunun, sivil toplumun ve siyasi partilerin yoğun ilgi ve desteğini gördü.

Tutuklu gazetecilerin, gazetecilik dersi niteliğindeki savunmaları, avukatların hukuk dersi niteliğindeki savunmalarıyla devam etti, küçük salon ve izdihama rağmen bu mesajlar içeride ve dışarıda büyük ses getirdi.

Adliye'nin içinde ve dışında oluşan destek ve gazetecilerin hummalı çalışmalarıyla, Türkiye ve Dünya kamuoyu olanı biteni anı anına takip etti.

Açıklanan ve büyük tepki çeken kararda bir nokta vardı: Bir sonraki duruşmanın Silivri Kapalı Cezaevi yerleşkesindeki duruşma salonunda görülmesi. Sıcağını sıcağına bu bilgiyi Cumhuriyet Gazetesi'nin iki avukatına sordum.

Avukat Kemal Aytaç, bu kararın Çağlayan'da oluşan yoğun destek ve kamuoyunun önünü kesmek, Cumhuriyet Davasını yalnızlaştırmak amacı taşıdığını söylemişti.

Avukat Tora Pekin ise 'Çağlayan Adliyesi'nin salonları küçük olduğu için ve sanık olan tutuklu gazetecilerin ulaşımı onları çok yorduğu için olabilir' gibi naif bir değerlendirmede bulunmuştu.

Sabahın erken saatlarinde Silivri'ye vardığımızda bizi bekleyen jandarma ordusu pek o kadar naif değildi. Galiba Kemal Aytaç haklı çıkmıştı. Ancak bu kararı bu amaçla alanlar yanıldı. Yüzlerce insan bu kez de Silivri Cezaevi'ne geldi ve desteklerini içerden ve dışardan haykırdı. Tüm engellemeler gazetecilerin haberlerini paylaşmalarının önüne geçemedi.

350'den fazla avukat, tutuklu yakınları, tüm basın örgütleri, uluslararası basın kuruluşları ve örgütleri, siyasi partilerin heyetleri, okurlar, feministler her kesimden insan davayı izlemeye gelmişti. Önü kesilmek istenen ilgi, azalmamış artmış buna karşı Silivrideki küçük duruşma salonu bu dava için tahsis edilmişti. Avukatlar ve siyasi parti temsilcileri için ayırılan kısımlar hariç 96 kişilik salona girmek yine başta basın mensupları ve tutuklu yakınları için yoğun bir kavga gerektiriyordu.

O izdihamın içinde nasıl olduysa kapıya kadar geldim. Küçücük kapıda jandarma ordusu ile dışarda bekleyen kalabalığın arasında ezilip, gözlüğümü kırıp, itiş kakıştan kendimi içeri zor attım. Her şey işleri zorlaştırmak üzerine kurgulanmıştı.

Jandarma bariyerini ezilme pahasına geçip ilk arama noktasına geldiğimde ilk istenen şey telefonum ve kimliğim oldu. Bana verilen bir ziyaretçi kartıydı. Gazeteci olduğumu, ziyaretçi kartı değil basın istediğimi söyleyince yeniden dışarı atılmakla tehdit edildim.

Kimi gazetecilerin laptoplarına da el koyulurken ne hikmetse benim laptoma dokunmadılar. Ama duruşma salonunda onu da kullanmak yasak. Salon dışında internet bağlantıları için gazeteciler pencereler öününde nöbet tuttu. Tek tük insanın içeri bir şekilde alabildiği telefonlar gazeteci dayanışmasıyla elden ele.

1876 Graham Bell öncesinde, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hiç imzalanmamış gibi, masumiyet karinesi yok sayılarak cezaları kesinleşmeden aylardır tutuklu bulunan ve kesinleşmemiş cezalarını yatan gazetecilerle, 1215'te kralın yetkilerinden kanunların hakimiyetine geçiş amacıyla Magna Carta imzalanmamış gibi bir günün sonunda salondan yine ellerimiz boş döndük.

