Beyda Yıldız'la 'Duasız Ve Törensiz' üzerine: Kazananları değil, kaybedenleri yazmaya devam edeceğim
Deniz ÇAKMAK
Beyda Yıldız'ın ilk romanı Everest Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Siirt'in Dağdöşü köyünden başlayıp yatılı ilköğretim bölge okullarına, oradan Almanya'ya uzanan fakat bu uzun yolculuğu, üzerinde bitmeyen yasın gölgesiyle tamamlayan bir ömrün hikayesi Duasız ve Törensiz.
İlk kitabını bir yas ve bellek romanı olarak tanımlayan Yıldız'la, kısa sürede ikinci baskısını yapan romanın açtığı yoldan, gazetecilikle başlayan meslek hayatının onu edebiyata taşıyan dönüm noktalarını, kurmacanın hakikatini, bu coğrafyaya mıhlanmış kayıp mezarları, yasın ve hafızanın çatallanan yollarını konuştuk.
'YAZMAK ZORLU BİR SÜREÇTİ... KARAKTERİN HİSLERİYLE BAŞ ETMEYE ÇALIŞTIM'
Duasız Ve Törensiz ilk romanınız. Fakat bir ilk roman için üslubu çok olgun. Bu anlatı kendini oluşturana kadar gerisinde yıllardır kuluçkada beklemiş bir kurmaca yazma tecrübesi var gibi duruyor. Sizi ilk romana taşıyan süreç nasıldı? Sadece edebi anlamda değil, yazma sürecinin koşullarını da anlatır mısınız?
Ben gazetecilikten gelme biriyim. Daha öğrenciyken gazetecilik yapmaya başladım. Ama edebiyatla olan bağım da oldukça güçlüydü. Uzun bir süre çok gazetecilikle yazarlık arasında bocaladığımı söyleyebilirim. Bir seçim yapmam gerekiyordu.
Tüm dikkatimi edebiyata vermeye karar verdim. Yazmaya başladım. İlk romanı yazana kadar sayısız metin yazdım. Öyküler, denemeler, anlatılar… Bunların hiçbirini yayımlamadım. Herhangi bir yere göndermedim. Israrla kafamdaki romanı yazmak istiyordum. Bu tutku düzeyindeydi. 'Duasız Ve Törensiz' de bir kenarda olgunlaşmayı bekleyen elli sayfalık bir anlatıydı aslında. Ama gönlüm bu metnin bir anlatı olarak kalmasından yana değildi.
Bir gün cesaretimi topladım ve masanın başına geçtim. Yıllardır çeşitli şekillerde kayıp yaşayan insanların yas süreçleri beni derinden etkiliyordu. Geride kalanların hayatla baş etmede yaşadığı zorluğu nasıl anlatabilirim diye düşündüm. Sonunda karar verdim. Ölümü kabul etmekte zorlanan bir kadının yas sürecini derinleştirecek, arka planına yatılı ilköğretim bölge okullarını, İstanbul’u, Almanya’yı, esas olarak Siirt’in Dağdöşü köyünü yerleştirecektim. Karakterim çocukluk aşkı olan Hasan’ın kaybını kabullenmekte zorlanacak, kendisine işaret edilen Hasan’ın mezarına gitmeye çalışacak ama her defasında her gidiş çabası büyük bir hayal kırıklığına dönüşecek, kara gömülecekti.
Çok enteresan bir yazma süreci yaşadığımı söyleyebilirim. Yası anlatmak, Neval’in duygularını hakkınca verebilmek çok kolay olmadı. Karakterimin ruhunun beni ele geçirmemesi için mesafe kurmak oldukça zorlayıcıydı. Çok ciddi gitgeller yaşadım diyebilirim. Kendi kayıplarım dahi geceleri resmi geçit yapmaya başladılar. Uzun yürüyüşler yaparak Neval’in hisleriyle baş etmeye çalıştım. Bu zorlu süreç bir yılımı aldı. Daha sonra ortaya 'Duasız Ve Törensiz' çıktı.
