'Ali Kemal, Abdülhamit istibdadına karşı mücadele ile başlamış erdemli siyasal hayatını, onunla uzlaşarak kirletmiş bir adam'
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – Geçtiğimiz hafta Muhafazakâr Parti lideri, Türk kökenli Boris Johnson’ın İngiltere’nin Başbakanı olması, Türkiye'de büyük bir tartışmaya neden oldu. Milliyetçi ve sağcı çevreler Johnson’ın dedesinin babası olan Ali Kemal’i Millî Mücadele’ye karşı olan bir vatan haini ve İngiliz uşağı olarak görürken, Garo Paylan, Ragıp Zarakolu gibi isimler de Ali Kemal’in vicdanlı bir siyasetçi ve dürüstler bahçesinde yer alması gereken bir kahraman olduğundan bahsetti. Ben de bu konuyu ülkenin önemli tarihçilerinden, gazeteci/yazar Erdoğan Aydın’la konuşmak istedim. Kendisi ekranda nadiren gördüğümüz akılcı, çoğulcu ve bir olaya birçok açıdan bakmayı becerebilen aydınlardan…
Bir ismin kimi çevreler tarafından vatan haini, kimileri için de kahraman olarak görülmesi, bakış açılarının önyargılar ve duygusal nedenlerle belirlendiğini gösteriyor. Aksi taktirde bir insanın bu kadar farklı iki uçta yer alması mümkün mü? Bu bazılarının Mustafa Kemal’i bir kahraman, bazılarının da bir diktatör olarak görmesiyle aynı durum… Ali Kemal, Osmanlı Devleti’nin son döneminde dikkat çeken ve ilginç bir profil çizen bir gazeteci/siyasetçi… Gençliğinde devrimci gençlik hareketi tarihi bakımından ülkenin önemli ilklerinden sayılan bir öğrenci derneği kurmuş ve bu uğurda hapis yatmış. Muhalif yazılarından dolayı devamlı sürgün gördüğü halde, ülkesine hep geri dönmüş. O zamanlar bile şimdiki gibi ona dair bakış, vatan hainliği ile kahramanlık arasında gidip gelmiş. Mesela dönemin Adalet Bakanı Refik Bey onun "kalemi çok kuvvetli, müthiş bir hatip" olduğunu söylemiş. İkinci Damat Ferit Paşa hükümetinde İçişleri Bakanlığı’na kadar yükselmiş ve Kemalist harekete karşı bir tutum izlediği ve yazılarında devamlı Ermeni tehcirine yer verdiği için vatan haini ilan edilmiş. Bakanlığı döneminde Savaş Suçu Mahkemeleri’ni ilk başlatan ve Ermenilerin katlinden sorumlu zanlıları ilk tutuklatan kişi aynı zamanda… Bu yüzden bazı çevrelerin hedefi haline gelmiş ve güpegündüz Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Otel’de berber dükkanında tıraş olurken kaçırılmış ve ülkenin tarihine kazınan korkunç bir linçle öldürülmüş. Yasalarda birinin suçu ispatlanana kadar masum sayılması gerekirken, birtakım güçler tarafından galeyana getirilen ve belki de adalete güvenmeyen insanlar tarafından linçe uğraması dünyanın en insanlık dışı eylemi; ne yazık ki bu günümüz dünyasında bile linç bir kültür haline gelmiş durumda… Yürüttükleri mücadeleye muhalif olmasına rağmen, İnönü’nün ve Mustafa Kemal’in bu linçten çok rahatsız oldukları söylense de Mustafa Kemal ‘Nutuk’ta linçi organize eden Sakallı Nurettin Paşa’nın yargılanmasına bizzat kendisinin engel olduğunu yazmış. Erdoğan Hoca da bu ve bu tip yargılamaların engellenmesinin, yargı sisteminin bağımsızlığını günümüze kadar uzanan bir süreçte etkilediğini düşünüyor.
Hemen konuya gireyim; sizce Ali Kemal söylendiği gibi bir vatan haini mi yoksa kahraman mı?
Ali Kemal’i ne bir "vatan haini" ne de bir "kahraman" olarak değerlendirmenin çok nesnel olmayacağını, sadece tek taraftan bakmak anlamına geleceğini düşünüyorum. Her ikisi için de söylenebilecek bazı argümanlar var tabii, ama onu yaşadığı dönemin koşullarına oturtarak incelediğimizde bu iki uç ifadenin dışında bir değerlendirmeye ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor. Esasen bu mesele, Millî Mücadeleyi ve öncesini soğukkanlı, gerçekçi tartışmanın da bir parçası gibi görünüyor. Şunu teslim ederek başlayalım; aslında İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesine neden olan sürecin bir arka planı var. Bu arka plan, Osmanlı Devleti’ni yönetmekte olan İttihat ve Terakki yöneticilerinin, hiçbir mazeretleri olmadığı halde, Almanlarla iş birliği yaparak, Osmanlı’yı Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar genişletebilmek için ve tabii savaşı Gayrimüslim tebaayı yok etme fırsatı olarak değerlendirmek için girdikleri bir savaş…
Dolayısıyla milyonlarca insanın, yayılma hırsı için savaşa sürüldüğü, hem de etnik arındırma planı çerçevesinde katledildiği büyük bir insanlık suçu karşısındayız. Bu durumda öncelikle İttihat ve Terakki uygulamalarını sorgulamadan sonraki dönemle ilgili yapılacak her tahlil ve niteleme eksik ve yanlış olacaktır. İngilizleri, Sevr’i sanki durup dururken gelmiş gibi anlatan bir tarih anlatısı ve dönemin şahsiyetlerini salt bu eksendeki tutumları üzerinden tanımlamanın gerçekçi olmayacağı açıktır. Ortada meşru zemini olan bir Millî Mücadele vardır ama, hem bu toprakların sadece Türk ve Müslümanlara ait olmadığı gibi, hem de bunun öncesinde yargılanmayı gerektiren insanlık suçları bulunmaktadır. Örneğin sayıları 1,5 milyona yakın Ermeni ve Süryani’nin tarihsel topraklarından yok edilmesi veya Topal Osman çetelerinin Pontuslu Rumları ve Koçgiri Kürtlerini yok etmeye yönelik katliamlar görmezden gelinerek doğru bir tarih anlatısı ve vicdanlı bir toplum inşa edilebilir mi? Kısacası Millî Mücadeleyi önceki suçların üzerini örtmenin ve tektipleştirmek için sürdürmenin aracı kılmanın ve bu bağlamda ‘ihanet’ ve ‘kahramanlık’ kavramlarını ona yandaşlık ve karşıtlık ekseninde tanımlamanın, bizi sonraki yüzyılın gösterdiği gibi demokratikleşebilme imkanından da uzaklaştıracağı açık. Dolasıyla Ali Kemal’e bu atmosfer içinden bakmak gerek.
