'Radikal dönüşümün eşiğindeyiz'

'Türkiye'de Kutuplaşma' başlıklı çalışmayı yürüten Doç. Dr. Emre Erdoğan ile artan kutuplaşmanın nedenlerini ve sonuçlarını konuştuk...

'Radikal dönüşümün eşiğindeyiz'

Fatma YÖRÜR - Türkiye ardı arkası kesilmeyen seçim ve referandum dönemlerini yaşamaya devam ediyor. Yaşanan seçimler ve referandumlar ise toplumsal kutuplaşmayı artıracak elverişli ortamı sağlıyor. 2019’da yaşanacak parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine henüz iki yıla yakın bir süre görünüyor ancak partiler seçim havasına erken girdi.

Gerek iktidar partisi gerekse muhalefet partilerinin bundan sonra odaklandıkları süreç belli ki toplumsal sorunlardan çok önümüzdeki seçimler olacak. Siyasilerin ardı ardına gelen demeçleri, suçlamalar, ithamlar hatta hedef göstermeler içeriyor. Bu söylemlerin muhatabı olan kesimlerdeki sonuç ise kutuplaşma olarak karşımıza çıkıyor.

2016 yılında yine bir dizi seçim geride kalmışken ‘Türkiye’de Kutuplaşma’ başlıklı çalışmayı yürüten Bilgi Üniveristesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden Doç. Dr. Emre Erdoğan’a göre Türkiye’deki kutuplaşmanın karakteri siyasi. Kutuplaşmaların karakterlerinin toplumsal, sosyal, dinsel, ekonomik gibi başlıklara ayrıldığını belirten akademisyenin siyasi kutuplaşmaya dönük tanımlarından, bu kutuplaşmanın yapay olarak ve yukarıdan aşağı oluşturulduğu görülüyor.

Radikal bir dönüşüm evresinde olduğumuza dikkat çeken Erdoğan, "Bu tip süreçlerde siyasetçilerin duvarları yükseltip, kutuplaşmayı artırmaktan başka çareleri yoktur ve yaşadığımız bunun başarıyla yerine getirilmesidir" diyor.

‘SİYASET GÖREVİNİ YAPARKEN SİVİL TOPLUM VE MEDYA İŞLEVSİZ’

Kutuplaşma üzerine çalışan akademisyene göre, Türkiye’de siyaset kurumu bu noktada rolüne uygun davranırken, sorun ara kurumların çökmesinde.

"Siyasetin tarzını siyasetçiler belirler" diyen Erdoğan, "Radikal dönüşümün eşiğindeyiz" diyerek, kutuplaştırıcı siyasetin bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığını, sorunun bu rolleri törpüleyici ara kurumların çökmüş olmasından kaynaklandığını belirtiyor ve bu kurumların sivil toplum ve medya olduğunun altını çiziyor.

Erdoğan, seçimler ve referandumları kutuplaşma için ‘fırsat’ olarak tanımlıyor ve burada referandum yapısının seçimlerden daha sorunlu olan yanına dikkat çekiyor:

"Referandumlar ya da referandum benzeri seçimler var. Referandum birilerinin kazandığı birilerinin kaybettiği seçimlerdir. Arada bir şans yok. Çoğulcu demokrasilerin, gerçek demokrasilerin referandumla uyuşması çok da mümkün değil. Eskiden beri biliyoruz ki demokrasi dediğimiz şeyin herkes tarafından kabul görmesi lazım. Bunun kabul görmesi için basit bir gereksinim var, bir gün ben de kazanabilirim, umuda olması lazım. Ama siz sürekli referandumlar yaparsınız ve sürekli bir taraf kazanırsa demokrasi inancı çok fazla zarar görüyor."

Son dönem seçimlerini sıralayan Erdoğan, bunları, hep kazananı ve kaybedeni aynı olan seçimler olarak sorunlu buluyor.

‘PARLAMENTER DEMOKRASİLERDE KARARLAR KARŞILIKLI DANIŞMA SONUCU ALINIR’

Emre Erdoğan dünyada da referandumların aynı süreç ve sonuçları yarattığına dikkat çekiyor: "Zaten görüyoruz İngiltere, İskoçya, İsviçre, Macaristan’daki referandumlar da aynı sonucu verdi, anlamlı sonuçlar üretmedi bu referandumlar. Çünkü parlamenter demokrasi referanduma izin vermezler. Parlamenter demokrasilerde kararlar karşılıklı danışma sonucu alınır."

