Bir hakikat yitimi çağında yaşıyoruz

Bir hakikat yitimi çağında yaşıyoruz
Oysa gerçek, ona inanmasak da, pazarda, çarşıda, kasapta, emeklinin cebinde, işsizin buzdolabında, piyasalarda olan şeydir. Sokağın dolaysız fotoğrafı tarih yazar, gerçeği doğrular.

Josef Hasek KILÇIKSIZ


"Doğru iliklenmemiş ilk düğme" nedeniyle ekonomide çöküş kaçınılmaz görünüyor. Mutsuz bir son için sonunda "mahşerin dört atlısı" da ekonomik denkleme dahil oldu: Merkez Bankası’nın rezervlerinin tüketilmesi uğruna dolar kuru baskılandı.

Para basılarak ucuz kredilerle ekonominin canlandırılması girişimi geri tepti. Parasal genişleme enflasyonist bir etki yarattı.

Faizler aşağı çekilerek mevduatta liranın cazibesi azaltıldı. Buna bağlı olarak dolarizasyon hız kazandı ve yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatı inanılmaz rakamlara ulaştı.

İnsanlar çektikleri ucuz kredilerle bile döviz aldılar, nerdeyse "evi, arabayı, böbreği satıp", altına ve dolara yatırdılar.

Katma değer getirmeyen köprü, yol gibi projelerde dolar cinsinden borçlanıldı.

İstihdamın çeşitliliği uzun yıllar boyunca azaltıldı ve nerdeyse sadece inşaat sektörüne yatırım yapıldı.

Ülkede siyasi öngörülebilirlik azaldı. "Hukuksuzluğun üstünlüğü", insan hakları ihlalleri, dış politikada "ihvancı" ajanda gibi uygulamalarla dış yatırımcı korkutuldu. Dış yatırımcıyı engellemek için adeta "düşmanca" bir yatırım iklimi oluşturuldu.

Avrupa Birliği projesi, zımni faşizan uygulamalar sayesinde terk edildi. Ülkenin beşerî sermayesi küstürüldü, beyin göçü hız kazandı.

Denilecek ki, ama bu "beşerî malzemeyle" ancak bu kadar. Bu savda kısmi bir haklılık payı vardır. Çünkü ülkede, "çikolatanın tadını bilmeyen kakao işçisi" kıvamında bir görev bilinciyle devletine hizmet eden yüzde otuzluk bir kesim bulunuyor. Bu kesim, bir çeşit ideolojik körlük nedeniyle, ekonomik yıkımı görmüyor.

Hoşgörü, dünyayı başkalarının gözünden görmeyi öğrendiğimiz yerde başlar. Bu kesim uygarlaşmanın ve hoşgörünün "katma değerini" anlamış değildir.

İktidardakiler de koltuklarına adeta bir "Othello sendromu" kıskançlığıyla bağlanmış görünüyorlar.

Aristoteles'e göre "apodicticus" kavramı "gerçekliği yadsınamaz" anlamına gelir.

Apodiktik önermeler, başka türlü olması olanaklı olmayan, kesin önermelerdir. Yüklemde bulunan özelliğin doğruluğu, zorunlu olarak bilinir. Örneğin, "üçgen, üç köşelidir." önermesinde, yüklemin belirttiği özellik olan üç köşelilik, zorunlu olarak üçgende bulunmaktadır.

Bakan’ın, "kişi dolarla maaş almıyorsa, dolar borcu yoksa doların yükselmesinden endişe etmesin" şeklindeki açıklamaları, ekonominin apodiktik önermelerinin ülkeyi yönetenler tarafından nasıl ideolojiye dönüştürüldüğünü gösteriyor.

Nepotist ilişkilerin değil de ehliyetin önemli olduğu demokratik bir ülkede, dolarla maaş almıyorsak, dolar borcumuz yoksa doların yükselmesinden endişe etmememiz gerektiğini savlayan bir kişi değil Bakan olmak, iktisada giriş dersinden bile geçemez.