Bu atmosferden baktığımızda, karşımızda nasıl bir Ali Kemal portresi var peki?
Bu atmosferden baktığımızda daha doğru bir Ali Kemal görüyoruz. Kuşkusuz tutarlı bir şahsiyetten söz etmiyoruz, Abdülhamit istibdadına karşı mücadele ile başlamış erdemli siyasal hayatını, onunla uzlaşarak kirletmiş bir adamdan, dahası Osmanlı'nın geleceğini İngiliz emperyalizminin düzenlemesinde görmüş ve bu kapsamda İttihatçılara karşı haklı mücadelesini, Millî Mücadele’nin bütününe ve Ankara Meclisi’ne karşı mücadele düzeyine vardırarak, doğru bir yerde durmayı başaramamış bir şahsiyetten söz ediyoruz. Bu anlamda işbirlikçi bir şahsiyet karşısında olduğumuz açık. Ama hemen anımsatalım ki bu işbirlikçiliğin, ‘Türk kahramanları’ olarak sahiplenilen İttihatçı yöneticilerin veya Abdülhamit'in Alman işbirlikçiliğinden daha öte olmadığı gibi, onlar gibi milyonların ölümü ve acılarına neden olmadığı da ortada… Buna karşın Ali Kemal'in siyasal tutumunda, Osmanlı’yı yayılmacı bir savaşa sürüklemek büyük suçu ile yetinmeyip, aynı zamanda Ermenileri tarihsel topraklarında yok eden vahşetin müsebbiplerini yargılatıcı bir irade sergilemiş olmasını da mutlaka anımsamamız gerek.
Bununla yüzleşmemek ve Ali Kemal’i sadece İngilizlerin işgal ettiği bir mekânda bakanlık yapmasıyla sınırlı olarak yargılamak, bizi dönemin bütünsel gerçekliğinden de hak eksenli bir tutumdan da uzaklaştıran milliyetçi bir tek yanlılık olacaktır. Bir yandan İngilizlerin işgal ettiği bir yerde durması itibariyle sorunlu bir şahsiyetten söz ediyoruz ama diğer yandan da bu topraklarda yapılmış insanlık suçlarını sorgulayan, bunları eleştiren, insan hakları hassasiyeti olan bir insandan bahsediyoruz. Eğer bizler Ali Kemal’e sadece ‘hain’ veya sadece ‘kahraman’ gibi bir ikilemle bakacak olursak, doğru bir tahlilden söz edemeyiz. O nedenle bir taraftan Ali Kemal’e, Ermeni soykırım ve savaş suçlarını yargılamaktan yana tutumuyla hakkını vermek, öte taraftan da milli mücadelenin karşısındaki rijit pozisyonu ve İngilizlere bütünüyle yedeklenen tutumu nedeniyle eleştirel olmak gerekir.
Bu vatan haini ya da kahraman olarak ayrıştırılmak çok eski bir gelenek tabii...
Evet. Gerek milliyetçilik gerek din adına siyaseti belirlemeye çalışan egemenler, her durum ve dönemde kendileri gibi düşünmeyenleri ötekileştirerek, onları ‘din düşmanı’, ‘vatan haini’ gibi en uç noktalara taşıyarak, en ufak bir muhalif söylemi bir suç haline getirir, kriminalize ederek de ötekileştirmeyi de tartışılamaz hale dönüştürür. Bu yöntem toplumları gütmenin, gözlerini bağlamanın klasik bir davranış normudur. Ne yazık ki Doğulu toplumların bütününde, özellikle Türkiye’de bu yaklaşım çok yaygın ve maalesef ki bu davranışın da toplumda çok ciddi bir karşılığı var. Dolayısıyla Türklerin Milli Mücadele’sini eğer bu toprakların daha önceki tarihsel yerlileri Ermenilerin üzerinden sürdüreceksek, bu Milli Mücadele’yi ciddi anlamda kirleten, gölgeleyen, ‘niçin Türkiye bir türlü demokratikleşemedi?’ sorusunun da cevabını vermemizi engelleyen bir tutumdur.
‘Bu topraklarda Ermenice, Rumca, Süryanice konuşanların da Hıristiyanlığa, Yahudiliğe inanan insanların da hakkı vardı’ perspektifiyle yaklaşırsak, yaşananın doğru muhasebesini yapma ve gereken özrü yerine getirirsek, belki de başka bir formül üretme şansımız olur. Böylece vicdanlı insanlar olma yolunu da bulmuş olacağız. Söylemlerimizde Ermeni’yi, bir küfür olarak değil de bu toprakların kadim yerlilerinin, bizlerle eşit hak ve özgürlüklere sahip bir topluluğun adı olarak kullandığımızda günümüze de geçmişimize de bakışta her şey değişecek. Keza Ali Kemal’leri buradan da okumak; hem kendimizi temizlemek, hem de geçmiş algısını sadece ak ve kara yükleminden kurtarabilmek açısından büyük bir önem taşıyor. Bu noktada Sakallı Nurettin Paşa'nın Ali Kemal ile karşılaştığında, ona ısrarla "Artin Kemal" diye seslenmesi, linçi örgütleyen ve meşru gören iradenin Ermeni ismini küfür ve hakaretle özdeş kullanılmasının örneği olarak çarpıcı…
Bir insanın bile kendi geçmişiyle yüzleşmesi zorken, bir ülkenin kendi geçmişiyle yüzleşmesi daha zor olmalı. Bunu yapabilen ve demokrasinin doğru işlediği pek çok ülke sayabiliriz, sizce Türkiye’nin bunu yapma şansı var mı?