Model olarak referandum ne kadar sorunluysa, yönetim olarak da tek parti iktidarının demokrasi açısından sorunlu olduğunu belirten Erdoğan’a göre, özellikle Türkiye gibi farklı kesimlere ve çeşitliliğe sahip ülkeler için koalisyon hükümetleri gerçek çözüm:

"Batıya baktığımızda çok fazla koalisyon süreçleri görüyoruz çünkü koalisyonda ortağınızı ikna etmek zorundasınız, 'benim dediğim dedik' diyemezsiniz. Uzun süreli baktığımızda 70 - 80 - 100 yıllık herkes iktidara geldiği için uzlaşma zemini zaten kendiliğinden oluşmuştur. Referandumda ise böyle bir şansınız yok, iki seçenek sunuyorsunuz. Biri kazanacak biri kaybedecek. Bu toplumu kendiliğinden bölen seçimler çünkü siz ya kazanan tarafta oluyorsunuz ya kaybeden. Bunun sonucunda bir de tek parti iktidarı olunca temsil edilememe krizi doğuyor. Bizim seçim sistemimiz maalesef artık koalisyonları kolaylaştırmıyor."

‘KRİZ KOALİSYON PARTİLERİ YÜZÜNDEN ÇIKTI, KOALİSYONLAR YÜZÜNDEN DEĞİL’

- Ancak sizin sunduğunuz ideal demokrasi modelinin adı biz de bir kez ‘istikrarsızlık’ olarak koyuldu.

"Evet 90’lar yüzünden. Değerli hocam Ersin Kalaycıoğlu’nun yazdığı bir makale vardı. ‘Türkiye neden koalisyonlarla yönetilemez ve neden koalisyonlarla yönetilmeli?’ diye. Bizim koalisyonlarla ilgili alerjimiz 70'lerin sonunda ortaya çıkar. Siyasi istikrarsızlığa dönüşen. Bir de korkunç 90’lar vardır, 11 hükümetin iktidara geldiği. Burada kriz koalisyon partileri yüzünden çıktı, koalisyonlar yüzünden değil.

Bu koalisyon partileri arasındaki anlaşmazlıklardan doğan krizdir. Seçim de koalisyon partileri tarafından tetiklendi. Hatırlatmak gerekirse iktidarda Anasol-D vardı. Bülent Ecevit rahatsızdı, ANAP, MHP vardı. Kriz geçirdiğimiz için güçlü bir ekonomi bakanımız Kemal Derviş vardı.

Durup dururken krizden bir sene sonra, krizin hiçbir yarası sarılmamışken ülke seçime gitti. Sonuç iki parti barajı geçti. Koalisyon partilerinin toplam oy oranı %10’u geçemedi. Yani kendileri için bir felaket oldu. Bu süreçlerin kötü yönetimi, karar mekanizmalarının ağırlaşması argümanlar olarak bugün karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla koalisyonlar kötüdür, tek parti iktidarları iyidir dendi."

‘TEK PARTİYLE İSTİKARARLI BİR ÜLKEYE DÖNÜŞMEDİK’

"Şunu biliyoruz: 2008’den itibaren tek parti iktidarı olmasına rağmen yeterince siyasal istikrarsızlık yaşadık. Tek parti istikrar garanti etmez, AK Parti döneminde hükümet değişiklikleri sayısı, koalisyon hükümetlerinin bakanların değişme sayısından daha az değil. Bakanların değişme sayısı koalisyon hükümetlerinden daha az değil, istikrarlı bir ülkeye dönüşmedik.

Aslolan o hükümetin tek siyasi partiden oluşması ya da birden çok partiden oluşması değil, siyasal krizlere nasıl bir reaksiyon verdikleridir. Biz buna odaklanmak yerine suçu koalisyonlara attık.

Siyasal krizleri unutmak mümkün değil, ekonomik krizler yaşadık, Arap Baharı geldi. Kolay günler yaşamıyoruz evet ama koalisyon hükümetleri olsaydı nasıl olacağına dair bir fikrimiz yok.

