Behçet Çelik'ten 'Turuncunun Kıvamı'... Kendi sesinde yürü be Arzu
Adalet ÇAVDAR
Hayatta kalabilmek için kaybetmememiz gereken birkaç şey var; neşe, umut, heves yani anlam arayışı. Uzun zamandır bazılarının en çok göz koydukları hasletlerimizin bunlar olduğundan herhalde kimsenin şüphesi yoktur. Hayatlarımız içi boşalmış kof kabuklara benzemesin diye mücadele ediyoruz.
Güvendiğimiz insanlardan gayrısıyla görüşmek istemiyoruz kendimizi korumak için. Bir yandan da her an ulaşılabilir olmaktan yorgun düştük. Peki böylesi bir korunma refleksinin yarattığı yalnızlığı ne yapacağız? Kurgulanmış hikâyelere katlanmak gerçeklerden kolay geliyor, o yüzden düştük platformların sunduğu dünyalar arasında tutarsız gezintiler yapma alışkanlığına. İnsan hikayesi mi lazım? Yazmışlar, çekmişler, oynamışlar… Gerçek dünyada herkes kendi derdinde olsun diye meşgul ediyoruz kendimizi. Daralıyoruz yani, küçülüyoruz, bu türlü yaşamaya talim eden kendimizi iddia ettiğimiz kadar sevmiyoruz da üstelik.
İstanbul'un dört bir yanını saran yüksek katlı binalara bakınca, o binalarda üst üste istiflenmiş insanlar gözümde canlanıyor. Tıpkı mezarlıkta, yıllar geçtikten sonra üst üste gömülen aile fertleri gibi... Kimsenin kimseyi tanımadığı, o kocaman kapılardan girip çıkarken selamlaşmaktan bile imtina ettiği o koca binalarda başka ne olabilir? Mezarlık komşuları bile birbirlerinden o kadar habersiz, birbirlerine o denli bigâne değildir.
Behçet Çelik’in Turuncunun Kıvamı romanı da bu yabancılaşma ve yalnızlık teması etrafında sorguluyor içinden geçtiğimiz, daha doğrusu her birimizin içinden ayrı ayrı geçen hayatı, şu anda yaşamakta olduğumuz şeklini kast ediyorum. Kitabı okur ve haliyle yalnızlık hakkında isteksizce düşünmeye çalışırken, telefonuma bir bildirim düştü: “Güney Kore’de yalnız olmak ‘yasaklanıyor’.” İlginç, değil mi? Seul Belediye Başkanı, yalnızlık ve izolasyonu toplumun çözmesi gereken sorunlar olarak tanımlıyor ve yalnız insanların topluma kazandırılması için çalışacaklarını söylüyor. Romanın beni sürüklediği yalnızlığı mı düşüneyim, edebiyatın zaten yalnızlıktan ibaret olduğunu mu, yoksa bu haberin ve işaret ettiği siyasetin beyhudeliğine mi takılayım bilemedim.
Çelik, Turuncunun Kıvamı’nda insan ilişkilerini ve bireyin iç dünyasını sade ama derin bir üslupla ele alıyor. Arzu, şehirde yaptığı yalnız yürüyüşlerde içsel bir yolculuğa çıkıyor; yağmur damlaları, sokak lambalarının yansıması ve gökyüzünün tonları, onun doğayla olan bağını güçlendiriyor. Kahramanımız Arzu’nun kafası da bizimkiler gibi, susmak bilmiyor. Çocukluk anıları, arkadaşlık ilişkileri, yetişkinliğin getirdiği sorumluluklar arasında gidip geliyor; kendini bulma arayışında doğaya sığınarak bir çeşit ayna buluyor.
Bir araştırmaya göre bazı insanların kafalarının içinde hiç ses yokmuş. Öylesi bir sessizliği hayal bile edemiyorum. Ben kafamdaki ses çok gevezeydi, onu daha az konuşan başka seslerle yatıştırmak için hayli uğraştım. En sıkı kavgalarımı Kemal Sunal’ın ses tonuyla yaptım mesela, bir ara olur olmaz yerlerde durup dururken attığım kahkahaları rahmetliye borçluyum. Ruhu şad olsun.
Arzu da kendi kafasının içinde bir denge arıyor. Ailesinden kopmuş ama izlerin taşıyor hâlâ. Toplumun beklentileriyle başa çıkmaya çalışırken, kendi yolunu çizme çabasında. Ailesine karşı duyduğu karmaşık hisler, ablasının başka bir hayata geçişi ve Arzu’nun yalnızlıkla aidiyet arasında gidip gelen içsel mücadelesi, onu kendi hikâyesini yeniden yazmaya zorluyor.
Bütün bu zorlanma hali romantik ilişkilerini de etkiliyor elbette. Kenan ile kurduğu bağda derinlik ararken, onun bazı tavırları yüzünden geri çekilmek zorunda kalıyor. Arzu, Kenan’la inişli çıkışlı bir ilişkide kendine bir anlam bulmaya çalışıyor; tıpkı şiirlerle oynaması gibi, kendi hikâyesini anlamlandırma çabasında. Behcet Çelik, Kenan ve Arzu arasındaki diyaloglarda şiiri bir bağ kurma aracı olarak kullanırken, Arzu da şiirleri kendi hikâyesini bulmak için birer harita gibi görmeye başlıyor.
Romanın sonlarına doğru, Arzu’nun dengesini kurabilmek için çeşitli yollar icat ettiğine şahit oluyoruz. Günlük sorunlarını geceye taşımamayı öğreniyor, yalnızlığını kabulleniyor ve daha az taviz vermeye başlıyor. Çelik’in dili, Arzu’nun bu yolculuğunu samimi bir iç hesaplaşmaya dönüştürüyor ve bize hayatın karmaşık ama olgunlaştırıcı yönlerini hatırlatıyor.
Turuncunun Kıvamı, insanın ezeli ve ebedi yalnızlılığı, aidiyet arayışı ve kendini bulma çabasının bugünkü tezahürleri hakkında bir roman. İstanbul’un kalabalığında, kendi iç sesimizle kalırken dış dünyadan kopmamak için verdiğimiz ve her cephesinde yeni izler edindiğimiz bir bağlamda geçiyor… Yalnızlığı kabullenmenin ve kendi iç dengemizi kurmanın bize kattığı gücü hatırlatıyor. E hadi o zaman hep beraber: Yürü be Arzu, kim tutar seni.