Elbette, genel anlamda böyle bir şansı var. Olması lazım çünkü bu şansı kullanma becerisini göstermiş ülkeler sadece dünyayla ve çağla değil kendisiyle de daha barışık; aynı zamanda kalkınma kapasiteleri de daha yüksek, okullarındaki tarih derslerinde bile daha tarafsız olabiliyorlar mesela. Örneğin Almanya eğitim müfredatında kendi geçmişiyle yüzleşebiliyor ve son derece açık bir şekilde ne kadar yanlış yaptıklarını kabullenerek olumlu bir davranış sergiliyor. Bugün Almanya’da herhangi bir Nazi kampına gittiğinizde, orada farklı eğitim kurumlarından ve yaşlardan binlerce öğrenci görürsünüz. Bir zamanlar orada bir insanlık suçu işlendiğini anlatabilme özgüveni sergileniyor. Biz bırakın bunu yapmayı, böyle bir tartışma konusunun açılmasını bile bir ihanet olarak görüyoruz. Özellikle son yıllarda Türkiyeli insanlara yönelik yapılan bir dizi Neo-Nazi saldırısı ve yakma eylemlerinin gerçekleştiği evlerde birer plaket olduğunu görürsünüz. O plaketlerde ‘burada ırkçı, faşist Almanların saldırısına uğramış Müslümanlar yaşıyordu’ mealinde açıklamaları yazar. Ülkenin bakan ya da başbakan gibi üst düzey yöneticilerinin oralara gidip saygı duruşu yapar. Bu onları küçültüyor mu, vatan haini mi yapıyor? Tam tersine özgürleştiren, özgüvenini arttıran, olgunlaştıran, hukukun standartlarını arttıran, insanların vicdani kalitesini yükselten bir duruştur. Oysa söz konusu bizler olduğumuzda maalesef ki bu erdemi, bu vicdanı, bu hukuki nosyonu gösteremiyoruz.
"EĞER DEVLETİN EGEMENLERİNDEN YANAYSANIZ, BARIŞ AKADEMİSYENLERİNİN KANIYLA DUŞ ALACAĞINIZI BİLE SÖYLESENİZ ASLA CEZALANDIRILMAZSINIZ"
Ali Kemal’e dönelim, yargısız infaza nasıl kurban gittiğinden ve failinin yargılanmamasından biraz bahsedebilir miyiz?
Öncelikle Ali Kemal'in, ne Vahdettin'ler gibi ne de Enver-Talat gibi İstanbul'dan kaçmadığını, davranışının anlamı konusunda onlardan farklı bir ruh halinde olduğunu anımsamak lazım. Bu sırada Büyük Taarruz kazanılmış vaziyette ve Ali Kemal, Millî Mücadele'ye ilişkin tutumunu değiştirerek yazılarına devam ediyor. İşte bu arada İstanbul'dan kaçırılarak İzmit'e getiriliyor. Sakallı Nurettin Paşa, Lozan’a gitmek üzere Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıkmış İsmet İnönü heyetinin geçişine denk getirerek tam da o heyetin geçtiği sırada Ali Kemal’in linçini örgütlüyor. Dolayısıyla Lozan’da uluslararası bir görüşme yapmak için giden heyet, üstelik aralarında bir Fransız yetkilinin de olduğu koşullarda söz konusu linci izliyor. Nurettin Paşa'nın organize linçi ve öldürüldükten sonra parçalanmış cesedini astırma şeklindeki vahşeti, olayın tanıklarından ve Milli Mücadele subaylarından Rahmi Apak tarafından, "facia" sözcüğüyle nitelendirilirken, lince tanıklık eden Lozan heyeti azası Rıza Nur, Nurettin Paşa'ya, "sen kumandan mısın cellat mısın" diye tepki veriyor. İsmet Paşa'nın da bizzat Falih Rıfkı Atay'ın tanıklığıyla, bu cinayete tepki verdiği ve Nurettin Paşa'yı da bu işten dolayı azarladığı biliniyor. Ama asıl ilginci, bu tamamen organize işe rağmen Sakallı Nurettin cezalandırılmıyor. Dolayısıyla gayrimüslim mahallelerin yakıldığı İzmir yangınından tutun da Koçgiri’de yaşanan kırıma kadar bir dizi suçun da faillerinden olan Sakallı Nurettin’i sorgulatmayanların, muktedire bakarak karar veren siyasal yargı sisteminin oluşmasında rol oynadığını da bu vesileyle belirtmek gerek. Örneğin Koçgiri'de yaşanan vahşetin, üstelik Ankara Meclisinde yapılan ısrarlı sorgulamalara rağmen üstünün kapatılmasının sonuçları, sadece o günün özgülünde değil sonraki yargı geleneği açısından da vahim bir durum olacaktır. Bu noktada belirtilmeli ki Ali Kemal’i linç ettiren insanların yargılanamadığı, suçlu insanların suçlu olup olmadığının bağımsız mahkemeler tarafından belirlenmediği bir tarih zemini, bizim demokratikleşmemizi, vicdanlı bir toplum ve hukuki bir devlet olabilmemizi de engellemiştir. Eğer devletin o sıradaki egemenlerinden yanaysanız, ne yaparsanız yapın, örneğin barış akademisyenlerinin kanıyla duş alacağınızı bile söyleseniz, asla cezalandırılmazsınız ama iktidarı rahatsız eden en ufak bir söylemde bulunmuşsanız, yaşınız 14 bile olsa, kesinlikle yaptırıma uğratılırsınız.
İktidarların kimliklerinden bağımsızlaşan bir tutum mu bu?