Bizim koalisyon korkumuz tek parti hükümetlerine tercihe dönüştü. Peki koalisyonlarla yönetilmeliyiz: Evet. Çünkü çeşitliliği olan bir toplumuz ve farklılıklar olan bir toplumuz. Tek parti olduğu zaman iktidarda ister istemez bir görüş, bir ideoloji, bir yaşam tarzının tahakkümü oluşuyor. Diğerleri de dışlanmış oluyor. Son dönemde yaşadığımız bütün gerilimler bu dışlanma ve hissinden kaynaklanıyor.

Diğer taraftan, ekonomik istikrarı öne koyuyoruz ama görülen şu ki uzun vadede koalisyon hükümetleriyle tek parti iktidarları arasında gözle görülen bir ekonomik istikrar farkı yok. Kısa vadede olabilir ancak uzun vadede olmuyor.

Tek parti hükümeti çok hızlı karar alıyor. Hatalı kararı da çok hızlı alıyor, dolayısıyla bu da uzun vadede istikrarsızlık getiriyor. Denetim mekanizmaları olmadığı için toplumsal maliyeti daha fazla olabiliyor."

‘BİRİNCİ SORUN GERÇEKLİK YİTİMİ, İKİNCİ SORUN SOSYAL MESAFENİN ARTMASI’

2016 yılında yapılan Türkiye'de Kutuplaşma çalışmasına dönüyoruz, sohbet esnasında, Emre Erdoğan kutuplaşma karakterimizi 'siyasal kutuplaşma' olarak tanımlıyor.

"Normal şartlarda vatandaşlar konuları kendi lehlerine ya da aleyhlerine olmasına göre değerlendirirler, bu benim işime geliyor mu gelmiyor mu? Bütün liberal demokrasi aslında budur ve bunu tartışarak yaparlar.

Siyasal kutuplaşmada önüme gelen konunun ne anlam ifade ettiğine bakmıyorum. Benim siyasi partimin aldığı tutuma bakıyorum. Dolayısıyla her şey aşırı siyasallaşıyor. Bütün konular o siyasal partinin perspektifiyle sonuçlanıyor. Bu da gerçeklikle sorun yaratarak gerçekliklerin bu çerçevede konumlanmasına neden oluyor.

Konuları kendi için iyi olup olmadığına göre değil, gerçek olup olmadığıyla değil kimin, hangi siyasi partinin söylediğine göre belirlenen tutumlar var.

İkinci nokta, toplumsal siyasi parti taraftarlarının sosyal mesafesinin artması. Bu da siyasi kimliğin sosyal mesafeye dönüşmüş hali. Bir arada yaşamayı istememe. İnsanlar artık çocuk alıp vermek istemiyor. Peki alıp vermiyorlar mı, veriyorlar ama pratikle söylem arasında fark var.

Bunun örtüşmesini beklemiyoruz ama kalıp yargı olarak ‘yok istemem’ diyor. Ön yargının yarattığı sosyal mesafe. Ama burada dönüşüm de yavaş değil. Toplumsal ayrışma denen bir kavram var, ayrı mekanlarda yaşamaya başlayabiliriz. İstanbul’a bakıyoruz ilçeler var. Bunların dokuları gittikçe farklılaşıyoruz. Aslında farklı mekanlarda yaşamaya başladık bile. Bu toplumsal ayrışmaya işaret ediyor.

Amerika’da bu biraz daha insanların taşınmasıyla oldu. Orada tabi mekanizmalar farklı eğer bir mahallede yaşıyorsanız ister istemez bazı kararlara katılmanız gerekiyor. Okulların yönetimi vs. bazı kararlar yerelden alındığı için sürtüşmeler başlıyor ve bu defa ben burada yaşamam deyip gidiyor.

Bizde ne oluyor, bazı insanlar İzmir’e göç ediyor? Neden Nişantaşı, Beşiktaş, Kadıköy cazibe noktası haline geldi. Orada insanlar nefes aldığını düşünüyorlar."

-Bir kutuplaşma durumunda, taraflardan birinin bu durumu yaratmakta rolü pasif olabilir mi? Taraflardan birinin masum olma ihtimali var mı?

Doç Dr. Emre Erdoğan’a göre taraflar masum değil: "Hoşaf konusu yeterli gösterge. Hoşaf konusu daha farklı bir görünümü olan kadından gelseydi bu kadar aşağılama olur muydu? Sanmıyorum. Bu reaksiyonları Türkiye’nin okumuş aydın kesimleri veriyor üstelik."

