Esaretin ya da özgürlüğe kaçışın hikayesi
Cezaevi-özgürlük ikilemi arasında sıkışan ve mesleğini yapamamanın verdiği huzursuzlukla başa çıkmaya çalışanlar anlatıyor
Bihter Harman
Saatler gece yarısını biraz geçmişti, tedirgin ve belirsizliğe atılıyordu her bir adım. Eşi ve iki çocuğuyla serin bir Eylül gecesinde, ülkesini geride bırakıp gitmenin burukluğunu çoktan unutmuş; bir daha cezaevine girmemeye ant içmişti.
Gazeteciydi. Hem de çok konuşulan, başarılı işlere imza atan. Rejim onu hiç sevmiyordu; çünkü "Bu gidiş gidiş değil, ülke uçuruma sürükleniyor" uyarısı yapıyordu. Kişisel görüşlerine gerek yoktu bu tabloyu anlatmak için. Haberleri yeterliydi. Tam da bir gazeteci sorumluluğuyla.
Bu dostane uyarıların bedeli 2 ay cezaevine atılmak olmuştu. O gazetecinin içeride düşünmek için çok fırsatı olmuştu. Kararını verdi: Bir daha Erdoğan rejiminin tutsağı olmayacaktı. Sırf gazetecilik yaptığı için hem mesleğinden hem de sevdiklerinden ayrı kalmayacaktı.
2 aya yakın süren bir "kaçak hayat" süreci başladı. Her yerde aranıyordu. O ise bir yolunu bulup, ailesiyle gitme planları yapıyordu. Aklına Suriyeli mültecilerin izlediği yol geldi. Onların takıldığı kafelerde gözlem yapmaya başladı ve bingo!
10 bin euro karşılığında tüm ailesini Türkiye dışına çıkarmak üzere anlaştı. O süre içinde ailesini aylarca göremedi. Son bir telefon hakkı vardı ve eşini aradı, "Söylediğim noktaya gelin."
Ailesi ile o noktada buluştu. İnsan kaçakçısının ona ve ailesine, "Sakın Türkçe konuşmayın salın içinde, yoksa karşıya geçirmezler" tembihleri eşliğinde bir araçla yola çıktılar. Araçlar sürekli değişiyordu. Kişiler ve yüzler de.
Tahta bir sal ile geçeceklerdi Meriç nehrini. Tahta, küçük ve her an parçalanıp batacak gibi duran bir sal. Eşi ürktü ve birden ağlamaya başladı, "Geri dönelim." Ama artık çok geçti. Eşini teselli etti gazeteci. 5 ve 8 yaşlarındaki iki çocuğunu da sıkı sıkı tembihledi: Sakın konuşmayın. Tek kelime dahi etmeyin.
Çocuklar da dinlediler babalarını ve sustular yol boyu. 4 dakikacıktı o nehri geçmek ama belki de hayatlarının en uzun yoluydu. Nehrin karşısına varınca, saldaki kaçakçı bir anda iteleyip kakalamaya başladı aileyi. Şaşkındılar. Ama bu kafaya takılacak son şeydi; hem de yeni bir hayat başlarken.
Bir kaçakçı onları karşı kıyıdan alacaktı ama almaya gelen olmadı. Bir taksi buldular ve bindiler. Taksici onları polis karakoluna götürmüştü. 3 gün orada ailecek gözaltında tutuldular. Sonra mülteci kampına götürüldüler. 10 gün kadar kampta kaldılar. Ama kamp ve koşulları hiç umurlarında değildi. Ailecek bir arada ve en önemlisi ÖZGÜRdüler.
Sonra ülke değiştirdiler. Gazeteci örgütlerinden birisi onları buldu ve destek oldu. Şimdi küçük bir evde ve ailecek bir aradalar. Ama gazetecinin aklı hala Türkiye’de ve mesleğini yapabilmekte.
"Bir gün döneceğim ama bu iktidar gittikten sonra."
YA CEZAEVİNDE KALSAYDI?
Gazeteci kritik bir karar vermişti. Ülkede kalsaydı cezaevinde olacaktı ve ipe sapa gelmez suçlamalarla aylarca mahkumiyet çekecekti. Bir suçtan aklansa yeni bir suçla itham edilecekti. Tıpkı 29 gazetecinin 21’i hakkında tahliye verildiği gece karara itiraz eden savcının "Anayasal düzeni yıkmaya çalışma" suçlamasıyla gazeteciler hakkında yeniden gözaltı kararı vermesi gibi. İyi niyet yoktu hani de hukuk da işlemiyordu.
Peki kalsa ne olacaktı? Bir meslektaşı içeri atılmıştı; "Darbeye destek ve terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla. Tutuklandıktan sonraki süreci el yazısıyla ifadesinde şöyle yazmıştı tutuklu gazeteci: Ölmek istedim. Bana yapılanlardan sonra ölmek için sabaha kadar Allah’a yalvardım.
Aynı gazeteci mahkemedeki ifadesinde ise, "Hayatının anlamını yitirdiğini yine de mahkemeden adalet ve özgürlük talep ettiğini" söylemişti. Olmadı. İşte bunu 2 ay içeride yattığı sürede deneyimlemiş ve anlamıştı ülkeyi terk eden gazeteci. Güneş ve özgürlük yüzü görmeyeceğini iliklerine kadar hissetmişti.
Özgürlük yolu aynı zamanda esaretleri de olmuştu. Dayatılan bir hayat ve en önemlisi belirsiz bir süre mesleğini yapmaktan alıkonulmanın getirdiği bir esaret. (Devam edecek)