Değil tabii ama bu toprakların geleneğinde aşılamayan bir problemden söz ediyoruz. Düşünün Abdülhamit döneminde, İttihat ve Terakki döneminde, tek parti döneminde, Menderes döneminde, darbe dönemlerinde, Demirel döneminde ve tabii bugün, kısaca bütün farklı ideolojik referanslara sahip iktidarların hepsinde karşılaştığımız örneklerden söz ediyoruz. O halde dönüp, Ali Kemal’in linç olayıyla ya da onun yazdığı makalelerin yeniden irdelenmesiyle bir muhasebe yapacak olursak, sadece Ali Kemal ile ilgili tarihsel gerçekliği ortaya çıkarmış olmakla kalmayacak, aynı zamanda ülkemiz ve tarihimizi de onarmamız, bizden farklı düşünen ve zaman zaman bizi rahatsız edecek yönelimler sergileyen insanları bile ortak bir değerlendirme ölçütünde anlayabilmemizi sağlayacaktır. Bu muhasebeyi yapmak, sadece karşımızdakiler için değil, kendimiz ve ülkemiz için de önemli. Özellikle kendimizi ait hissettiğimiz iklimin düzelmesi için ayrıca bir önem taşımaktadır. Maalesef Türkiye’de okumuş yazmış, bir dizi diplomaya sahip birçok insanın, ancak cahil bir insana yakıştırabileceğimiz bir dili veya ancak faşist bir zihniyetin yapabileceği önermeleri dillendirebildiği görülüyor. Düşünün ki farklılığından dolayı linç edilmiş, artık kendini savunma hakkı kalmamış bir insan hakkında bugün bile "hain" yaftalı kitap-makale yazabilenler olabiliyor. İnsanların kendi doğrularını konuşabilmesine bile imkân tanımayan bir şiddet ortamının sonucunun ise hepimizin kaybetmesi olduğu, üstelik bu geleneğin bir bumerang gibi dönüp bir gün kendi uygulayıcılarını da vurduğu çok açık.
"ALİ KEMAL’İN LİNÇ EDİLMESİNİ YARGILAMAYAN BİR CUMHURİYET İDARESİ, BAĞIMSIZ BİR YARGININ OLUŞAMAMASININ DA MÜSEBBİBİDİR"
Sakallı Nurettin’in organize ettiği bu linçi duyan Mustafa Kemal’in buna çok kızdığı ve büyük bir tepki gösterdiği yazılıyor. Eğer Mustafa Kemal bu öfkesini yargıya taşısaydı, her şey farklı mı olurdu?
Olmaz mıydı? Daha önceden Koçgiri tartışmalarının sonrasında, Mecliste Sakallı Nurettin’in yargılanması gerektiğini dillendirenler engelleniyor. Üstelik burada sadece bir Ali Kemal’den değil, binlerce insanın öldürülmesinden, köylerin yakılmasından ve mallarının yağmalanmasından bahsediyoruz. Daha sonra ne yazık ki Nutuk’ta ‘Sakallı Nurettin’in yargılanmasını ben engelledim’ diyen bir Mustafa Kemal portresiyle karşılaşıyoruz. Oysa başta Sakallı Nurettin ve Topal Osman olmak üzere Koçgiri katliamının müsebbiplerinin yargılanması sağlansaydı, Millî Mücadele hukuki bir zemine girmiş olacaktı. Ali Kemal’in linç ettirilmesi de olamayacak, dahası, sonraki tarihimiz de geçmişe doğru yüzleşen, sorun çözen, yeni hak ihlallerine başvurmadan ilerleyen bir tarih ve kurumlaşmaya yönelebilecekti. Örneğin sonraki tarihimizde yüzlerce gazete yasaklanmayacaktı. Gazeteciler içeri atılmayacaktı. Kürtler ve Türkler diye başlayan Millî Mücadele’nin sonrasında Kürtlerin bu ülkede yaşamadığı ve "herkesin Türk olduğu" dayatması söz konusu olamayacaktı. İstiklal Mahkemeleri’nde muhalifler ve yok edilmek istenenler değil sadece suçlular yargılanacaktı.
Bu durum bugüne kadarki bütün süreci etkiledi, öyle mi?
Kesinlikle. Sonraki süreçte farklı olan herkesin ötekileştirildiğini, Kürt olmanın yasaklandığı, Alevi olmanın ciddi anlamda yasa dışına itildiğini, örneğin bu ülkede Milli Mücadele’nin olağanüstü destanını yazan Nazım Hikmet’in hayatının hapishanelerde çürütüldüğünü görüyoruz. Demek ki aslında bu sorunların hepsi birbiriyle doğrudan ilgili. 1 Mayıs’ı yasaklayan veya Ali Kemal’in linç edilmesini yargılamayan bir cumhuriyet idaresi hem gerçek cumhuriyet olamamasının, gerçek bağımsız bir yargının oluşamamasının da müsebbibidir. Bugün iktidarla bağlantılı kimi suçlarda da gördüğümüz gibi kamera kayıtlarının birden kaybolduğuna veyahut da üretildiğine şahit oluyoruz. Bu Ali Kemal vakası, bugün bürokrasinin Memurin Muhakemat Kanunu’yla güvence altında tutulmadığı, savcılara sadece polisin istediği bilgilerin gittiği, gerçek bir hukuktan fersah fersah uzak bir memleket miras bırakmıştır. Bu arada Ali Kemal’e doğru bir davranışla İstanbul’da İttihat Terakkicileri yargılamasından dolayı da kendisine teşekkür etmeliyiz.
Savaş Suçları Mahkemeleri’ni ilk kez o başlattığı için mi?
Aynen öyle. Hem ilk kez başlatan ve bunu kararlılıkla sürdüren insan olduğu için…
Nazım Hikmet’ten bahsetmişken, onun Ali Kemal için İngilizlerden para aldığına ve Halife’nin adamı olduğuna yönelik bir şiiri var.
