Devecioğlu: Faşizme karşı en geniş kesimlerin bir araya getirilmesi elzem

Devecioğlu: Faşizme karşı en geniş kesimlerin bir araya getirilmesi elzem
'Demokrasi, hak ve özgürlükler başlığı altına ekonomik adaleti, emek haklarını koyarsak bu en azından sermaye tahakkümünü belli ölçülerde kısıtlayacak bir program gerektirir.'

ARTI GERÇEK - Yazar, Demokrasi İçin Birlik Koordinasyon üyesi Ayşegül Devecioğlu, "Sol, Türkiye’nin Geleceğini Tartışıyor" dosyası için Artı Gerçek’in sorularını yanıtladı. Türkiye’nin 40 yıldrı devam eden ve büyük ekonomik, insani, toplumsal yıkım yaratan bir savaş olduğunda dikkat çeken Devecioğlu, "Bu savaş halkın ihtiyaçlarına aktarılması gereken kamu  kaynaklarının yandaş savaş sermayesine aktarılması anlamına geliyor. Yani birçok sorunun kaynağında savaş ve ülkemize milyarlarca liraya mal olan barışın sağlanamaması büyük bir sorun" değerlendirmesi yaptı. 

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de solun cüretinin ardında büyük bir maneviyat dünyası olduğunu vurgulayan Dececioğlu, bu alanın şu anda din arafından istila edilmiş olduğu gerçeğine işaret etti.

Faşizme karşı en geniş kesimlerin bir araya getirilmesinin acil bir ihtiyaç olduğunu vurgulayan Devecioğlu, "ancak bunun başarılı olması için ortak paydayı parlamenter rejime geri dönüşle sınırlamamak gerekir düşüncesindeyim" dedi… İşte Devecioğlu’nun açıklamaları: 

Türkiye’de siyasi İslam’ın adım adım gerici faşist bir rejimi hayata geçirdiği, bütün kurumsal yapının parçalandığı, doğal varlıkların, kamu kaynaklarının iktidar eliyle sermayeye peşkeş çekildiği bir süreç yaşıyoruz. Halk ve ülke boğazına kadar borç içinde. 

Adaletsizlik diz boyu. Açlıkla, yoksullukla, issizlikle, salgınla boğuşuyoruz. Başta yaşam hakkımız olmak üzere bütün temel demokratik hak ve özgürlüklerimiz çiğneniyor. 12 Eylül ürünü Anayasa bile iktidar eliyle ilga ediliyor. 

Kadın cinayetleri, doğa yıkımı, kurulan otoriter emek rejimiyle emekçilere dayatılan kölelik, seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesi anlamına gelen kayyımlar...   

Yenilerde organize suç örgütü liderinin açıklamalarıyla, aslında sır olmayan, mafyalaşmış  sermayenin, kara para, uyuşturucu trafiğinin, hukuksuz sermaye transferlerinin, el koymaların devlet kurumlarıyla iç içe girdiği, en üst düzey kamu otoritelerinin isminin karıştığı kanlı ve kirli ilişkiler ağı ortaya döküldü. Ki bunun buz dağının görünen yüzü olduğunu ve bütün bu karanlık ilişkilerin iktidar tarafından bizzat organize edildiğini de biliyoruz.

Yağma ve talan, bir sermaye birikim aracı olarak kanıksandı, mafya-tarikat-devlet-sermaye arasındaki ayrımlar giderek silikleşti. 
Türkiye emperyalizme bağımlı bir halde. İktidarın İhvancı, işgalci politikalarının sonucunda ülke emperyalist güçlerin oyuncağı haline geldi. 

12 Eylül nasıl Türkiye’nin en güçlü yurttaş hareketinin, emek kazanımlarının emperyalizmin desteğiyle ve onun tezgâhından yetişme yapıların öne çıktığı bir süreçte yok edildiği, toplumsal siyasi sistemin uluslararası sermayenin lehine yeniden dizayn edildiği bir sermaye hareketiyse, AKP de ABD emperyalizmi eliyle yaratılmış, yol verilmiş, bir sermaye hareketi. 