‘BÜTÜN KİMLİK ÖYKÜLERİ İSTER İSTEMEZ BİR MAĞDURİYETE DAYANIR’

"Egemen kimlikler dahil, tüm kimlik inşaları mağduriyete dayanır. Amerika’da beyazların bile mağduriyet öyküleri var. Bunsuz bir kimlik mümkün değil. Kimliklere ihtiyaç duyduğumuz sürece mağduriyet öykülerine ihtiyacımız olacak.

Mağduriyet öyküleri de herkes eşit derecede haklıdır ancak başkasına hak verme yoktur. Olursa aranızdaki çizgi o kadar kalın değildir. Çizgilere ihtiyacınız var. Kurtuluş Savaşında hem siz hem Yunanlar haklı olmazdınız. Ki gerçekte öyleydi. Ama siz bunun üzerine ulus devlet kuramazdınız."

-Türkiye, yaz tatili döneminde olmasına rağmen siyasetin tansiyonu hala çok yüksek. Adalet yürüyüşü, engellenen adalet nöbeti, buna karşı AKP 2019 seçim çalışmalarına başlamış durumda. Burada genel izlenimler muhalefetin daha yapıcı bir dile, barışçıl bir söyleme dönüş yapmış olmasıydı. Bu dil tersten gösterilerek kutuplaşmanın sebebi CHP şeklinde bir sunum görüyoruz son günlerde. Yani bir anlamda siyasette satranç tahtası gibi oldu. CHP, AKP tavrına göre bir siyaset değişimine gitti. Bunu hızlı gören AKP duruma adeta bir illüzyonla cevap verdi. Bu söylem nereye gidebilir?

"Her iki tarafında kendi seçmenini kontrol edebilmesi lazım. Ciddi bir değişiklikle karşı karşıyayız. Biz bir tarihte bir cumhurbaşkanı seçeceğiz ve o cumhurbaşkanıyla birlikte çok şey değişecek. Bir meclis seçeceğiz aynı zamanda ve yasal düzenlemeler Eylül’e yetişmedi. Bu değişimlerde her şey çok belirsiz."

‘RADİKAL DÖNÜŞÜM ÖNCESİ KUTUPLAŞAMA KAÇINILMAZ’

"Tüm bu belirsizlikler uyum yasaları içerisinde ele alınacak ve referanduma göre tüm bu çalışmalar altı ay bir yıl içerisinde tamamlanması gerekiyor. Bildiğimiz tek şey çok radikal bir değişiklik olacak. Bir kere erken seçim yok, 5 yıl yönetim. Kimin olacağını ve kaç tane olacağını bilmediğimiz başkan yardımcıları bu süreçte görev süresini tamamlayacak. Radikal bir durumdayız.

Burada önemli bir nüans var, birinci tur yapılacak ve aynı gün parlamento seçimleri yapılacak. Parlamentonun bir gücü kalmadı o ayrı da ikinci turda yani 15 gün sonra parlamento seçimleri yapılmayacak parlamento oluşmuş olacak. Bu dünya siyasi pratiğinde eş anlı seçimler çok rastlanan bir şey değil.

AKP ilk turda %50 sağlayamazsa parlamentoda kaç alacak? Bu çok ciddi bir soru? Bir yerde %42 öbür tarafta %50 -50 mi olacak?

Tüm bunları düşününce tam bir belirsizlik var bu durumda da kendinizi konsolide etmeniz lazım. Seçmeni konsolide edip duvarları yükseltmeniz lazım. Bunu tek AK Parti yapmıyor. Bunu demokrasi bloğu diyerek CHP’de yapıyor.

Hayır diyen insanlar arasında çok farklı kesimler var. Ama CHP bunu söylemiyor. Peki o 48 gerçekten demokrasi mi istiyor?"

