Arafta ruhlar için isyan manifestosu: Kadınlar Bölümü:IR

Arafta ruhlar için isyan manifestosu: Kadınlar Bölümü:IR
Oyuncular İlkay Bilgiç ve Baharak Salehniya, İstanbul'da Farsça oynanan, giderek İranlı ve Türkiyeli seyircinin karşılaştığı bir tanışma alanı haline de gelen Kadınlar Bölümü:IR oyununu Artı Gerçek'e anlattılar

Artı Gerçek - İstanbul'da Farsça oynanan, iki ülkeden sanatçıların bir araya geldiği hibrit bir ekiple sahnelenen ilk tiyatro oyunlarından biri 'Kadınlar Bölümü: IR'.

Ekibi oluşturan her bir sanatçının uzun yolculuklarının ve kendi yollarını çizebilme özgürlükleri için verdiği mücadelenin kalbinden doğan bir oyun aynı zamanda. Dolayısıyla itiraz da direnç de onların sanatının ortak dili.

Biz de bu buluşmanın hikayesini, melez ve göçebe sanatın kurduğu köprüleri, İran'da kadın olmayı, yası, mücadeleyi ve umudu, oyunun biri Türkiyeli diğeri İranlı iki oyuncusu İlkay Bilgiç ve Baharak Salehniya'dan dinledik.

Ekibin birbirini bulma hikayesinden biraz bahsedelim. İlkay sen Türkiyelisin, senin bu oyundan önce İran maceran nasıl başladı ve sonra Farsça tiyatro yapmaya evrildi oradan başlayalım mı?

İlkay Bilgiç: Bu ekiple tanışmam oyun vesilesiyle oldu, sahne amirimiz Ali Rıza hariç. Onunla oyundan çok daha önce tanıştım. Bir dönem İran’da yaşadım ve Türkiye’ye döndükten sonra ‘mezopArt’ isminde Türkiyeli ve İranlı sanatçıların ortak projeler yaptığı bir insiyatif kurdum. Ali Rıza’yla da o dönemden tanışıyoruz.

İran kısmı da şöyle: Ortadoğu’ya, özellikle de İran’a hep bir ilgim vardı. 2013-2014 civarı Farsça öğrenmeye başladım. Ardından 2015 gibi ilk kez bir haftalığına İran seyahatine gittim. Aklımda hep 3-5 ay gibi daha uzun bir süre kalmak vardı aslında. 2017’de de öyle bir şansım oldu. O sırada Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda (DEİK) çalışıyordum ve ücretsiz izin aldım.

Tahran’daki kültür sanat ortamını tanımak ve İran’da oyunculuk eğitimi almak için gittim. O yüzden Tahran’da olduğum dönemde yoğun şekilde sosyal hayatın içindeydim diyebilirim.

Hatta o dönemde öyle bir hayat deneyimliyordum ki bazen tek bir günde sanki bir hafta yaşamış gibi hissediyordum. O kadar çok insanla tanışıp, o kadar çok ortama girip çıkıyordum ki gün sonunda günlüğüme hislerimi yazarken yoruluyordum. (Gülüyor)

‘KADIN, YAŞAM, ÖZGÜRLÜK DEVRİMİMİZE SES OLMAK İSTEDİK’

Bahar sen Türkiye’ye İran’dan geldin, senin ekiple buluşman nasıl oldu? İran’da da oyunculuk ve yazarlık mı yapıyordun?

Baharak Salehniya: 20 yaşında profesyonel olarak oyunculuğa başlayıp, İran’da dizi ve filmlerde rol aldım. Ama çalışma koşullarım ve özel hayatım olması gerektiği gibi gitmiyordu ve bu yüzden Cem tv’den aldığım bir iş teklifiyle Türkiye’ye geldim. Burada çalışmaya başladım.