'İNSAN HAYAT TARAFINDAN AVLANMIŞ ÇARESİZ BİR HAYVANDIR'
Duasız Ve Törensiz uzun bir ağıt aslında; başkarakterin ölümü inkarı nedeniyle tutamadığı yasın izinden kayıp bir mezarın peşine düşüyoruz. Fakat romanda yol aldıkça mezarı aradığımızı da unutuyoruz. Bir yas döngüsünün ömre yayılan evrelerini, hem insanın hem toplumun içinde dönendiği bir fasit daire gibi çiziyorsunuz. O arayış bir mezar arayışından fazlası sanki. Sizi kayıp üzerinden kurmaca yazmaya iten temel fikir neydi? Yasın edebiyatınızdaki temsili hakkında ne söylersiniz?
Duasız Ve Törensiz’i bir yas ve bellek romanı olarak tanımlıyorum. Bu manada ilk gazetecilik yıllarımdan beri kayıp ve yas sürecinde yaşayan sayısız insan tanıdım. Örneğin Trabzon’da takip ettiğim Gazi Davası'nda bir annenin koynunda kanlı bir gömlekle yaşaması beni derinden etkilemişti. Ya da kayıplarının mezarını ısrarla arayan sayısız insan; bir akıl hastanesinde şahit olduğum delilik halleri, iğneler, afyonlar, yakınlarının öldüğünü bilmesine rağmen o mezara gitmeyi reddeden insanların psikolojik süreçleri, depremlerden sonra sayısız kaybın ağırlığı 'Duasız Ve Törensiz’i yazmamda esas motivasyonu oluşturdu diyebilirim.
Elbette bu bir tercih. Yukarıda saydığım olaylar sonrası hayata sıkı sıkı sarılan, hayata tutunmayı başarmış insanları da yazabilirdim elbette. Ama ben insanların karanlık taraflarını, ağrılı sızılı hallerini, yenilmişliklerini, kederlerini yazmayı tercih ettim. Bundan sonraki yazım sürecinde de bu tavrı devam ettireceğimi düşünüyorum. İnsan hayat tarafından avlanmış, çaresiz bir hayvandır bana göre. Bu manada, hayatta kazananları değil kaybedenleri yazmaya devam edeceğim.
'YATILI BÖLGE OKULLARI, KÜRT ÇOCUKLARI ÜZERİNDE DENENMİŞ TALİHSİZ BİR PROJEDİR'
Kitapta bir tek çocukluk yılları, anlatıyı yas fikrinden uzaklaştırıp başka bir zamana yerleştiriyor. Coğrafyanın toplumsal hakikatini de, devleti de bu disiplin mekanı üzerinden anlatıyorsunuz. Romanın üzerine oturduğu ağıt duygusunu hazmetmemizi ve karakterlerin sembolik evrenini tanımamızı sağlıyor bu bölüm. Çocukluk kesitini kurarken yatılı okullar hakkında ayrı bir çalışmanız oldu mu? Ya da kişisel hayatınızda bir karşılığı var mı?
Yatılı ilköğretim bölge okulları, Kürt çocukları üzerinde denenmiş talihsiz bir proje, büyük bir yaradır. Ben de bir süre bu okullarda okudum; ancak bir memur çocuğu olarak konforlu bir alandaydım. Bu okulda kısmen şahit olduğum şeyler var. Ama beni temelde etkileyen şey onca çocuğun köylerinden alınıp kapalı devre bir okula tıkılmalarıydı. Her şey son derece mekanikti. Biz akşam annemizin kucağına koşarken onlar yastıklara sarılıyorlardı. Birbirlerinin yalnızlıklarına yaslanıyorlardı. Yüzlerinde hep bir hüzün vardı. Zaman içerisinde yatılı ilköğretim bölge okullarında okumuş çok sayıda insanla tanıştım. Yıllar önce sadece bu okullarla ilgili bir kitap yazmak istediğim için pek çok not almıştım. Ne yazık ki bu okullarla ilgili çok az sayıda kaynak olduğunu söyleyebilirim. Amacım bu açığı kapatmaktı. Ancak zaman içerisinde bu fikir dönüşerek kendine romanda yer buldu. Bunu yaptığım için son derece memnunum. Bir sorumluluğu yerine getirmiş, bir vefa borcunu ödemiş gibiyim.