Mahkeme heyetinin bir önceki duruşmadan kopyala yapıştır bir gerekçeyle verdiği tutukluluğun devamı kararı adalet beklemeyenlerde hayal kırıklığı yaratmadı ama öfkeyi büyüttü.

Bir önceki tutukluluk devamı kararında "Tanıkların korunması" ibaresine yer veren heyet, tanıklar dinlenmiş olmasına rağmen ve son dakikada dosyaya eklenen iddiaların hepsi yanıtlanmış olmasına rağmen, aynı matbu karar ve gerekçe belirtilmeden tekrarlandı.

Evet, tanıklardan Alev Çoşkun mahkemeye katılmadı ve bana göre 25 Eylül'de de katılmayacak. Tanıkların büyük bölümü dinlendi. Hepsi de 'terör' bağlantısını reddetti. İstediği tanık ifadesini bulamayan savcı diğer tanıkların dinlenmediği bahanesiyle Cumhuriyet çalışanlarının tutukluluğunun devamını istedi. Mahkeme de buna uydu. Cumhuriyet davasını Silivri'ye kaçırarak yalnızlaştıramayanlar da davayı yeniden Çağlayan Adliyesi'ne aldı.

Korunacak tanık, karartılacak delil olmadığına göre biz gazetecileri neden Silivri'de bırakıp döndük?

İKARUS BAŞARIRSA

Duruşma sırasında Ahmet Şık'ın avukatı Fikret İlkiz, Ahmet Şık'ın her dönemin sanığı olduğunu ve Yunan mitolojisindeki Sisifos gibi cezalandırıldığını söyledi. İlkiz'in Sisifos benzetmesine mahkeme başkanı Orkun Dağ, yine Yunan mitolojisinden 'İkarus' ile yanıt verdi. Orkun Dağ İkarus benzetmesini Türkiye için mi yaptı? Türkiye'nin özgürlük sınırlarını mı hatırlattı? Amacını bilemeyiz ama İkarus'u hatırlayıp, mahkeme başkanının ne demek istediğini anlamaya çalıştım.

İkarus’un babası Daidalos bilge bir mimardır. Sürgüne gönderildiği Girit Adası’nda Kral Minos’un yanında çalışmaya başlar. Onun isteği üzerine insan başlı, boğa bedenli bir canavar olan Minotauras’ın bir daha çıkmamacasına içine kapatılacağı Labirent’i inşa eder. Ancak bir süre sonra kral Minos’un emri ile, Labirentin gizini Theseus ve Ariadne’ye öğrettiği gerekçesi ile oğlu İkarus’la birlikte kendisi Labirent’e hapsedilir.

Daidalos, yaratıcı aklıyla, buradan çıkmanın yollarını arar. Ve kendisi ve oğlu için kanatlar yapar. Bu kanatları bal mumuyla bedenlerine, omuz başlarına yapıştırır. Oğlu İkarus’a ne çok alçaktan, ne de yüksekten uçmamasını, özellikle de güneş ışınlarına yaklaşmamasını tembih eder.

Fakat İkarus takma kanatları ile bir kez havalandıktan sonra, aydınlığı, güneş ışınlarını ve bunların ardındaki hakikati biraz daha yakından görmek, öğrenmek ve daha çok özgürleşmek düşüne kapılır. Ancak, güneşe yaklaştıkça, takma kanatlarını bedenine yapıştıran bal mumları erimeye başlar. Ve sonunda İkarus, Ege Denizi’nde yitip gider…

Ikarus, düşmeyi göze alarak güneşe ulaşmaya çalışan cesur bir karakterdir. Tek eksiği, henüz hazır olmadan güneşe ulaşma çabasıdır. Suyun içinde yavaş yavaş kaybolan kanatları bize, hiçbir şeyin tutsağı olmamayı hatırlatır. Özgürlüğün bile."

Cumhuriyet davası