Oyunculuğun yanı sıra senaryo ve tiyatro oyunları da yazıyordum. Hâlâ da yazıyorum. ‘Kadınlar Bölümü’ metnini de 2022 yılının yaz aylarında yazdım. Arkadaşlarla İstanbul’da da bir tiyatro oyunu deneyimlemeye başlayabiliriz dedik. Bunun üzerine düşünüyorduk, sonra çok tuhaf bir şekilde yazın sonunda Mahsa Âmini öldürüldü ve biz de daha erken sahneye çıkmak için çok ısrar ettik.

Ülkemizden uzaktık ve bir şeyler yapmak istedik. “Kadın, yaşam, özgürlük devrimimize” ses olmak istedik.

Oyunu çıkarmak için harekete geçince İlkay ile tanıştık ve bize çok yardımcı oldu. İstanbul’daki tiyatrolarla bizi tanıştırdı. Böylece ekip iki ülkeden insanlarla büyüdü.

İlkay senin İran’daki sahne deneyimin nasıldı?

İ.B: Ben iki ay sonra dönecektim aslında Türkiye’deki işime, Tahran’da oyunculuk atölyelerine katıldım, birçok iyi yönetmenden ders aldım Atölyeler Farsçaydı ama pek zorlanmadım. Bir de atölyeler kadın-erkek karışıktı ve kapalı alanda olmamıza rağmen başımızı örtmemiz gerekiyordu, biri gelip buradaki öğrenciler başörtüsü takmıyor diye okulu şikayet etmesin diye.
Aynı dönemde bir müzisyen arkadaşım vardı ve o da tiyatro müzikleri yapıyordu.

Beni Afsaneh Mahiyan ile tanıştırdı. Efsane de orada tanınan bir tiyatro yönetmeni. Onların oyununda bir cast değişikliği olacaktı ve oyuncu arıyorlardı, o şekilde görüşmeye başladık. Bir iki görüşmeden sonra benimle devam etmek istediğini söyleyince tamam dedim ama önce Türkiye’ye dönüp işimi bıraktım sonra İran’a geri döndüm. Oynadığım oyunun yazarı da Mahin Sadri. Türkiye’de de tiyatro camiasında tanınan bir yazar.

‘İKİ ÜLKEDE DE ORTAK KÜLTÜRE RAĞMEN ÖNYARGILAR VAR’

İ.B: İran Tiyatrosuyla ilişkim böyle başladı o dönemde. İran’da daha uzun süre yaşamak gibi bir niyetim yoktu. Sadece tiyatro yaparak yaşamak çok güç orada. Ben de döndüm Türkiye’ye ama şunu fark ettim: İran Türkiye tarafından çok az tanınıyor ama aynı şekilde Türkiye de İran tarafından çok az tanınıyor. İki taraflı çok ön yargı var. Oradaki entelektüeller için de Türkiye birkaç iyi yazarın, yönetmenin dışında Türk dizileri ve “çıtır çerez” filmlerden ibaret.

Bir taraftan ortak bir kültür de var. Bu kadar yakın sınır komşuluğunun vs. yanında birbirimizi bu kadar az tanımak bana tuhaf geldiği için iki tarafı buluşturacak bir alan yaratmak istedim. Çünkü kültürlerarası diyalog meselesine inanıyorum. Diplomasideki o soft power (yumuşak güç) dediğimiz kavram biraz da bu. İnsanları kültürle ve bu tarz karşılaşmalarla bir araya getirip ön yargıları kırmayı ve ilişki kurmayı mümkün kılıyor.

Mesele bu diyaloğu kurmaktı benim için aslında. Biri İranlı biri Türkiyeli iki sanatçıyı buluşturup, sonrasında ortak bir iş yapılsın ya da yapılmasın, buluştuklarında aralarında geçen muhabbeti ve birbirlerine yakınlıklarını fark ettiklerini, ön yargıların kırıldığını görünce çocukları iyi anlaşan anne gururu yaşıyorum.(Gülüyor)

‘İRANLILAR İLGİ GÖSTERİYOR... ORTAK BİR HİKAYE DİNLEMENİN YARATTIĞI DUYGUDAŞLIK VAR’

Oyun sanki buradaki İran diasporasının bir araya gelme, bir tür sosyal bütünleşme alanı haline gelmiş gibi görünüyor. Siz böyle bir şey gözlemlediniz mi? Sanki Türkiyeli seyircinin oranı İranlılara göre daha az.

