'Bekçiler AKP'nin silahlı gücü olarak çalışacak'

'Bekçiler AKP'nin silahlı gücü olarak çalışacak'
Söz Sırası programında konuşan İnsan Hakları Savunucusu Ahmet Faruk Ünsal, 'Bekçiler, AKP Gençlik Kolları'nın istihdamına yarıyor' dedi.

Ahmet Faruk ÜNSAL


ARTI GERÇEK-Türkiye'nin, başkanlık sistemi kabul edildikten bu yana, öngörülemez bir ülkeye dönüştüğünü söyleyen İnsan Hakları Savunucusu ve 22. Dönem Adıyaman Milletvekili Ahmet Faruk Ünsal, "Başkanlık referandumu ile yetkilerin tek elde toplandığı, yasama, yürütme ve yargının bir kişinin adeta emrine verildiği, bütün denge denetleme ve fren kurumlarının imha edildiği bir süreçte bir taraftan vatandaşı olmasak yaşaması son derece heyecanlı, gündemin sürekli değiştiği bir ülke, ama diğer taraftan hem kendi vatandaşlarına hem dünyada ve bölgede yaşamakta olan insanlara önemli bedeller ödettiren bir ülkeye dönüştü" dedi.

ARTI TV'de yayınlanan Söz Sırası programına katılan Ünsal'ın konuşmasının devamı şöyle:

"Bu süreçte Türkiye gündemini meşgul eden konulardan biri deprem olayı. Elazığ'da yaşanan deprem. Ve bu depremde gördük ki, Türkiye'nin konut stoğu depreme dayanıklı değil, büyük nüfus barındıran İstanbul için düşünecek olursak, İstanbul'da 7'nin üzerinde bir depremin yaşanması halinde çok büyük can ve mal kayıplarının yaşanacağını bilim insanları öngörüyor. Kanal İstanbul gibi milyarlarca dolarlık bir proje üzerinde ısrar eden, esasında bir ihtiyaç olmaktan ziyade rant oluşturarak, Türkiye ekonomisine, rant ekonomisine bir anlamda biraz kan pompalamak üzere düşünülmüş, tasarlanmış bu proje ile olası bir deprem yaşanması halinde konut stoklarında meydana gelecek yıkımın ve can kaybını kıyasladığımız zaman, Türkiye'nin bu kaynağını Kanal İstanbul yerine bir depreme hazırlanmaya harcamasının ne kadar önemli olduğunu Elazığ depremi hepimize gösterdi.

Tabii deprem sonrasında 1999 depremi büyük Marmara depremi sonrasında çıkartılan deprem vergilerinin nereye harcandığı meselesi doğal olarak Türkiye'de konuşuldu. Tabii ki ana muhalefet partisinin başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu da bu konuyu gündeme getirdiği zaman Cumhurbaşkanı da "Nereye harcadıysak harcadık, bunları da bay Kemal'e de söyleyecek değiliz", diyerek başkanlık rejiminin hesap sorulanmayan, dilediği gibi harcayan, istediğine istediği gibi hitap eden bir rejim olarak ne kadar büyük bir maliyeti Türkiye'ye getirdiğini hep beraber görmüş olduk.

Tabii Başkanlık Rejimi'nin Türkiye'ye getirdiği ve getireceği çok önemli problemlerden bir tanesi de 'bekçiler meselesi'. Polislerin mesleğe alınmaları ve meslek eğitimleri ile ilgili daha sıkı standartlar ve yönetmelikler olmasına karşın, mahalle bekçileri ile ilgili daha gevşek bir işe alım süreci ve eğitim süreçleri söz konusu.

Öyle anlaşılıyor ki AKP Gençlik Kolları'ndan lise düzeyinde tahsil etmiş ve iş bulamamış gençlerin, polis bekçi kadrosuna alınmak suretiyle, ileride valilerin gerek duyduğu asayiş ihtiyaçlarını karşılamak üzere verileceğini de dikkate alırsak Türkiye için gerçekten karanlık bir geleceğe doğru gittiğimizi öngörmek son derece mümkün. Bekçiler meselesi bundan sonra AKP'nin silahlı gücü olarak çalışacak ve gençlik kollarının istihdam edileceği bir kurum olarak karşımıza çıkacağa benziyor.

Eğitimli polislerin, Vazife ve Selahiyetler Kanunu'nun vermiş olduğu yetkileri de aşarak can kayıplarına sebep olduğu toplumsal olaylara müdahale şeklini de dikkate aldığımız zaman, eğitimsiz bekçilerin ne tür maliyetlere toplumu maruz bırakacağını şu anda öngörmek erlbette mümkün değil.

 

Bu arada Birleşmiş Milletler'de ülkelerin evrensel periyodik izleme raporları görüşüldü. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi'nin düzenlemiş olduğu bu toplantılarda Türkiye demokrasi dünyasına ait olduğunu iddia ediyor olmasına rağmen, yargı bağımsızlığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymama, ortadan kaybolma, keyfi tutuklama, gözaltı, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü konularında Cenevre'de gerçekten çok kötü bir sınav verdi.