Bakan’ın söylediklerinin neden apodiktik olarak formüle edilmiş bir saçmalık gibi göründüğü şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Bakan’ın "senin dolarla işin var mı?" sorusu, bir büyük polemik kuramcısının gerçekliğin kaybına ve hakikatin yitimine eşsiz katkısı olarak tarihe geçti. Aslında bu yadırganacak bir durum değildir. Çünkü bir "hakikat yitimi çağı"nda yaşıyoruz.

Oysa gerçek, ona inanmasak da, pazarda, çarşıda, kasapta, emeklinin cebinde, işsizin buzdolabında, piyasalarda olan şeydir. Sokağın dolaysız fotoğrafı tarih yazar, gerçeği doğrular.

Bakan söyle bir sokağa çıkıp "düz vatandaş" ile bir konuşsa, eminim ki anlattığı masalı bozguna uğratacak bir gerçeklik şokuyla karşılaşacaktır.

Fakat çağımız hakikatin kaybı çağıdır. Büyük polemik kuramcıları ile komplo teorisyenleri gerçeğin yitiminin kemale erdirilmesi için el ele vermiş görünüyorlar.

Pandemi, uzun yıllardan beri sadece yanılsama satan, turizm sektörünü de derinden vurdu. Ancak hizmet sektöründe ucuz işgücü ve sömürü daha icat edilmeden önce bile turizm, doğanın katliamı, kültürel ve tarihsel yağma, kâr ve ranta dönük işleyiş için dilsel olarak pek çok hazırlık çalışması yaptı.

Albenili sloganlarla ülkenin kültürel, folklorik zenginlikleri kâr ve ranta dönük olarak yağmalandı. Tarihsel zenginlikler ucube restorasyonlarla tahrip edildi. Oysa her türlü dogmatizme karşı en iyi çare sanattır. Bize dünyayı her zaman yeni ve farklı şekillerde keşfetmeyi öğretir.

Yapılan hatalı restorasyonlar ülkemizin kültürel ırkçı kalıplarını ortaya koyuyor. Ekonomik büyüme ve "bacasız sanayi" söylemi, kültürel katliam ve ucuz işgücü denen habis bir ajandanın tüm gri tonlarını gizliyor. Nerdeyse kültürel bir ırkçılıkla kadim uygarlıklara ait birçok mabet ve kalıntı kaderine terk edilip yıkıldı, Hasankeyf sular altında bırakıldı.

Kültürel ırkçılar renk körüdürler. Burada renk kavramı Anadolu’nun gökkuşağını andıran kültürel mirası için kullanılmıştır.

Bakan Albayrak’ın Ahmet Hakan’a söyledikleri masal tadında bir konuşmaydı. Söyleşi, emekliler kıraathanesindeki sohbetlere benzedi.

"Körler sağırlar birbirini ağırlar" söyleşisinde, sadece kimsenin gülmediği şakaların yapılmasına izin verildi. Çünkü sorularda ve Bakan’ın yanıtlarında geçen her kelime kör bir görev bilincine ve politik doğruluk standartlarına karşılık geliyordu.

Bakan’ın dolarla ilgili "şakası" bilinçdışında gizleneni açığa vurdu ve komplo teorisinin koruyucu pelerini olmadan sadece Bakan değil tüm hükümetin ekonominin yıkıntıları altında kalabileceğini gösterdi.

Bizi bölemeyecekler, ezanlar susmayacak, Londra merkezli faiz baronları, dış mihraklar, şu kadar buzdolabı satıldı, biz şu kadar büyürken Almanya şu kadar küçüldü, Akdeniz’den petrol çıkacak, dış güçler buna izin vermiyor, önümüzü kesiyorlar türünden komplotist savlarla bezeli masalın bir ara hiç bitmeyeceğini düşündüm. Her şeyin "fetö’ye" ve dış mihraklara bağlanması inanın artık kabak tadı veriyor.

Bakan "düz vatandaşın" dolarla alakasının olmadığını değişik örneklerle anlatırken döviz kurunun hükümetin ekonomik programı nezdinde sadece "bir kova sidik kadar" değeri olduğunu vurgulamaya çalıştı.