İ.B: Evet öyle bir durum var. Bazı oyunlarda Türkiyeli seyirci, bazı oyunlarda da İranlı seyirci daha fazla oluyor. Özellikle son dönemde, İstanbul’da çok fazla İranlı var. Çok fazla da İranlı sanatçı var, onlar da gelip izliyorlar. Orada da bir araya gelme ve birbirini bulma hissi ile ve daha önce tanışıp tanışmadıkları fark etmeksizin bir temas oluşuyor. Ortak bir hikaye dinlediği için oluşan bir duygudaşlık da var tüm seyirci arasında

Yabancı bir ülkede kendi sosyal varlığını da sürdürmenin bir yolu gibi ...

İ.B: E tabii. Başka bir ülkede, senin dilinde senin hikayelerin anlatılıyor, orada bir araya geliyorsun. Hem sahneye çıkan sanatçı hem seyirci kendini ifade edecek yeni bir alan buluyor. Varlığının sağlamasını almak gibi geliyor bana. Göçmen olarak kendi dilinde hikayeni, oranın yerelleri ile kol kola anlatabilmek de çok değerli.

Türkiye’de böyle bir iş yoktu mesela. Bizim oyunun bu anlamda öncü olduğunu söyleyebilirim. Ekibimizde hem Türkiye’den hem İran’dan insanlar var. Kadınlar Bölümü’nde, mezopArt şapkamla yapım danışmanlığı da yaptım ve bu karşılaşma ve birikte çalışma alanlarını genişletmeyi önemsedim oyuncu olarak yer almanın dışında.

İstanbul’da küçük İranlı gruplar var tiyatro oyunu yapan ama çok içerde kalıyor. Ya hiç haberimiz olmuyor ya da zaten üst yazı olmuyor oyunlarda, tamamen Farsça biliyor olman lazım. Daha kendi içine kapalı o işler tabii.

Bahsettiğiniz hibrit tiyatro oyunları ortaya çıkarmak konusunda bir model oluşturabilir mi ‘Kadınlar Bölümü:IR’, artık İstanbul’da çok sayıda göçmen var. Mesela Afganlarla, Ruslarla filan da görür müyüz önümüzdeki dönemlerde?

İ.B: Evet çok fazla göçmen var, muhtemelen önümüzdeki dönem bunları da görürüz. Böyle çok kültürlü, karma ekipler kurmak önemli. Bu oyunda da sadece İranlılar olsaydı, Türkiyeli seyirci için yapılan üst yazıdan tutun da bir sürü iş aksardı ve o duygu izleyiciye geçmezdi.

Ekibin içinde oyunun yapıldığı ülkeden birilerinin olması o işi kültürel açıdan tercüme edebilmeyi ve izleyicinin de temas edebilmesini sağlıyor. Aksi halde güdük gelirdi seyirciye. Tabii oyunun Farsçasını duyarak izlemek ayrı. Gerçekten ana dilinde çok güzel ve şiirsel bir metin.

‘MADEM ÖLDÜK MİCHAEL JACKSON NEREDE... BURADA NEDEN HİÇ ERKEK YOK?’