‘CHP %40’LIK BİR BLOĞA LİDERLİK YAPMAKTAN BAHSEDİYOR’

Referandumda hem hayır bloğunun hem de evet bloğunun homojen olmadığına dikkat çekenaraştırmacı, farklılıkları sıralayarak demokrasi bloğunun gerçeklik yansıtmadığını belirttiyor. Bu blokları oluşturmanın siyasi durum nedeniyle kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken Erdoğan, bu konjektürde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın safları sıklaştırıp öteki tarafla mesafeyi açmak zorunda olduğuna dikkat çekiyor:

"CHP geleneksel olarak oyu belliydi %20-25. Tarihinde ilk defa CHP %40’lık bir bloğa liderlik yapmaktan bahsediyor. Bu liderliği yaparken de diğer partnerlere bir taviz vermesi gerekmiyor. 8 - 10 puanlık Kürt oyunu içeriye alması gerekirken Kürt sorunuyla ilgili bir şey söylemesi gerekmiyor CHP’nin, Erdoğan’a karşı olması yeter.

Bu durumda siz geleneksel çizginizi gevşetip diğer partnerle neden söyleminizi yumuşatacaksınız ki? Erdoğan karşıtlığında buluşun yeter. Bu strateji çok kolay. Her iki tarafta bu nedenle sonuna kadar bu işi köpürtecek."

‘GERÇEĞİ, DOĞRUYU DEĞİL KENDİMİZİ İYİ HİSSETTİREN DÜŞÜNCEYİ SEVİYORUZ’

Doç. Dr. Erdoğan’a göre siyasi parti temsilcileri gerçeklikle oynayarak, kitlelerinin gerçeklikle bağını kopartıyor. Seçilen sözcükler üzerinden yaratılan algı kitlelerin konsolidasyonu için kullanılıyor. Bu noktada post truth kavramını hatırlatan akademisyen, gerçekliğin bir gereklilik olmadığı dönemi yaşadığımızı belirterek "benim kampımın onu algılaması önemli" yaklaşımının yeterli görüldüğüne dikkat çekiyor.

"Çünkü insanlar bu kadar büyük grup polarizasyonu oluştuğu zaman yeni görüş ve fikirleri reddederler, kendi fikirlerini sabitlerler. Niye post truth’a bu kadar kafa yoruyoruz son dönemde? Çünkü aya bakıyoruz ve ayı görmüyoruz bazılarımız. Bazılarımız orada güneş olduğunu düşünmek istiyor. Kutuplaşmada geldiğimiz yer burası."

"O yüzden Trump ‘saçmaladığında’ Cumhuriyetçiler yanıt vermiyor; 'haklı evet olabilir' diyorlar.

'Hava ısınmış olabilir ama küresel ısınma diye bir şey yok' diyebiliyor. İşte post truth bu. Siz öyle olduğunu kanıtlasanız bile yok. Gerçeği, doğruyu değil kendimizi iyi hissettiren düşünceyi seviyoruz."

-Bir yandan da karşı kutubun simgelerine dönük bir saldırı izliyoruz.

"Birisi bunu yaptığı zaman meczup oluyor öteki yapınca kriminal oluyor. Bunun aynısı Amerika’da terör saldırılarında beyaz yapınca 'bir meczup yaptı, bir paranoyak yaptı' oluyor. Bir zenci yaparsa 'kriminal yaptı' oluyor. Biz de bunu yapıyoruz.

Olayın nerede ve kime dönük işlendiğine göre tutum aldığımız sürece işin içinden çıkamayız.

'MİNÖR OLAYLARIN SİSTEMATİĞE DÖNÜŞMESİ DAHA KOLAY'

Münferit saldırılar tanımlaması örneğin, sistematik ve münferit arasındaki çizgi nedir? Kaç taneden sonra münferit değil sistematik diyeceğiz. Bir iklim var. Hoşgörüsüzlük iklimi, teker teker insanlardan gelecek zaten, toplu haldeki kararlar birden çıkmıyor, kimse kalkıp önce soykırım yapmıyor önce bireysel olarak geliyor. Tekil adımlarla başlıyor. Pogromlarda, işte Nazilerde vardı zaten anti semitizm soykırım zaten olan bir hoşgörüsüzlük üzerine geldi.

Minör olarak gözüken şeyler sistematik olarak yapıldı. O minörler olmasa sistematik olana geçiş çok kolay olmazdı.

Münferit olaylar arkasından gelecek sistematik saldırıları kolaylaştırır çünkü gündemimizde normalleşmesine neden olur. Karşılıklı saldırılar hoşgörüsüzlüğü de büyütüyor bir yerde. Ancak burada taraflar masum değil. Atatürk heykeli birinin nefret objesi olurken, diğer yanda başörtülüler hala City’sde ayrımcılığa uğruyor.