Bütün dünyada sosyalizmlerin yenildiği, Türkiye’de yüz yıllık cumhuriyetin çözüldüğü, kapitalizm öncesi yapıların tasfiye edildiği, kimlik hareketlerinin yükseldiği bir süreçte siyasi İslam ezilen sınıfların sorunlarının kaynağını Cumhuriyetle özdeşleştirme imkânını buldu. Ezilen sınıfları, Cumhuriyetin laiklik gibi ilerici değerlerine karşı kanalize edebildi, sermayenin çıkarları doğrultusunda ve gericiliğin kitle tabanı olarak sisteme eklemledi. 

Türkiye’de AKP eliyle neoliberal yıkım 12 eylül sonrasında, halkın savunma güçlerinin ve örgütlenmelerinin de yok edilmesi sayesinde gerçekleştirilebildi. 

Öte yandan ulusalcılarla siyasi İslamcıların tartışma zeminini derin fay hatlarına ayırmasının da  etkisiyle cumhuriyetin soldan bir eleştirisi hakkıyla yapılamadı. Sol, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık gibi değerler etrafında bir hegemonya yaratabilme yeteneğini yitirdi.  

Tek adam rejimini içinden çıkaran sermaye ve erkek egemen yapının da ezilen sınıfların sorunlarına, ne de ülkedeki inanç ve kimlik çeşitliliğine demokratik çözüm getirme kapasitesi yok. 40 yıldır süren büyük ekonomik, insani, toplumsal yıkım yaratan bir savaş var. Bu savaş halkın ihtiyaçlarına aktarılması gereken kamu  kaynaklarının yandaş savaş sermayesine aktarılması anlamına geliyor. Yani birçok sorunun kaynağında savaş ve ülkemize milyarlarca liraya mal olan barışın sağlanamaması büyük bir sorun. 

Kriz sadece siyasi alanda kalmıyor. Toplum büyük bir çürüme içinde. Hakları tüm insanlığın ortak kazanımı olan evrensel anlaşmalarla bağıtlanmış mültecilerin nefret objesi haline getirilmesi bu çürüme ve hastalanmanın belirtisi. 

Türkiye’de rejime karşı hareket halindeki muhalefetin, demokratik güçlerin ve hareketlerin bir karşı hegemonya oluşturacak güçten çeşitli nedenlerle yoksun olmasını da ekleyebiliriz. 

Bu kadar kapsamlı sorunların gerçek çözümü, düzen sınırları içinde tartışılamaz. Sorunun düzen içindeki çözümü siyasi demokrasi kadar barış ihtiyacını, ezilen sınıfların işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlarını göz ardı etmeyen, halkın doğrudan katıldığı bir seçeneğin inşa edilmesiyle mümkün olabilir. 

Ancak bu halkçı seçeneğin programının, ufkunu parlamenter sisteme  dönüşle sınırlamadığı gibi düzenin koyduğu sınırları aşan bir yeniden inşa perspektifine de sahip olması gerekir. Çünkü neoliberal yıkıma doğrudan karşı olmayan ve ufkunu kabaca parlamenter sisteme dönüşle sınırlayan bir hareketin antifaşist bir cephe oluşturma ve ezilen kesimleri faşizmin kitle tabanı olmaktan çıkarma kabiliyeti yok. 

Sol genel bir kavram, bu kavramın toparlayıcılığı var gibi görünüyorsa da, oldukça farklı hatta bazen çok farklı durum analizlerinden, bu analizlere yerleştirilen taktik ve stratejilerden söz ediyoruz. Zaman zaman somut konular etrafında bir araya gelişler de gözleniyor. Ama bu birlik meselesi adeta mitik bir anlam kazandı. Sanki her sorunun kaynağı solun birlik olamaması ve sol birlik olunca da sorunlar çözülecek. Zamanla, hatta işler iyice kızıştıkça bir suçlama tınısı da kazanan bu yaklaşımın çözüm getirici olduğunu düşünmüyorum. Hatta, bu bir tür sorunları erteleme aparatı. 

Sorun solun bir araya gelememesi mi, yoksa genel olarak solun toplumsal itirazların akacağı meşru bir mecra yaratamaması mı? Yani toplum nezdinde vaadini bir ölçüde yitirmiş olması mı? Tepkileri örgütlü bir biçimde ifade edecek yapılardaki genel bir zayıflık mı? Bir araya gelişten yağmur yağarken şemsiye altına sığışmak kastediliyor. 