Doğru. Maalesef kendisinin böyle bir şiiri var. Fakat Nazım Hikmet o sırada 20’lerinin başlarında olan, milliyetçi duygulardan ve Millî Mücadelenin basın yayınından etkilenmiş genç bir şairdir. Kendisine anlatılan bir hikâyeyi şiirleştirmek gibi bir yanılgıdan söz edebiliriz. Keza yine Nazım Hikmet'in bu ve bundan sonraki döneminde Kürtleri görmemesi nedeniyle anlaşılır eleştirilerle de karşılaştığını biliyoruz. Ama aynı Nazım Hikmet’in 1962’de, üstelik kendi partisinin çoğunluğunun itirazına rağmen, Kürt sorununun Türkiye’nin çok temel bir sorunu olduğunu dillendiren ve TKP'nin bu konudaki çizgisini değiştirmeye çalışan bir şahsiyet haline geldiğini de biliyoruz.
Buna rağmen Ali Kemal’le ilgili şiirindeki "Zaten İzmitlilerin işi de doğru değil. Herifin suçu vardıysa, devlet verir cezasını, hükümet asar. Herifi parçalamak devlete karşı koymak demek" dizelerinde, yapılanın yanlış olduğunu belirtiyor zaten.
Tam da onu diyorum zaten. Hem adalet duygusu yüksek hem de geçmiş önyargılarının esiri olmayan bir şahsiyetti. Bu açıdan baktığımızda Nazım Hikmet’i bir yüzyıl sonraki hak hukuk bilmez sözde vatan severliğe kanıt yapmak, onu istismar etmek olacaktır. Tersine hayatı Cumhuriyet hapishanelerinde ve polis takibatlarında geçen, sonunda buradaki tektipleştirmeci otoriter gelenekten Sovyetler Birliği’ne kaçmak zorunda bırakılan ve tıpkı Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve daha pek çok insan gibi vatan hasretiyle ölmek durumunda kalan bir şairin, çok genç yaşındaki bir şiirini Ali Kemal ve benzeri konularda kullanmak, onun anısına saygısızlık yapmaktan başka anlam taşımaz.
"BİZLER SİVAS’TAKİ İNSAN YAKMA EYLEMİYLE BİLE YÜZLEŞEMEMİŞİZ, ERMENİ SORUNUYLA, ALİ KEMAL’İN LİNÇİYLE YÜZLEŞEBİLMEK NASIL MÜMKÜN OLSUN Kİ?"
Aslında o yaşlarda pek çok genç azılı bir milliyetçilik döneminden geçmiştir. Subayların da dahil olduğu halk tarafından yapılan bu linçin detaylarını okuduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Sopalar ve çekiçlerle dövülüyor, bıçaklanıyor, taşlanıyor, derileri kopuyor, ağaca asılıyor vs… Bir insanın karşındakine bunu yapabilmek için, onu bir düşman olarak görmesi gerekiyor sanırım.
Aynen öyle. Aksi taktirde halkın bu kadar galeyana gelmesi mümkün değil. Linç etmeyi meşru gören bir kültür ne yazık ki bugün de çok yaygın.
Ali İsmail Korkmaz’da olduğu gibi. Biri 1922’de, diğeri 2013’de, değişen pek bir şey yok!
Sadece o değil ki! Trabzon’da Türkiye’nin müttefiki olan bir Kürt kesimin turist temsilcileri bir Kürt bayrağı taşıdıkları için linçe uğradılar. Bu zaten linçe ne kadar yakın, sorgulama kapasitesi ne kadar zayıf, kışkırtılmaya ne kadar açık bir toplum olduğumuzu gösteriyor. Biz 1993’de 2 Temmuz’da Sivas’ta, hepimizin ve kameraların gözü önünde olan, 8 saat süren bir insan yakma eylemiyle bile yüzleşememişiz, Ermeni sorunuyla, Ali Kemal’in linçiyle yüzleşebilmek nasıl mümkün olsun ki? Maalesef bu ülkenin tarihinde böyle örnekler çok. Bu yüzden yüzleşme çok önemli; başlangıç noktamız ister Ali Kemal olsun ister Ermeni sorunu olsun, ister Kürt meselesi olsun, hatta kadın sorunu olsun -ki kadın meselesi aslında cumhuriyetin en somut adımlar attığı bir nokta olmasına rağmen-, farklı hiçbir şeye izin vermeyen ve kendisi gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gören bir cumhuriyet ne yazık ki bugün geldiğimiz noktada İslamcı bir iktidarın toplumun ciddi bir kesiminde hakimiyet kurabilmesine neden olan bir cendereyle bizi karşı karşıya bırakmış durumda… Bugünün dünyasında İslamcılığın kendini bu kadar mağdur ve bu kadar hegemon kılabilmesinde, eşitlik ve özgürlüğü kısıtlamış ve bu yüzden demokratikleşememiş bir cumhuriyetin etkisi büyüktür.
"BUGÜN ALİ KEMAL’İ HAİNLİKLE SUÇLAYAN ZİHNİYETİN, ASIL TOPAL OSMANLARLA, BAHATTİN ŞAKİRLERLE, TALAT PAŞALARLA, ENVER PAŞALARLA YÜZLEŞMESİ LAZIM"
Ali Kemal’in Alemdar ve İkdam gazetelerinde yayımlanan bazı makalelerine baktım; milliyetçi söylemlerden uzak, insan haklarını önemseyen yazılardı.
