Gandi’nin Tuz Yürüyüşü'nden, HDP’nin Demokrasi Yürüyüşü'ne
Yaklaşık 400 km yürüyen Gandi, bitişe geldiğinde yere eğilip bir avuç çamurlu tuzu temizleyip ayağa kalktığında bu yasağın artık bir hükmü kalmamıştı.
Mehmet ELMA
‘’Bir direnişin çizgisi’’
İktidar yaması Bahçeli’nin ‘’çözülmekte olan ve hızlı bir bölünmeyle karşı karşıya kalan’’ tek adam rejimini toparlamak Siyasi Parti, STK, Meslek Odalarına ve örgütlü halka yönelik saldırılara bir yenisinin daha eklenmesi için söylediği ‘’ Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin devamını mümkün kılacak bazı reformların acilen çıkartılması’’ çağrısından hemen sonra Erdoğan’nın talimat verip, ''Meclis neden kapalı'' sorusuna gündemde bir şey yok diyen Meclis Başkanı Şentop’un üstten gelen talimatı devreye sokup HDP Milletvekilleri Leyla Güven, Musa Farisoğulları ve CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun milletvekilliklerinin düşürülüp tutuklanmasıyla başlayan süreç HDP’nin Darbelere Karşı Demokrasi Yürüyüşü ile devam ediyor.
Arada bir ‘’Ben de buradayım’’ deyip "Sokağa çıkmayın", "Provokasyona gelmeyin", "Pozitif siyaset yapın" demekten de geri durmayan Kılıçdaroğlu’nu da andığımıza göre, asıl pozitif siyasete ve direnişin çizgisine dönmek makul olacaktır.
Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çağda bahsedilirse bahsedilsin, 'yürüyüş' denilince; Gandi’nin en az 60.000 kişinin tutuklanmasıyla bastırılmaya çalışılan ama aslında özgürlük ve bağımsızlığın artık teoriye sığmayıp, pratikte vücut bulmasıyla sonlanan o 400 km’lik Tuz Yürüyüşü ilk aklıma gelir. 1700’lerden beri tuz tekelini elinde bulunduran Britanya, Hindistan’da tuz yasaları ile, tuzun çıkarılmasını engellemekteydi. Yaklaşık 400 km yürüyen Gandi, bitişe geldiğinde yere eğilip bir avuç çamurlu tuzu temizleyip ayağa kalktığında bu yasağın artık bir hükmü kalmamıştı. Bugün hala bizlere yol gösteren bu direniş biçimleri maalesef Türkiye’de tek adam rejiminde karşılık bulmuyor.
Cüneyt Özdemir’in Youtube'a sarılıp sağa sola saldırdığı, geçinemiyorum deyip halktan 10 TL dilenen iktidarın ‘’Mihriban’’ parçasını okutturduğu ama Demet Akalın ablamızın ‘’lambada titreyen alev üşüyor’’ cümlesinin altında ezildiği, bilimin yuvası dediğimiz üniversiteleri, emanet ettiğimiz insanların online eğitim sapıklıkları dolu bu süreci bir kenara bıraktığımızda demokrasi yürüyüşüne sıkı sıkı sarılmaktan başka bir çarenin olmadığı ama buna sarılamadığımız tuhaf bir süreçten maalesef ülkece değil, yine toplumsal olaylara duyarlı, işçi emekçi, son bir umut yumruğunu sıkıp kaldıran bir kesim olarak hayretlerle izliyoruz. Bu sol yumruğunu bütün gücüyle sıkıp kaldıran ve diktanın kalbine indirmek isteyen kesimin Demokrasi Yürüyüşü, Akp’li vali, kaymakam, İçişleri Bakanlığı'nca ve elbette ki faşist bir güruhun üstün engelleme çabalarına rağmen Ankara’ya ulaşmayı başarmıştır. ‘’Toplumu nefessiz bırakan, kendisi gibi düşünmeyen herkesi susturmaya çalışan iktidara karşı toplumun yükselen itirazını sokağa taşımak ve artık yeter demek istedik’’ olarak açıklanan yürüyüşün amacı ne kadar amacına ulaşabildiğini elbette yine zamanın bize kavratabileceği bir durum. Ancak bu saatten sonra yürüyüşün amacını sorgulamak yerine esas olan bunu sürdürebilir kılmak.
Zayıflayan iktidar bütün alanlarda köşeye sıkışmışken bu direnişi güçlendirmek kaçınılmazdır. Bu demokrasi yürüyüşünde Ankara’ya yürüyen barolar, susturulmaya çalışılan gazetecilerin bağlı oldukları kurum temsilcileri, sendikalar, talan edilmeye çalışılan Hasankeyf, Kaz dağları, kömür ve termik ocaklarla boğulan Cudi dağı, Kuzey Ormanları Savunması gibi başlıca ekolojik sivil toplum kuruluşlarının da katılacağı, taleplerin daha genişletilip, sesin gür çıkmasına ve iktidarı sağır edecek bir yankıya dönüşmesi için bu yürüyüşün iktidar ve bütün medya organlarına rağmen sürdürülebilir kılınması elzemdir. Bu koşulları var edecek temel cümlede yine önceki yazıda bahsettiğim gibi her katılımcın kendi özgün ve özgür cümleleri ile varlık göstermesi ile mümkün olur.