Oyunda İran’ın dört farklı bölgesinden dört kadının hikayesi var. Bu kadınların ortak hikayesi hepsinin öldürülmüş olması ama bir taraftan etraflarında canlı olan her şey de onlarla beraber ölüyor. Günün sonunda erkekler dışında hayatta kalabilen kimse yok aslında bu hikayelerde. Dolayısıyla kadınların gasp edilmiş bir yas tutma hakkı ve adalet arayışı var. Oyunda belirgin hale gelen bu yas hakkı ve adalet talebi ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İ.B: Oyunun adından başlayarak yanıt verebilirim bu soruya. Oyunun adı ‘Kadınlar Bölümü’, Farsça Bakhshe Zanan deniyor ve oradan geliyor aslında. Çünkü İran’da Kadınlar Bölümü diye bir şey var. Türkçeye çevirince pek bir anlam ifade etmiyor ya da bir hapishanedeki kadınlar bölümü gibi hissettiriyor ama tam olarak öyle değil. Orada hastanelerde kadınlara ayrı bölümler var. Hep kadınlara atanan ayrı bir bölüm var yani kamusal hayatta. Metroda, okulda... Daha metaforik anlamda “kadınların yaşayabileceği (sınırları belirlenmiş) hayat/alan” diye bir şey var.

Oyundaki kadınlar o “sınırlanmış” dünyada değiller artık ve gittikleri yerde de yine onlara atanmış bir alan var ve uğrunda yas tuttukları, istedikleri dünyaya ve haklara artık asla ulaşamayacakları yerde kimin onları sorguladığını dahi bilmeden, durmaksızın hikayelerini anlatıyorlar.

Bir taraftan da bu, metindeki her kadın için farklı yaşanıyor. Yas üzerinden okumaya çalıştığımızda da aynı durum belirgin hale geliyor. Mesela benim oynadığım Arzu karakteri çok hevesle anlatıyor hikayesini çünkü öylesine yaşayamamış ki hayatını ve kimse ne yaşadığını, duygusunu önemsememiş ki... Bu zorunlu anlatma hali onun için bir yas tutma biçimi aynı zamanda.

Bir de oyunda tüm kadınlar öldüğü andaki yaşı ve orada bulunma sürelerinin ifade edildiği sayılarla çıkıyor sahneye. Farklı yaşlarda, farklı sosyo-ekonomik geçmişten benzer yaslarla oradalar. Rapçi karakterimiz soruyor: Öldüm buraya geldim, burada da mı kadınlar diye ayırdınız? Neden erkek yok. Michael Jackson nerede? (Gülüyor)


‘ADALETSİZLİĞİN FAZLA ZAMANI KALMADI, BİTECEK’

Sanki o adalet gelmeden o yas tamamlanmıyor. Metni sen yazdın Bahar, yas-adalet ilişkisi açısından sen nasıl düşündün oyunu?

B.S: Hikayedeki dört kadın da yaşamları boyunca ailenin ve toplumun adaletsizliğinin kurbanı olmuşlar ve aslında hayatları boyunca hayalini kurdukları hayatın yasını tutmuşlar. Ama bir yandan hayat onların yas tutmalarına da fırsat vermiyor.

Öldürüldükten sonra ‘Kadınlar Bölümünde’, arafvari fantazi bir yerde, gömülü hayallerini, umutlarını anlatırken de yine aynı adaletsizliğin kurbanı oluyorlar. Aynı yası tekrar tekrar anlatmaya mecburlar ve ne kadar süreceğini de bilmiyorlar. Ben tam da bunu kastetmiştim metinde. Bu adaletsizlik daha ne kadar devam edebilir bu dünyada? Çok zamanı yok ama, umuyorum ki bitecek.

‘DEVRİM KADINLAR BÖLÜMÜ DENEN DÜZENİ YIKIYOR’

Doğrudan bir bağlantısı olmasa da Sophokles’in Antigone isimli tragedyasını da anımsatıyor. Tutulan yasın hakkını verebilmek için kadınlar mücadeleyi ve isyanı sürdürüyor, kurban rolünü reddediyorlar.