Liranın ilk defa rekabetçi bir duruma geldiğini belirtti. Bakan rekabetçilikle anlatmak istediği şey liranın haddinden fazla değerlenmiş olduğuydu. Bakan ulusal onur olan paranın daha da değersizleşmesini, daha da ucuz işgücü ile fason üretime devam etmeyi kısacası bir "ara eleman ülkesi" olarak kalmayı rekabetçilik olarak görüyor.

Ama vatandaşın alım gücünün düşeceğini, hizmet sektörü, ithal-ikame ve dış mal girdisi çok olan sektörlerde çalışan insanların fakirleşeceğini görmezden geliyor.

Mesela değeri yüz dolar olan bir ürünün üretimi için dışarıdan elli dört dolar değerinde hammadde ya da teknoloji ithal etmek gerekiyor. Döviz bazlı maliyet artışlarının enflasyon olarak halka döneceğini hesaba katılmıyor.

Lira ucuzlayınca turizm gelirleri ile ihracatın artması olasıdır. Fakat bu artış ülkeye asla zenginlik getirmeyecektir.

Ancak "rekabetçi" sıfatı, "kurda dış güçler bize operasyon çekiyor" argümanının altını fena halde oydu.

Üstelik, eğer liranın daha rekabetçi hale gelmesi iyi bir şeyse, o halde kur, Merkez Bankası rezervlerinin kurutulması pahasına, neden baskılandı?

Üstelik paranın değerinin piyasaya dolar sürülerek uzun soluklu korunamayacağını iktisat birinci sınıf öğrencisi bile bilir.

Ayrıca yüksek döviz kuru sebep değil sonuçtur. Bütçe ve harcamalar disiplinsizliğinin, vergi ve gelir sisteminin iyileştirilmemesinin, işsizlik ve üretim üzerine yoğunlaşmamanın, betona yatırım yapılmasının, kamu harcamalarında şeffaflık olmamasının, siyasi öngörülebilirliğin kaybolmasının bir sonucudur.

Yukarıda saydığım olgulara ait kavramlar Ahmet Hakan’ın dağarcığında bulunmadığından bunları sormak tabii ki aklına gelmiyor.

Velhasıl kültürden sonra medya da giderek "ironisiz bir alan" haline geldi. Gazetecilik giderek ironi içermeyen, yalanın buz gibi soğuk çehresinin perdeye yansıtıldığı bir tiyatroya dönüştürüldü.

Bakan’ın bütün olumsuz verilere rağmen ekonomik tırmanış hakkında iyimser varsayımları ancak muğlak dış güçler komplo teorisi ile biraz olsun inandırıcılık kazanabilirdi. Zira komplo teorilerinden gerçekliğe geçiş cahil bir toplumda akışkandır. Dinin siyasi istismarı sayesinde insanlar kendilerini dünyanın kirinden temizleyen eşiği geçtiler. Şimdi onların, gerçekliğin acı veren tadını unutturacak masallara ihtiyacı var.

Bakan adeta bir alın yazısının ister istemez gerçekleşmesiyle oluşan munzam kayıplardan biriymiş gibi konuştu. Ancak bu kötücül yazgı, bir dış iradenin, kör bir imanın, çıkarcı bir gereksemenin ve bazı ahlaka aykırı hizmetlerin kamçısı altında olanların rızasıyla sürüyor.

"Dostoyevski’nin anti kahramanları" uzlaşmacı tavırlar sergiliyorlar. Onları bir tutunamama kavşağında adeta bir "yeraltı ve geri çekilme vizyonu" buluşturuyor. Bu kitle, bilgisiz, sıkıntısız; fakat büyük bir "sır denkleminin" ön duygusundan mahrum olarak değirmenlerini çeviren ve bir daire çevresinde dönen atı karıncaları andırıyor. Değirmene koşulan at önüne uzatılan havuç sayesinde o değirmende neyin öğütüldüğüyle asla meşgul değildir.

 

Öne Çıkanlar