Ancak zaten çoğu zayıf örgütsel yapıların bir araya gelmesinin kendiliğinden halledeceği bir sorunumuz yok. Tam aksine birbirinden ayrı dursalar da her biri çeşitli  toplumsal kesimlerin örgütlenmesini ve bir araya gelmiş olmalarını sağlayabilseler belki bu bir araya geliş daha mümkün hale gelir. 

Bütün dünyayı etkilemiş bir yeni hayat tahayyülünün neoliberal saldırı karşısında zayıfladığı ve hegemonya yaratabilme kabiliyetini kaybettiği görüyoruz. 70 yıllık sosyalizm deneyimimin yenilgisi, büyük bir yıkım yarattı. Bu özgüven, hayatı kavrama ve anlama iştahını, dünyanın sonsuz karmaşasına kendini açma cesaretini yitirme sonucu yaratıyor. 

Kapitalizmin hikâyesinin tükendiği bir ortamda ortaya yeni bir hikaye koyamıyoruz. Eski merkezi örgütlenme biçimleri yerini yatay, merkezsiz örgütlere bırakıyor. Ama bu tür örgütlenmelerle kapitalizmin saldırısı karşısında bütüncül ve istikrarlı bir karşı duruş da yaratılamıyor. Belki melez modeller yaratmak lazım. Daha cesur ve daha arayışçı olmaya ihtiyaç var. Çok daha fazla karmaşıklaşan dünyayı belki kavram setlerimizi onararak ya da yenileyerek yeniden tarif etmeye ihtiyacımız var. 

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de solun cüretinin ardında büyük bir maneviyat dünyası vardı. Solun dayandığı maddi temelleri yadsımayan, hatta oradan neşet eden, dünyayı farklı bir anlama büründüren, dünyayı açıklama ihtiyacına doyurucu yanıtlar veren bir maneviyat dünyası ki, bu şimdi her zamankinden fazla din tarafından istila edilmiş durumda. Ama kapitalizmin bütün vaatlerini yitirdiği bir noktada mesele, eski mevzileri yeniden kazanmak değil, diyelim ki küllerinden ve yaralarından yeniden bir güneş gibi dünyaya doğmak.

"Demokratik ittifak mümkün mü sorusunun" yanıtı demokrasiden ne anlaşıldığıyla ilgili. Demokrasiden kişisel ve siyasi hak ve özgürlüklerin güvenceye alındığı, sınıf sorununun, toplumsal cinsiyet sorunun dışarıda bırakıldığı bir yönetim biçimi olarak söz ediyorsak, bu demokrasi için nasıl bir ittifak gerekir sorusunun yanıtı ayrı. 

Demokrasi, hak ve özgürlükler başlığı altına ekonomik adaleti, emek haklarını koyarsak bu en azından sermaye tahakkümünü belli ölçülerde kısıtlayacak bir program gerektirir. İttifaklar meselesi her şeyden önce demokratikleşme programıyla ilgili. 

Farklı görüşler ve farklı çevreler diye ifade ettiğimiz şey en genel anlamıyla farklı siyasi çıkar çevreleri. Her ortaklaşma zemini aynı zamanda bir siyasi mücadele zemini. Burada bir güçler çatışması söz konusu ki bu doğaldır. Demek ki bir araya gelişler bir güçler dengesinin sonucudur. Dolayıyla her siyasi çıkar çevresi bu ortaklaşmaya bu güçler dengesi açısından bakar. 

Eğer sermayenin tahakkümüne itirazı olmayan ama tek adam rejiminin kimi politikalarına karşı olan güçlerle en genel anlamıyla halk güçlerinin ya da halkın çıkarlarını temsil eden güçlerin bir ortak paydada buluşmasından söz ediyorsak ki son zamanlarda faşizme karşı en geniş kesimlerin bir araya getirilmesi bir acil ihtiyaç olarak ortaya koyuluyor, bunun başarılı olması için ortak paydayı parlamenter rejime geri dönüşle sınırlamamak gerekir düşüncesindeyim. 

Çünkü siyasi hak ve özgürlüklerle sınırlanan demokratik süreçlerin emekçilerin haklarını güvenceye almaması geniş kesimlerin antifaşist bir cephede yer almasının önünde engel. Bütün dünyada neo faşist iktidarların yükselişinde bu gerçekliği görüyoruz.  
 

Öne Çıkanlar