Ali Kemal’in tarihine baktığımızda, Abdülhamit despotizmine, istibdadına karşı mücadele etmiş, liberal bir özgürlük perspektifine sahip olan bir şahıs olduğunu görüyoruz zaten. Sadece yanlış zamanlarda yanlış kişilerin yanında yer alan biri olduğunu düşünebiliriz. Fakat böyle bir sorgulama, bir ceza hukukunun veya hele ki bir linçin konusu olmaz. Üstelik bugün Ali Kemal’i hainlikle suçlayan zihniyet dünyası, Ermeni soykırımında ceza almış, cezası sabit görülmüş, idam edilmiş insanlardan milli bir Türk kahramanı yaratmaya çalıştıklarını da anımsayacak olursak, bizim Ali Kemallerle değil, asıl Topal Osmanlarla, Ermeni soykırımını organize eden Bahattin Şakirlerle, Talat Paşalarla, Enver Paşalarla yüzleşmemiz lazım. Maalesef ki bizi yönetenler sadece Ali Kemallerle hesaplaşmamızı ve kendi egemenlerimizi asla sorgulamamamızı bize öğretmeye ve dayatmaya çalışıyorlar. Tersi olmuş olsaydı, örneğin durup dururken 1’inci Dünya Savaşı’nda giren bir İttihat Terakki’den, Almanların "bu kadarını Alman komutanları bile yapmazdı" dedikleri Enver Paşa’dan bir kahraman yaratmaya çalışmazlar ya da Topal Osman gibi binlerce insanın katledilmesinde rol oynamış birinin heykelini dikmezlerdi. Böylesi rol modelleri bu şekilde yaşatıldığı müddetçe, ne yazık ki yeni yetişen genç kuşaklarımızda hukuk, çoğulculuk ve demokrasi nosyonundan yoksun insanlar olarak büyümekte olup, dünyayla, çağlarıyla, bilgiyle, demokrasiyle barışamamaktadırlar. Dolayısıyla acilen Ali Kemal tartışmasına dönüp, yazdığı makaleleri ve ne zaman nerelerde neler yaptığını güncelleyerek, tam da böylesi bir dönüşüm için bir vesile yapmak gerekiyor. Bu bilgiler üzerinden o zaman eleştirmemiz gereken şeyler varsa, eleştirilir zaten ama bunun ötesindeki her şey, bizim bugünkü-dünkü anti-demokratik geleneğimizi tahkim etmeye çalışmaktan başka hiçbir anlam taşımaz.
Mesela TBB Başkan Yardımcısı Hüseyin Özbek "bu yapılan, utancı anıtlaştırmak, ihaneti kutsamaktır. Damat Ferit’in İngiliz işbirlikçisi Ali Kemal’in aklandığı yerde Mustafa Kemal mahkûm olur" demiş.
İşte bu ikilem bizim durumu anlamamıza engel olmaktadır. Bizim bir taraftan Ermeni soykırımının yargılandığı, her türlü suçun deşifre edildiği ama diğer taraftan aynı zamanda İngiliz ve Yunan işgallerine karşı milli mücadelenin meşrutiyetini savunan bir bütünlüklü yaklaşıma ihtiyacımız var. Örneğin bugün Yunan komünistler dönemin Yunan egemenleri tarafından İzmir’de başlatılan ve Polatlı’ya kadar gelen işgali sorguluyorlarsa, buna karşılık bizim de kendi egemenlerimizin yaptığı yanlışları sorgulamamız gerekir. Bu bakış açısı bizim sadece dünle yüzleşmemizi sağlamayacak, aynı zamanda bugünümüzü ve geleceğimizi de kurtaracaktır. Dolayısıyla hem Mustafa Kemal’i yerli yerine oturtmak hem milli mücadeleyi savunmak hem de Ali Kemal’e yapılmış linçi sorgulayıp, asıl bunu yapanları lanetlemek için gereken muhasebenin yapılmasına acil ihtiyacımız var.
Abdülhamit’in despotizmine, istibdadına bu kadar karşı olan biri, rejimi devirmek isteyen Kemalist harekete neden karşıydı sizce?
Çünkü Ali Kemal’in döneminde İttihat Terakkiciler, liderleri Alman denizaltısıyla kaçmış, kendi kongrelerinin ve soykırım belgelerini bile imha etmiş olan insanların Anadolu’daki uzantısı olarak görülüyordu. Dolayısıyla Millî Mücadele’yi de İttihatçı bir hareket olarak görüyordu. Böyle bir bakış açısı da Millî Mücadele için yanlış bir saflaşmayı beraberinde getirdi. Diğer taraftan da İstanbul’da meşru işlerin olduğunu da unutmamak lazım. Örneğin bu toprakların mimarisini, şehirlerini, medeniyetini, şarkılarını türkülerini yapmış bir halkın yok edenlerin cezalandırıldığı, sorgulandığı İstanbul mahkemelerinin meşrutiyetinin altını çizmek ve Ali Kemal’i de bu pozitif mahkemelerle ilişkilendirmek lazım. Bu farklı saflarda saf tutmuş insanların eğer bir temas kurulabilmiş olsaydı pekâlâ bütünlüklü, çoğulcu bir ülkede birlikte yaşayabileceğini, yanlış yapan İttihat ve Terakkicilerin de yargılandığı mahkemelerin de bu tarihin bir parçası kılınması mümkün olabilirdi.
Ali Kemal, Türkiye’nin devrimci gençlik hareketi tarihi bakımından önemli ilklerden sayılacak bir öğrenci derneği kurmuş bir insan. Bu kadar devrimci bir adamın, Mustafa Kemal’i hedef alan, ‘İdam idam idam’ başlıklı makaleler yazması çok ilginç. TGB İstanbul İl Başkanı İbrahim Okan Özkan bu makalelerden bahsettiği için soruyorum bu soruyu.
Bunlar tümüyle bir kurgu. Bahsettiğiniz makalelerin tarih verisini tartışmıyoruz aslında, bu bir ön yargıda bizleri saf tutmaya zorlayan bir yaklaşımı tartışıyoruz. Oysa böylesi bir önyargının yanında saf tutmak demek, aradan geçen yüzyıla yakın bir cumhuriyet döneminin de niçin demokratikleşemediği sorusunun cevabını verememekle bizi karşı karşıya bırakıyor. Ali Kemal’in gençlik döneminde devrimci olması, hayatının bütününde de devrimci olduğu anlamına gelmez tabii, ama sizin de işaret ettiğiniz gibi daha gençliğinden beri, diğer meşrutiyetçi insanlar gibi yüzü ileriye, adalete dönük, istibdada karşı olan bir genç olarak siyasal hayatına başlamış birinden söz ettiğimizi, onun üstü örtülen bu yanlarını görmemizin de şart olduğunu belirtmek lazım.
O dönemin Adalet Bakanı Refik Bey de Ali Kemal için "popüler ve öncü bir yazar, aynı zamanda çok iyi bir hatip" demiş.
