Milli diktatörlük mü yoksa Proletarya diktatörlüğü mü?

Milli diktatörlük mü yoksa Proletarya diktatörlüğü mü?
Faşizm ırkların egosunu besleyerek hayat alanı bulur. Ulusal bilinçleri zayıf toplumlar narsist liderlerin bu ezikliği gidereceği yanılsamasına kolaylıkla kapılırlar.

Josef Hasek KILÇIKSIZ


Türkiye, siyaset bilimi literatüründe yeri olmayan hibrit bir rejimle yönetiliyor.

Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonunu’ ile muştuladığı şey, liberal demokratik politik sistemle, piyasa ekonomisi olarak tanımladığımız ekonomik sistemin bir alternatifinin kalmadığı saptamasaydı.

Kapitalist ekonomik paradigma ile liberalizmin sentezinden oluşan hibrit şey aslında bir oxymorondur. Gerçek demokrasilerle otoriter rejimler arasında bir yerlerde ortada duran "gri alanı" görmemizi engelleyen bir ucube sentezden söz ediyorum. İşte Perinçek’in ileri sürdüğü "milli diktatörlük" tam da bu politik gri alanın içinde oluşan bir şeydir. Faşizmde sembolizm önemlidir. Milli diktatörlük bu sembolizmin bir kavramsallaştırması olarak ön plana çıkıyor.

Türkiye, çoğunluğun seçimli otoriterliğine (electoral authoritarianism) dayanan bir milli diktatörlükle zaten yönetiliyor. Bu diktatörlüğün tam merkezinde siyasal İslamcı bir kadro sağında MHP solunda ise Perinçek bulunuyor. 

Vatandaşların alternatif enformasyon kaynaklarına ulaşabilir durumda olması çoğulcu demokrasilerin en önemli özelliklerinden birisidir. Türkiye’de sosyal medya alternatif enformasyon kaynaklarına ulaşmada önemli bir vektör işlevi görüyordu. Fakat yeni yasa tasarısı ile bu "soluklanma cebi" de ortadan kaldırılacak gibi görünüyor. Bu arada sosyal medya ile Netflix’in ilişkisini anlamış değilim. La casa de papel’in Albayrak tweetleriyle ne ilgisi var? İkisi arasında siyasal bir diyalektik kurabilenler lütfen e-posta adresim üzerinden bana ulaşsın.

Hibrit rejimin tam otoriter rejime evirilmesini sağlayacak sosyal, tarihsel ve toplumsal altyapı ne yazık ki Türkiye’de mevcuttur. Sırtını gerici bir metafiziğe dayayan "tarihselliğin" olumsuz bir dinamik olarak bu süreçte önemli bir rol oynadığını belirteyim. 

Toplumsal altyapıdan kastım, demokratik kültürün ve temel insan hakları bilincinin geniş halk tabanında yerleşmemiş olması gerçeğidir. Türkiye’de toplumsal bazı reflekslerin kuşaklar boyu devamlılığı kolektif siyasal arketipler üzerinden gerçekleşiyor. Geniş kalabalıklar seçim günü gelip çattığında kendilerine ezberletilmiş roller ve önceden var olan kavrayış biçimleri üzerinden seçimlerini yapıyorlar ve bu seçimlerinde korku kılığındaki siyasal arketipler belirleyici bir faktör olarak ön plana çıkıyor. Yılandan korkmak için illa da yılanla karşılaşmanın gerekmemesi gibi bir olgu bu. Mesela Perinçek’in sözünü ettiği bir "milli diktatörlük" Orta Asya siyaset geleneğinde bir mit, bunun baş protagonisti "milli diktatör" ise kolektif bilinçdışının bir arketipidir.

Hibrit rejimin tam otoriter rejime evirilmesinin önünde ekonomik olanaksızlıklar olmasına rağmen rejim otoriterliğe doğru evirilmede hızlı bir ivme kazandı. Ekonomik olanaksızlıklardan kastım, petrol ve gaz yataklarına, güçlü bir para birimine, geniş teknolojik olanaklara ve güçlü bir sanayiye sahip rejimlerin demokratik dünyadan kopmalarının daha kolay olduğu şeklindeki savdır.

Geriye, seçimler aracılığı ile iktidarın el değiştirmesi seçeneği kalıyor. Fakat tarafsız haber kaynaklarına erişimi engellenen bir seçmen kitlesiyle bu sağlanabilir mi?

Bir an için seçimlerle iktidarın değiştiğini varsaysak bile, asıl meselenin salt iktidar değişikliği sorunu olmadığı açıktır. Proletarya diktatörlüğü gibi bir derdi olan Marksistleri bir yana koysak bile, bu ülkede gerçek anlamda bir burjuva demokrasisinin yerleşmesi, artık kendini giderek restore edip konsolide olan bir rejim değişikliği sorunudur.

Rejimin araçsallaştırdığı dışlayıcı ve ötekileştirici retorikle mücadele etmek giderek zorlaşıyor. Çünkü bu faşizan retoriğin Türk toplumunda geniş bir alıcı kitlesi mevcuttur.

Simitçiden, baklavacıya dilenciden aidiyet krizi yaşayan mahalleliye, onları takibata alan polise kadar kısacası mikrodan makroya uzanan geniş bir yelpazede bu diskuru satın alan bir kitle var. İktidar yeni bir anlatı, bir iktidar miti ve yeni bir devlet öyküsü ile, devleti soyut bir varlık olarak zaten yüceltmeye hazır, kalabalıkların önüne çıktı. Aidiyet krizi yaşayanlara, ekonomik sorunlarla boğuşanlara, Osmanlı dönemine atıflar yapılarak, bilmem kaç milyon karelik geniş topraklardan oluşan bir "büyüklük coğrafyası" sunuluyor. Kalabalıklar da bu masala inanmak istiyor.

Faşizm ırkların egosunu besleyerek hayat alanı bulur. Ulusal bilinçleri zayıf toplumlar narsist liderlerin bu ezikliği gidereceği yanılsamasına kolaylıkla kapılırlar. Sözüm ona kurtarıcı liderler incinmiş ulusal gururu tamir etmek için yeni bir anlatı üretir. Ekonomik ve sosyal varoluşsal sorunlarla boğuşan, ulusal gururu incinmiş geniş halk kesimlerinin iddialı ve büyük yalanlardan oluşan bu masala ihtiyacı var. Çünkü bu masal geniş distopik bir gerçeklik çölünde ütopik bir vaha işlevi görüyor.

Rejimin faşizan retoriğiyle mücadelenin başarısı, muhalefet edilecek alanların kapsamlı ve tüm toplum kesimlerini kucaklayıcı olmasıyla yakından ilişkilidir. Oysa Türkiye’de muhalefet partileri sadece belli toplumsal kategorilere ve belli siyasi mahallelere yönelik konular üzerinden muhalefet yapıyor. HDP salt Kürt meselesi üzerinden, CHP laiklik ve ekonomik zorluklar üzerinden diğer partiler ise sadece kuyruklarına basılan yerden çığlıklar atıyorlar. 

Peki ortak ve kapsayıcı bir muhalefet platformunun kurulması mümkün mü? 

Bunun sağlanabilmesi için faşizan rejimin sırtını dayadığı retoriğin boşa çıkarılması gerekmektedir. Ulusal güvenlik takıntısı, din ve yönetimin iç içe geçmesi, emek gücünün, aydınların ve sanatın baskılanması, adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama ve liyakat sorunu, gerici militarist milliyetçilik gibi alanlar ortak bir muhalefet platformu için önemli parametreler olarak göze çarpıyor.

Öne Çıkanlar