İ.B: Oyunun sonunda da ışık marifetiyle yaratmaya çalıştığımız bir anlam vardı. Dört kadının yan yana geldiği son sahnede yaşanan deprem gibi mesela. Orada kaotik bir şey yaşanıyor ve onun üzerine kadınlar o alandan kopuyorlar. Bu da İran’daki protestolara referans veriyordu.

Devrimin başlamasıyla gelen o karmaşa ortamının, kadınlar bölümü denen düzeni yıkıyor olmasını ifade ediyor. Çünkü biz artık kendi haklarımızı alıyoruz. Siz, bizi bu arafta, nerede olduğunu bile bilmediğimiz alanda, kendi belirlediğiniz şartlarda tutamayacaksınız diyorlar.

‘TARİH HİKAYENİN NEREDEN BAŞLATILDIĞI VE ONU KİMİN ANLATTIĞIYLA İLGİLİ’

Başka bir İranlı sanatçının da çalışmasında benzer temalar ağırlıktaydı. Onun da hazırladığı çalışmalar protestolardan çok önceydi ama İran’ın güncel durumuyla örtüşüyordu. O da, şu an İran’da çok yeni görünen her şeyin kadim bir yaraya ait olduğunu söylemişti. İran’da da, Türkiye’de de dönüp dolaşıp sanat bu tür bir sorumluluk duygusuna açılıyor. Nereden dönsek yas hikayesine çıkıyor sanki. Ne söylersiniz bununla ilgili?

İ.B: İran’da özellikle ‘İslam Devrimi’ sonrası deneyimlenen bir şey bu. Hikayeler hep yasla ilgili. İran’da çok fazla dini tatil vardır. Fatıma’nın yas töreni, bir başkasının ölümü, sürekli yas. Bütün metro duraklarında şehit isimleri. Bu bilinçli yapılan bir şey orada. Kültürel olarak genç arkadaşlarımın bile ruhuna işlediğini görüyorum. Ve bu aslında sandığımız kadar kadim bir yara değil. Tarih biraz da hikayenin nereden başlatıldığı ve onu kimin anlattığıyla ilgili. Herkese kendi hikayesinin sıfır noktası kadim geliyor çünkü dünyaya dair o kadarını biliyor.

Ama bizim de oyun boyunca ölümü anlatıp sonunda majör ve umut veren bir şarkıyla bitirmemiz bununla ilgili. O şarkı pandemi döneminde insanlara umut versin diye yapılmış mesela, özellikle onu kullanıyoruz biz de.

HAYAT ÖLÜM ÜZERİNDEN ALGILANIYOR...

İ.B: Tahran’da da aynı durumu gözlemledim. Metro duraklarından meydanların isimlerine kadar her şey ölüm ve şehitlikle ilgili. Hayat ölüm üzerinde algılanıyor. Yaşarsan ne olacağına değil ölürsen ne olacağına bakmak üzere bir mantık işliyor.

İran’da Newroz vardı mesela yakın zamanda, hep yedi tane ‘S’ ile başlayan nesne koyarlar sofraya bu dönemde. Haft Sin denir bu nesnelere. O sofraya koyulan her şeyin aslında güzel anlamları var; sağlık, mutluluk, refah, güzellik gibi. İranlı arkadaşlarımın paylaşımından görüyorum şu sıralar, protestolarda öldürülen çocukların fotoğraflarını koyanlar var şimdi o sofraya.

Bu düşündüğünde çok anlaşılır bir duygu, anmak elbette önemli ama bir yandan da yaşamı çağrıştıran bir ritüelin bile buna dönüştürülmesi çok kültürel ve bu çok da kadim bir hikaye değil bence. Burada kullandığım “bence” lafını da garipsedim, “bunun bencesi mi olur, ilahi İlkay diye” (gülüyor) çünkü öncesini tarihsel olarak hepten bilmiyorum tabii ama devrimden sonra böyle bir dönüşümün gerçekleştiğini hissediyor ve görüyorum.