Zaten Ali Kemal’in bu kadar düşmanlaştırılması, onun o dönemde bu kadar güçlü bir etkisi olmasından kaynaklanıyor. Onu sadece bir hain parantezinde görmeye zorlayan yaklaşım, onun o dönemde yazdıklarına bakmamızı, niye İstanbul’da durduğunu ve niye o makaleleri yazdığını sorgulamamızı engelleyen bir yaklaşım. Nasıl Ermenilerin başına gelen felaketle yüzleşmek zorundaysak, Ali Kemal’in yazdığı makalelere de tarihi aydınlatmak adına bakmak zorundayız.
O kadar sürgüne gönderilmiş, Paris’e, Viyana’ya, Londra’ya vs… ama hep ülkesine dönmek istemiş. Aslında istese oralarda bütün bu kaostan uzak bir hayat kurabilirdi. Sonuçta ilk eşi de İsviçre kökenli bir İngiliz’di. İlle de ülkesine dönmesi bir vatansever olduğunu göstermez mi?
Hem öyledir, hem de vatanseverlikten öte bu ülkede birlikte farklılıklarımızla ama hukuk ekseni içerisinde, Ermenileri öldürmüş, kırmış, mallarına el koymuş, onlara tecavüz etmiş insanların olmadığı, onlardan arındırılmış bir mekânda yaşamayı ön gören bir tahayyülün insanıdır diye bakmak çok daha gerçekçi bir bakıştır.
Bir akademisyen size şu soruyu yöneltmemi istedi; Ali Kemal’in siyasi duruşunu ideolojik ilkeler mi yoksa İttihat ve Terakkicilere olan şahsi husumeti ve hissiyatı mı belirledi acaba?
Bu soru aslında problemli bir soru. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni sanki iyi bir şeymiş gibi gösteren bir yerden yola çıkmış. Kuşkusuz 1908 Devrimi’ni yapan bir İttihat Terakki’nin iyi bir şey olduğunu da belirtmek lazım; Abdülhamit’e ve işbirliği yaptığı Alman emperyalizme karşı itirazları olduğunu unutmamamız, ama bu devrimi Ermenilerin Taşnak ve Hınçak örgütleriyle birlikte yaptıklarını da hatırlamamız gerekiyor. Hatta devrimden sonra Taşnaklarla İttihatçıların aynı listeden milletvekili seçildiklerini, örneğin 31 Mart ayaklanmasında linç edilecek İttihat ve Terakki liderlerini, Taşnakların liderlerinin evlerinde saklandıklarını da anımsamak lazım. Sorun 1911’den sonra İttihat ve Terakki’nin o ana kadar ki devrim hedeflerinden vazgeçip, tektipleştirilmiş bir memleket inşa etmek ve başta Ermeniler olmak üzere farklı olan herkesi imha etmeye yönelin bir planın insanları haline dönüşmeleridir. Abdülhamit’in yaptığının da kat kat üstünde bir Alman işbirlikçi projenin temsilcisi olduklarını kesinlikle unutmamak lazım. Sadece Ermeni’nin Süryani’nin Rum’un değil, binlerce Müslüman’ın da ölümüne sebep olduklarını unutmamak lazım. Örneğin Alman askerleri ölmesin, az ölsün diye Sarıkamış’a yüzbinlerce askeri götürüp orada ölüme mahkûm eden bir İttihat Terakki’yi sorgulamadan sağlıklı bir vatan sevgisine sahip olmamız mümkün değil! Ali Kemal ile uğraşmak yerine İttihat Terakki’nin bu ülkenin başına nasıl bir çuval ördüğünü saptamak gerekiyor. Şimdi bu soruyu hangi İttihat ve Terakkicileri kast ederek sorumuş arkadaş; 1908 devrimi yapanları mı, yoksa sonraki dönemde bütün o katliamlara sebep olanları mı?
Ali Kemal’in cesedini İnönü’ye gösterenler kimdi ve İnönü ne yaptı diye sormuş biri…
Bu konuda çok nesnel bir bilgiye sahip olmayabilirim ama İnönü’nün bu linçten gerçekten rahatsız olduğunu, sırtını dönerek linçi seyretme eylemine katılmadığını ve böyle bir şeyi organize ettiği için Sakallı Nurettin’den ciddi anlamda rahatsız olduğunu biliyoruz.
Ali Kemal’in oğlu ve eşinin Türkiye’ye dönebilmesi İnönü sayesinde olmuş zaten.
İnönü’nün Mustafa Kemal’den sonraki dönemde pek çok olumlu hareketi olmuş ama onun dönemi de birçok hukuk ihlalinin yaşandığı bir dönem… Yine de kendisinin uluslararası ilişkiler açısından olsun, iç muhalefetin farklı kanatlarının yeniden rejimle barıştırılmasında da epey bir adım attığını biliyoruz.
"BORİS JOHNSON SİYASET TARZIYLA TRUMP’A ÇOK BENZEDİĞİ İÇİN İNGİLTERE’NİN BAŞINA GELMİŞ OLMASI DEMOKRASİDEN YANA BİR İLERLEME ANLAMINI TAŞIMIYOR"
Kemal Tahir ‘Kurt Kanunu’ kitabında "Ali Kemal masondu, kurtarmadılar ama oğlunu ileride çok önemli bir makama çıkmış görürsen şaşırma" diye yazmış. Ali Kemal’in oğlu Zeki Kuneralp birçok ülkede büyükelçilik görevinde bulunmuş, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yapmıştı. Torunun oğlu da İngiltere’nin yeni Başbakanı oldu. Sizce bu bir öngörü müydü yoksa tesadüf mü?