Medyanın, Demokrasi çevreleri ve HDP’ye yönelik ağır ambargosu yine bu kendine has üslûb ve direniş çizgisi ile kırılacaktır. Gandi’nin, Tuz Yürüyüşü'nü başarıya ulaştıran da bu değil miydi?
Konunun daha anlaşılır olması için küçük bir anektod;
Orta Amerika’da askeri bir darbe oluyor. Bütün aydın sanatçı ve yazarlar tutuklanıyor. Görüş yok. İki hafta, üç hafta, altı ay, bir yıl. Dünyadaki bütün hukuk örgütleri ve demokrat örgütler araya giriyorlar. "İnsanları içeriye attınız dört duvar arasına. Bari hiç değilse bir seferlik bir görüş günü düzenleyin. Sevdikleriyle görüşsünler." Geri adım atıyor darbeciler. "Peki" diyorlar ve dönüyorlar bütün tutuklulara; "Bir kişi, ailenizden bir kişi gelebilir, sadece bir kişi. Kim gelsin istiyorsanız adını yazın." Bir şair, kızının adını yazıyor. Kızı, yedi yaşındaydı o dört duvar arasına konulduğunda. Aradan bir yıl geçti sekiz yaşındadır. Kızını görmek istiyor. Bir kapalı spor salonu, ortada masa, masanın bir yanında; tutuklular, şairler, yazarlar, tiyatrocular, bilim insanları, öğretmenler… Herkesin gözü kapıda çünkü görüşmeciler içeriye giriyor. Herkes sevdiğini bekliyor. Bakıyor herkes… Hah! Kızı geldi. Bir yıl geçmiş aradan. Daha da güzelleşmiş, büyümüş. Kızın elinde bir kağıt. Tam babasına doğru gidecekken kapıdaki görevli; "Dur! Nedir o elindeki?" "Siz babamı buraya koymadan önce ben okula hazırlanıyordum. Babam bana defterler, kitaplar ve boya kalemleri almıştı. Ben o boya kalemleriyle babama bir resim yaptım." "Ne resmi?" "Kuş" Görevlinin önünde bir defter. Açıyor bakıyor hah! Kuş resmi içeri giremez yasak. Alıyor kızın elindeki resmi yırtıyor. "Hadi şimdi git babana." Çocuk gözyaşları içinde oturuyor babasının karşısına. "Babacım, resim yapmıştım sana kuş…" "Kızım ağlama, üzülme." "Baba yırttılar." "Üzülme kızım, üzülme…" Görüş bitti. Herkes dışarı.
Beş dakika karşısında oturdu kızı. O da gözyaşları içinde. Niye? Kuş resmi yapmış, kuş resmi de içeriye giremiyor. Aradan bir yıl daha geçiyor. Yine bir görüş günü. Herkes bir kişinin adını yazacak. Şair kızının adını yazıyor. Bakıyor, yine aynı yer; kapalı spor salonu. Bütün düşüncesinden dolayı aydınlar herkes içerde, gözü kapıda. Kızı, daha da büyümüş. Elinde yine bir kağıt. Görevli orada; "Dur! Nedir elindeki?" "Geçen yıl geldiğimde babama bir kuş resmi yapmıştım, yırttınız. Başka bir resim yaptım." "Ne resmi?" "Ağaç." "Dur bakalım." Açıyor görevli kara kaplı kitabını. İçeriye girmesi yasak olanların listesini çeviriyor, çeviriyor çeviriyor… Bakıyor ağaç resmi yok. "Bir dakika soracağım." Bir telefon açıyor. "Sayın amirim, burada bir kız çocuğu var. İçeriye ağaç resmi sokmak istiyor… Evet efendim… Ama nasıl olur efendim! Ağaç bu dalları var, yaprakları var, gölgesi var… Peki efendim. Ağaç resmi yasak değilmiş, geç içeri." Kız çocuk koşarak gidiyor babasının yanına. Şair mutlu çünkü iki yıl sonra kızını ilk kez karşısında gülerken görüyor. "Babacım bak sana resim getirdim." Şair alıyor kağıdı. "Aa, ne güzel ağaç resmi bu." "Evet babacım senin için yaptım." "Ne güzel bir ağaç bu! Ne güzel bir ağaç. Dallarında meyveleri, bunlar ne meyvesi?" Kız usulca sokuluyor babasına. "Şşş baba. Ne meyvesi? Onlar kuşlar. Ağacın dallarına gizledim, gözleriyle sana bakıyorlar."
Tam olarak şu an yapılması gerekilen temel olay budur. Umudu hiç kaybetmeden, ülkeyi soyup soğana çevirmek ve kendi iç çatlakları ile uğraşan iktidarı uyandırmadan, bu yürüyüşte atılan her adımda topluma nefes olacak, bireyleri uyandıracak mesajları bu değerli yürüyüşte atılan adımların içine gizlemek gerekir.
Ve atılan son adım, bütün bu taleplerin verdiği güç ve inançla, kurumsallaşan faşizmin nefesine indirilir, kaçınılmaz ve olması gereken son budur. Mutlak başarı kaçınılmazdır ve yakındır!