Bu sebeple kadim değil dedim aslında. Bizim de içinde olduğumuz bu coğrafyada ölümden çok yaşam referansları var aslında görmeyi bildiğimizde. Ölümü baskın söylem olarak tutmak ve çiçeklenmek değil yas tutmak için toplumun bir aradalığını yaratmak politik bir tercih.

O ulusal melankoli bir kurucu faktör galiba, buradan da bir millet tarifi yapılıyor. Kimlik bilincine ait her şey o ölüm hikayelerine referans veriyor. Ayrıca kimin ölümünün önemli kimin yasının tutulabilir olduğunu da aynı irade belirliyor...

İ.B: Toplum kesimleri de birbirinden o kadar farklı ki bir yandan. Nerede bir araya getireceksin, burada getir diye düşünüyorlar. Farklılıkları koruyarak yan yana gelmeye çalışmak pek işlerine gelmiyor muhtemelen. Ölüm, yas gibi yerlerden meseleyi anlamak ve anlatmak, iyi bir şey olmuşken bile yası daha belirgin tutup ilerlemek gibi bir eğilim var bu coğrafyada.

‘METİNLER SANSÜR KURULLARINA TAKILIYOR, DEVRİM OLURSA ÇOK DAHA İYİ İŞLER ÇIKAR’

Oyun topyekun bir şiddet meselesini odağına alıyor. İran’da kamusal alanda şiddetin dile getirilmesinin sınırları nedir? Sizin oyununun bu haliyle orada oynanabilir mi mesela?

İ.B: Benim tanıklığımda ya da İran tiyatrosuyla ilgili araştırmalarda gördüğüm şu: Bizi anlatma kimi anlatırsan anlat. (Rejimi kastediyor) O yüzden çeviri oyunlara bayılıyorlar. Çehov oynayınca Shakespeare oynayınca sanki seni anlatmıyormuş gibi. Halbuki her zaman evrensel hikayeler anlatılıyor buralarda ve rahatlıkla halihazırdaki rejime göndermesi olabiliyor.

Tiyatro böyle bir şey zaten, onu dramaturjik olarak güncel olanla ilişkilendirirsin ve baskıya rağmen iletmek istediğin alt metni verirsin. Ama çeviriye dair bakış açısı bu bir şekilde oradaki sansür kurumunun. Yoksa İran’da çok fazla yeni metin üretiliyor aslında. Yani metinler İran’dan çıkmış olsa da orada bir şekilde sembolizm kullanılarak, sistemik değil de tekil hikayeler gibi anlatılıyor.

Ama Bahar İran’da daha uzun yıllar yaşayıp sektörün içinde bulunduğu için o daha net ve doğru cevaplar verir tabii.

B.S: İran’da bir tiyatro oyununun sahneye gelene kadar geçirdiği süreç çok farklı. Mesela bir oyunu sahneye koyacaksanız bir ya da iki ay oynarsınız biter. Türkiye’deki gibi uzun süreler oynanmıyor. Biz de yeni alışıyoruz burada buna. (Gülüyor) Ama İran’da çok fazla metin yazılıyor. Çok tiyatro ve bir o kadar da sanatçı var. Her yerde de çalışmalar yapmaya devam ediyorlar ama İran’da çok yoğun bir sansür var.

Biz İran’da bu haliyle oynayamazdık bu oyunu. Özellikle Ayda karakterinin monoloğunu direkt siyasi olduğu için reddederler. İran’da itiraz siyasi değerlendiriliyor ve suç sayıyorlar. Doğrudan hapishaneye girersin ya da işinden ederler.

Zaten ben sekiz sene önce iş teklifiyle buraya geldim ve başörtümü açtım. Ondan sonra da dönemedim İran’a, çünkü suçlu sayılıyorum artık oranın kanunlarına göre. İran’da örtüsüz sahneye çıkamazsın, metni onların sansür kurullarına göndermek zorundasın önce. Okuyorlar ve metinlerin çoğunu kabul etmiyorlar. Ettiklerinden de birçok şeyi çıkartıyorlar. Kostümlere muhakkak müdahale olur. Kadın ve erkek sahnede birbirine temas edemez asla.