'İNSANI SİYASETLE DEĞİL, EDEBİYATLA ANLAMAK DAHA KIYMETLİ BİR ÇABA'
Kitaptaki "kayıp mezar"a yeniden dönmek istiyorum. Türkiye'nin yakın siyasal tarihinde güçlü bir sembol bu. Ama siz meselenin toplumsal karşılığını tasvir etme iddiasında bulunmak yerine bunu bireysel bir hikâyenin içinde soyutluyorsunuz. Okurun dünyasına sezgiyi kullanarak girmek istiyorsunuz gibi görünüyor. Bölgedeki çetrefilli meselelerin aktarım biçimiyle ilgili bir kaygınız oldu mu?
Bir gazetecilik kitabı yazsaydım, çok haklısınız, bunu başka türlü yapardım. Ya da bir sosyolog, siyaset araştırmacısı, bir akademisyen misal, olsaydım yine durum değişmeyecekti. Ancak ben yazar olma iddiasında olan biriyim. Bir edebi eser üretme motivasyonuyla hareket ediyorum. Elbette karakterlerimin insani duygularıyla, hisleriyle, onların psikolojik süreçleriyle ilgileniyorum.
Romanın arka planına 80 ve 90’lı yılların politik atmosferini alarak karakterlerimin bir sonuç olduğunu göstermeye gayret ediyorum. Ve bence insanı siyasetle değil de yine insanla ve edebiyatla anlamak daha kıymetli bir çaba.
'DİLİN VE HİKÂYENİN BİRBİRİNİN ÜZERİNE DEVRİLMEMESİ İÇİN ÇOK GAYRET SARF ETTİM'
Kitapta mezarı aranan karakterin, babasının akıbetinin de benzer olduğunu öğreniyoruz. Siirt'te, o köyde meşhur bir Kasaplar Deresi'nden söz ediyorsunuz hatta. Kader gibi görünenin, kuşaktan kuşağa devrettiği ve aslında bir politik tertibin sonucu olduğuna dair ipuçları bırakıyorsunuz okura. Öte yandan da bu hakikati sözlü gelenekten devralınan bir dile yakınlaştırıyorsunuz. Bu kadar yakıcı meseleleri, masalsı bir dille anlatmak hassas bir iş. Siz nasıl bir denge gözettiniz orada?
İnanın oldukça zor bir işti. Ben bunu her söyleşimde sırat köprüsünde yürümeye çalışmak olarak nitelendiriyorum. Dilin ve hikâyenin birbirinin üzerine devrilmemesi için çok gayret sarf ettim. Esas odağım yası dürbünümden çıkarmamaya onu bir nişane olarak korumaya büyük özen gösterdim. Sizin de dikkat ettiğiniz gibi Hasan’ın babasının cesedi Kasaplar Deresi’ne atılıyor. Ancak Hasan’ın başına ne geldiğini bir türlü öğrenemiyoruz. Belli izler var elbette romanda. Ancak ben yazarken Hasan’ın kaybını büyük boşluklarla vermeye gayret sarf ettim. Hasan neden saklanmıştı, neden kayıptı, neden bulunamıyordu, nasıl ölmüştü ki en büyük soru buydu. Ve özellikle bu büyük soruyu romanın göbeğine yerleştirdim.
Burada esas olarak yapmaya çalıştığım iki şey vardı. İlki okuru yas’a odaklamak, Neval’in ruh haliyle hemhal etmekti. İkinci önemli neden ise şuydu; ben okurun, Hasan’ın ölümünün nasıllarının açtığı büyük boşluklara kendi acılarını yerleştirmesini istedim. İstisnasız herkesin hayatında bir kaybı vardı. Herkes kendi yasının sahibidir, değil mi? Her cenaze büyük kalabalıklarla gömülür, ancak kişi evinde yalnızlıkla ve kaybıyla başbaşadır o andan sonra. Ve her insan ölüm karşısında en az bir kez yenilmiş, en az bir kez çaresiz hissetmiştir. Okurun kendi yenilgisiyle Neval’İn yenilgisi arasında bağ kurmasını istedim. Okurun bir empati hatta yer yer sempati yapacağı bir kahraman Neval.