Bugün gazetede okudum önemli bir tatil yerinde, bir ünlü, başörtülü bir kadına ‘Çıkarın bu varoşu buradan’ diye bağırmış. Bugün be gün artan doz. Hoşgörü ne kadar işimize geliyor? Yeni fikirlere, benden olmayana katlanmayı gerektiriyor hoşgörülü olmak ve bu yorucu bir iş."

-Kent mekanların buluşması ve ayrışması bunu belirleyecek olan sanırım.

"Ara alanların beslenmesi lazım. Parklar, karşılaşmalar bir araya gelmeler önemli. Sosyal medya örneğin bizi bir araya getirmiyor bölüyor. Orası bir tartışma ortamı değil kendi görüşlerimizi doğrulama ve izole etme ortamı.

Parkları paylaşmamız gerekiyor. Hayat o zaman bir şeye dönüşüyor. Karşı görüşle karşılaşma, karşı görüşün gazetesini açınca da karşılaşırsınız ama sıradan insanlarla karşılaşma önemli.

Okullarda karşılaşıyorduk, ben 71 doğumluyum öyle bir sınıf sayarım ki herkes vardı. Her toplumsal kesim ve katman vardı. Okullarımızı maddiyata göre ve mahalleye göre ayırırsak o zaman ayrışmalar başlıyor. Yemek yenilen yerler ayrışınca ayrışmalar başlıyor. AVM’ler ayrılıyor. Ben Washington DC’de gördüm sadece siyahilerin gittiği AVM’ler var. ABD’nin en liberal şehri.

Bu iklimle alakalı. Bizi ayırabilecek bir sürü dış faktör var, bir araya gelmek çaba istiyor. Onu hep söylüyorum siyasetçiden bir araya gelmek için motivasyon beklememek gerekiyor. Başkası yapmalı. Siyasetçi bunu yapmaz.

-Hangi kurumdan bekleyeceğiz peki bunu?

"Sivil toplumdan bekleyeceğiz. Sivil toplum bunu itecek. ABD’de iki partili gruplar vardır. Bir konu gelince demokratlar ve cumhuriyetçiler ayrı tartışır ama komiteler içerde ayrı tartışırlar."

- Sivil toplum ve medya bu noktada çok sesliliği dile getirmeli ancak bizde bu noktalar da kutuplaşmadan azade değil. Onlar da kutuplaşmış vaziyette ve işte en son sivil toplum temsilcileri tutuklandı. Diğer yandan TÜSİAD vb. kurumlar maddi kaygılarla pasifize oldular. Diğer tarafsa tamamen muhalif olmuş vaziyette o da kendini konumlandırıyor. Medya dediğimiz zaman da kutuplaşma çok sert. Aracı kurumlar da bu kutuplaşmadan payını almış durumda.

"Yıllar önce bir çalışma yapmıştık. Gazete okurlarını çeşitli profillere bölmüştük. Hürriyet Gazetesi her profile ağırlığınca yer veren bir gazeteydi. Şimdi böyle bir şey kaldı mı? Okur için de aynı. Herkes kendi görüşünü doğrulayan yayınlara bakıyor. İnternette böyle.

Peki bu hayatın her alanında bozuldu mu sorusu karşımıza geliyor? Müşterek değerler neler, mikro kaygılar var yaşama dair. Çocuğumuz nasıl okuyacak konusunda ortak paydadayız, evimize ekmeği nasıl götüreceğiz noktasında ortak paydadayız.

ABD’de okulları yönetecek insanlar o mahallede yaşayan insanlar tarafından seçilir. İşte çocuğunuzu aynı okula yolluyorsanız ortak paydanız onun matematiği nasıl öğreneceğidir. O zaman bir ortak kaygıya sahip olmaya başlarsınız.

Kazananın her şeyi aldığı referandum ve referandum tarzı seçimlerle bu iş olmaz. Siyasetçiler siyasetin nasıl yapılacağını belirlerler. Siz aşağıdan yukarıya siyasetin nasıl yapılacağını belirleyemezsiniz. O tarzı siyasetçiler belirler bizim öyle bir şansımız yok."

medya Sivil Toplum kutuplasma