Dolayısıyla bu oyun İran’da kesinlikle oynanamaz ama aslında orada hala çalışan çok fazla sanatçımız var ve çok da güçlü sanatçılar hepsi. Sansüre de alıştılar ama umarım bu devrim olur. Çünkü bu devrim olursa eminim çok daha iyi işler çıkar.

Dört farklı kadının monoloğunda oluşan bir oyun bu. Şiddetin çeşitli biçimlerini anlatan metinlerde şiddetin failini de görüyoruz genelde. Bu oyun ise sadece kadınların hikayelerini anlattığı monologlardan oluşuyor. Bu hikaye için bu formu tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?

B.S: Hayır özel bir nedeni yok. Bu kadınlar ilginç bir şekilde aklıma geldiler ve kendilerini anlatmak istediler. Ben yazarken hep kadınları düşünüyorum, onların meselelerini önemsiyorum. O yüzden yazmak ve söylemek istiyorum. Bu dört kadından daha fazla da hikaye vardı ama çok uzuyordu metin. O hikayeleri de yazmaya devam edeceğim.

Ama bu kadın karakterler böylece geldiler bu hikayeye ve kendilerini böyle anlatmak istediler. Yani ilham diyeyim, öyle oldu. Sahneye koyarken de Efsane’yle (Afsaneh Sarfehjoo) konuştuk böyle karar verdik. Bölüm, bölüm monolog şeklinde olmasını istedik.

*Kadınlar Bölümü.IR oyununu 16 Nisan’da Kumbaracı50’de seyredebilirsiniz.

İLKAY BİLGİÇ KİMDİR?

İlkay Bilgiç, 1986 yılında Mardin'de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Uluslararası İlişkiler ve İstanbul Bilgi Üniversitesinde Kültür Yönetimi okudu.

2018’de mezopArt isimli sanatçı inisiyatifini kurdu. mezopArt ile, Türkiye ve İran arasında kültür- sanat işbirliği konusunda yaptığı çalışmalar dolayısıyla, Harvard ve MIT’nin iş birliği yaptığı 'Innovation Generation' programı tarafından, “Generational Ambassador” (Yeni Nesil Elçi) seçildi ve Boston’da Liderlik ve Sosyal Girişimcilik Konferansına davet edildi.

2020’de Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nın “İslam Cumhuriyeti’nde 40 Yıl: İran’da Toplum Siyaset ve Değişim” kitabında, Günümüzde İran Tiyatrosu: Ateşi Yeniden Keşfetmek isimli bölümün yazarlığını yaptı.

2016 yılından beri, Sinemasal isimli sosyal girişimin Yönetim Kurulu üyeliğini yapıyor. İlkay kariyerine kültür girişimcisi, film yapımcısı ve tiyatro oyuncusu olarak devam ediyor.

BAHARAK SALEHNİYA KİMDİR?

Baharak Salehnia 1985 yılında İran’da doğdu. ArakÜniversitesi’nde “Film
Yönetmenliği” okumaya başladı. Ardından 2005 yılında Hamid Samandarian ve Mehdi Fakhimzade'den oyunculuk dersleri almaya başladı.

2016 yılında 'Persian Danesh Institute' Oyunculuk bölümünde mezun oldu.

Baharak Salehniya’nın yer aldığı ilk proje,2006 yılında Mehdi Fakhimzade tarafından yönetilen 'Sessizce Çığlık At' ( Scream Noiselessly) adlı dizi oldu,
bu dizide Maryam rolünü canlandırdı. Ayrıca İranlı film yönetmeni Majid Majidi'nin Hz.Muhammed Allah’ın Elçisi filminde rol aldı.

Öne Çıkanlar