Bence bu bir komplo teorisi. Buradan bir dizi başka komplo teorileri de üretebiliriz. (Gülümsüyor) Torununun oğlunun bugün İngiltere’nin önümüzdeki yıllardaki kaderi üstünde çok etkili bir şahsiyet olmasından başlayarak bu süreci tekrar araştırmamız gerekiyor. Günümüz Osmanlıcıları, Ali Kemal’in torununun İngiltere’de başbakan olmasından pozitif bir şey üretmeye çalışıyorlar. Günümüz Kemalistleri milliyetçileri ittihatçıları ise tam tersi bir şey üretiyorlar. Oysa bunun yerine soğukkanlı bir şekilde İngiltere ile ilişkilerimizi nasıl etkileyeceğine, Johnson’ın nasıl bir politik programın temsilcisi olduğuna dair bir tartışma götürebilmeliyiz. Muhafazakâr Parti aslında İngiltere’nin de dünyanın da hak eksenli taleplerinin karşısında duran bir parti. Dolayısıyla kendisi siyaset yürütme tarzıyla bu anlamda Trump’a çok benzeyen bir şahsiyet. İngiltere’nin başına gelmiş olması demokrasiden yana bir ilerleme anlamını taşımıyor. Dolayısıyla bizlerin olayları bu yanıyla tahlil etmemiz gerekirken, bambaşka şeylerle uğraşıyoruz.
Peki, Ermenilerin haklarını bu kadar savunan Ali Kemal’in oğlu Madrid Büyükelçisi iken, eşinin ve kayınbiraderinin Ermeni örgütü ASALA tarafından yapılan suikastta öldürülmesi tuhaf bir ironi değil mi?
Bunun bir trajedi örneği olarak anımsanması lazım. Bu konuyla ilgili nesnel bir bilgi aktarımı yapmam mümkün değil!
Peki, dedesinin başına gelenlerle ilgili Türkler hakkında ne gibi bir düşüncesi vardır ve bu düşüncesi ülke siyasetine yansır mı?
Zannetmiyorum böyle bir kin güdeceğini. Avrupa siyasetinin önyargılardan çok daha rasyonel bir yerden kurgulandığı kanaatindeyim.
Ama bizler dedesini linç etmiş bir toplumuz. Üstelik kendisi Erdoğan hakkında hakaret içerikli bir şiir de yazmıştı.
Öyle ama Johnson’ın Türkiye Cumhurbaşkanı’na dair yazdığı şiir de o popüler İngiltere’nin iç siyasetinin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Örneğin yarın Türkiye ile önceki dönemden çok daha sıkı bir ilişki kurması da İngiltere’nin, özellikle çok uluslu şirketlerin ihtiyaçlarınca belirlenecektir. Bugün sağcı, ötekileştirici, hukuk karşıtı olan Trump’ın Türkiye Cumhurbaşkanı’yla çok sıkı ilişkiler kurabildiği atmosfer, pekâlâ İngiltere’nin Başbakanı’yla ülkemizdeki muktedirler arasında da olacaktır.
Boris Johnson göçmenlere düşman bir politika güden Brexit Kampanyası’nın da liderlerinden biriydi. Neredeyse 3’üncü Dönem Kavimler Göçü sayılan bu göç ilk iki dönemdeki gibi tüm Avrupa’yı etkiledi ama tüm dünyada da faşizmin artmasına sebep oldu sanki. Bizdeki Suriyeli düşmanlığı da had safhaya çıkmış durumda.
Aslında Johnson’ın şu anda seçilmesinin en büyük sebebi Brexit Kampanyası’nı yürütmesinden kaynaklanıyor zaten. Bu hareketin ekonomik nedenleri de var tabii. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, küreselleşmeyle birlikte adaletin, özgürlüğün geleceği söylendi; oysa 20 yıllık bir zaman geçtikten sonra, çok uluslu şirketlerin dünyayı daha fazla yağmalamasının, çevresini, doğasını, suyunu, zenginliklerini piyasalaştırmalarının, her şeye kar eksenli yaklaşmalarının, bu küreselleşmenin bilançosu olduğunu gördük. Bu distopik atmosferde insanlar sosyalizmle bunlardan kurtulabiliriz gibi bir umut üretemedikleri için sağcılaşma, ırkçılaşma, mezhepçileşme, sağ popülist siyasetçilerin adeta bir aracı haline geldi. Böyle bir dünyada Boris Johnson gibi, Trump gibi, Orban gibi siyasetçilerin maalesef oy potansiyeli de hızla artıyor. Bu da dünyanın ciddi bir felaketin eşiğinde olduğunu gösteriyor ama bu durumun giderek artan muhalefet duruşla, bir ters dalgayla dönüşüme uğrayacağını düşünüyorum.
Bizdeki son seçimlerde olduğu gibi…
Evet. Bizdeki seçim aslında genel bir umuttur. Türkiye’nin eğitim düzeyi, katma değer kapasitesi yüksek, medeni göstergelerle daha ilişkili olan şehirlerinin bütününde iktidarın kaybetmiş olması, bu toplumdaki, dalganın artık demokrasiye yöneldiğinin göstergesi… Ama konuyla bağlantılı olarak, bu dalganın bir damarının, özgürlükçülükten yana gibi görünen kesiminin içinde Ali Kemal tartışmasında gördüğümüz gibi, Suriyelilerin denize girmesinin engellenmesinde ya da sınır dışı edilmelerinde gördüğümüz gibi ciddi sorunlar var. Yine de büyük şehirlerde başlayan bu dalganın Türkiye’nin geneline yayılacağını düşünüyorum.
Peki, yapılacak yargı reformundan bir umudunuz var mı?
Yargı reformu Avrupa’ya ve dünyaya karşı bizleri iyi gösterme çabası içerisindeki bir makyaj düzenlemesi olacaktır, üstelik bu ülkemizde ilk defa da yapılmayacak. Keza içeride de güç dengelerini zorlayacak bir durum. Çünkü savunulması iktidar partisi tarafından bile mümkün olmayan o kadar çok keyfi tutuklama, hak ihlali, kanıt gizleme, uydurma, spekülatif manşetler var ki, bir makyaja kesin ihtiyaç var. Şu andaki mevcut güç dengelerinde, ne yazık ki bu mümkün değil! Bir reform gerekliliği kaçınılmaz ama bu nasıl şimdi meclisin tatiline kurban edildiyse, 1-2 dönem daha kurban edilme ihtimali vardır.