'ROMAN, AYNI ZAMANDA BİR KIZ KARDEŞLİK HİKAYESİ'
Kitapta, aşkın ve ölümün acısını bir evin içindeki üç kadın paylaşıyor. Mınce, Nine ve Neval arasında adı konulmamış organik bir dayanışma var. Kapalı devre bir yapının içinde birbirinden çok farklı kuşaklardan üç kadının da hikayesi diyebilir miyiz aynı zamanda?
Neden olmasın? Onlarınki bir kız kardeşlik hikayesi bir yerde. Sekine Nine bir bilge kadın olarak Neval’i sağaltmaya çalışıyor. En sevdiğim cümlelerinden biridir Sekine Ninenin; Hekimlikte iyi, acıda kötü bir öğrencisin Neval.
Mınce’ye gelecek olursak, o da, bütün o lâl durumu ve biraz da eksik aklıyla Neval’e güç vermeye ve Sekine Nineyi idare etmeye çalışıyor. Aralarında en zayıf kişi haliyle Neval. Bu iki kadına yaslanarak hayatta kalmaya çalışıyor Neval. Aslında bir yerde ben bu kız kardeşlik hikayesini çok önemsiyorum çünkü edebiyatımızdaki erkek karakter tahakkümüne bol kadın karakterli bir metinle karşılık da vermiş sayıyorum kendimi. Buradan yazan kız kardeşlerime ve onların karakterlerine bir selam göndermek istiyorum.
'ROMANIN ANA AKSINDA BELLEK VE UNUTMAMA ÇABASI YER ALIYOR'
Yitik Zamanlar Dervişi masalı okurun dikkatinden kaçamayacak kadar kurucu bir yer üstlenmiş romanda. Kitabın meramına benzer bir fikir etrafında dönen, insanlığın hatırlamakla lanetlendiği ve mutluluk vaadinin kaybedildiği bir anlatı. Fakat hakkında bilgi bulamadım. Yerel bir hikaye mi? Sizin için önemi nedir?
Dil ve kurgu açısından farklılığı bu masal acaba bir alıntı mı, farklı bir anlatı mı duygusuna sürüklüyor okuru. Ama elbette değil. Hatta editörüm ilk okuduğunda, alıntı ise dipnot düşmeliyiz demişti. Tamamen masa başında kurulmuş bir dünya. O metin aslında Hasan’ın Neval’e ulaşma çabasının ürünü. Elbette karşıt bir temelde ilerliyor. Romanın ana aksında bellek, unutmama çabası yer alırken, Yitik Zamanlar Dervişi ve Hatıraların Eziyeti masalı unutmakla görevlendirilen ancak hatırlamakla lanetlenmiş insanları eksenine alıyor. Bu da romanda karşıt bir paralellik yaratıyor. Hatırlamak gerekirse 'Yitik Zamanlar Dervişi' ve 'Hatırlamanın Eziyeti' masalı dört farklı gezegende geçer.
Evrenin koruyucusu Yüce Kim-Zünn bir saat ustası olan Dervişi bu gezegenlerde baş gösteren hatırlama salgınının nedenlerini anlaması için görevlendirir. Masalda Derviş’in başına gelenler anlatılır. Masalın sonunda anlarız ki Derviş de bir hatıradan ve hatırlamadan muzdariptir ve Yüce Kim-Zünn’e olan aşkı onu acılara gark etmiştir. Hasan bu masalı parça parça Neval’e anlatır. Hasan içine o kadar kapalıdır ki aşkını ifade etmek yerine bu masal dolayısıyla ifade etmeye çalışır. Neval de ara sıra Yüce Kim-Zünn gibi sevilmeyi arzular. Masal bu manvalde ilerler.
Yeni bir roman hazırlığınız var mı?
Şu an zihnimde gezinen iki ayrı metin var. Hangisi beni ikna etmeyi başarırsa onunla yoluma devam edeceğim. Şu an pür bir metin yazmak için çok da erken bir taraftan. Malum kitap daha yeni çıktı. Bir yanda imza ve söyleşiler diğer yanda zorunlu çalışma hayatı. Ama yine de birkaç sonra yeni romanı yazmaya başlamayı hedefliyorum.