 

Bu da Türkiye'nin dünyadaki yerinin gittikçe at klasmanları doğru gittiğini ve Birleşmiş Milletler oturumlarında bile artık nezaket kuralları bile bazen aşılmak suretiyle, Türkiye'nin mevcut durumunun ele alındığını görüyoruz. bütün mesajlara Türkiye üzerinde görüşülürken basın özgürlüğü, yargılamalar meseleleri görüşülürken doğal olarak bir veriye dayandığını görmek lazım. OHAL sonrası yargılamaları konusunda Türkiye'nin çok kötü bir sınav verdiği ortada. Geçtiğimiz günlerde bir Korgeneral yargılanırken Temiz Mahkemesi'nde beraat ettirilmesi karşısında Sayın Cumhurbaşkanı feveran ederek bu kararı kabul etmedi. Ve hemen arkasından Hakimler Savcılar Kurulu toplandı. Beraat kararı veren mahkeme üyelerini görevden aldılar. Yeni bir mahkeme hemen oluşturuldu. Korgeneral müebbet hapsedilerek tekrar tutuklandı.

 

Aynı şekilde Türkiye'nin uluslararası ilişkileri de öngörülemez düzeyi bakımından bölgeye ve Türkiye'ye büyük bir maliyet ödetmeye başladı. İdlib'te silahlı çatışmalar yaşandı. Türkiye'nin Suriye krizine askeri müdahalesi başladığı günden bu yana ilk defa Suriye Silahlı Kuvvetleri ile Türkiye Silahlı Kuvvetleri karşı karşıya geldi. Daha önceden de TSK'ya mensup askerlerin hayatını kaybettiği bir takım saldırılar olmuştu. O saldırılarda Türkiye hep "Menşei belli olmayan bir uçak tarafından" veya "Kimliği tespit edilemeyen bir yerden açılan ateş sonucu askerlerimiz şehit oldu" diye açıklamalar yapmıştı. Ama ilk defa Suriye Silahlı Kuvvetleri Türk Silahlı Kuvvetleri doğrudan çatıştı ve araya Rusya girdiği için Türkiye'de yüreğini soğuatacak müdahalelerde bulunamadı. Ama öyle anlaşılıyor ki Türkiye'nin Suriye'deki idlib'deki bulunuşu ve rı Selefii grupları Libya'ya taşıması meselesi, dünyanın en önemli sorunlarından biri. Türkiye bu tutumu nedeniyle bir sıcak çatışmaya doğru gidiyor.

 

Türkiye'nin Trump'a kızıp Putin'e, Putin'e kızıp Trump'ın yanına çok kısa sürelerde gidiyor olması ve bu öngörülemez dış politikanın Türkiye'nin saygınlığını altüst ettiğini herhalde görmemek mümkün değil.

 

Putin'in doğrudan savaş halinde olduğu Ukrayna'ya Türkiye askeri yardımda bulundu. Suriye meselesi üzerinden Rusya'da köprülerin yavaş yavaş atılmaya başlandığını ve sıcak bir çatışmaya doğru gidildiğini görmek gerekiyor. İdlib'ten Libya'ya transfer edilen, Türkiye'nin transfer ettiği söylenen Selefi-Vahabi silahlı gruplar meselesi sadece Rusya tarafından değil, geçtiğimiz günlerde Macron tarafından da açıkça Türkiye ismi dile getirilerek ve hatta Türkiye'nin Berlin Anlaşması'na, yani silah sevkiyatı ve savaşçı sevkiyatını yasaklayan Berlin Anlaşması'nı ihlal ettiğini ifade etti.

 

Son olarak Netanyahu ve Trump ikilisinin "Yüzyılın Anlaşması" diye ilan ettikleri ve yarım kalan Filistin topraklarının işgalinin tamamlanması anlamına gelecek anlaşma ile ilgili birkaç söz söylemek isterim. Bir kere "Yüzyılın Anlaşması" denilen antlaşma oluşturulurken, metin yazılırken Filistinliler yoktu. Filistinlilerin taraf olduğu ve 70 yıldır süren bir çatışmada "Yüzyılın Anlaşması'nı ilan etmek elbette kabul edilebilir değil. Batı Şeria'da çok az bir toprak parçası Filistinliler için öngörülürken, aslında Filistin'in diye kabul edilmiş olan diğer kesimler, bu anlaşma ile tamamıyla İsrail'e devredilmiş görünüyor. Ayrıca 6 milyon civarında Filistin'in mülteci durumuna düşürülmüş olan insanların geri dönüş hakkı da bu anlaşmayla gasp edilmiş olduyor. Bu haliyle hem Kudüs meselesi hem Batı Şeria'nın tamamen işgale açılması, hem Filistinli mültecilerin Filistin'e dönüş haklarının gasp edilmesi dolayısıyla, Bu anlaşma Filistin'deki ateşe benzin döken dışında bir anlam taşımıyor.

 

Önümüzdeki günlerde Türkiye'nin hem dış politik tartışmalar, hem içeride demokrasi eksikliği ile büyük bir anafora girmiş olması Türkiye'ye büyük bir ekonomik maliyet getirecek görünüyor."

Öne Çıkanlar