Bir Memleket Kitabı: Asi Gülüşlüm - Ah Güzel Antakya
Mustafa Kemal Ersöz
Memleketin ahvali biliniyor. Hepimiz için değilse esaslı bir kalabalığımız için netameli,kasvetli günler… Pek çoğumuzun, söz konusu ahvalin neticesi olarak çoğu kez birbirimizden habersiz, uzak, yalnız olarak yahut öyle hissederek memlekete dair daha fazla düşünmeye başladığımız, daha fazla düşünme ihtiyacı duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Evet, çoğu kez birbirimizden ayrı, habersiz ve yalnız hissederek yapıyoruz bunu zira memlekette toplanmanın, düşünmenin, düşündüğünü söylemenin, konuşmanın hele de bunları birlikte yapmanın çokça tekinsiz olduğu vakitlerden geçiyoruz. Memleketin güncel ahvali bir yana, elbette onun da boğucu tazyikiyle, memleketi yeniden düşündüğümüz, memleket nedir, neresidir diye efkâr ettiğimiz. Hulasa memleket mefhumu üzerine de yeniden ve çokça düşündüğümüz, memleketi düşündüğümüz, hayal ettiğimiz başka bir deyişle memleket(i) aradığımız, fikriyatımızda, hissiyatımızda memleketin daralmaya başladığı, memleketin bizi daraltmaya başladığı, gitgide memleketin bize, bizim memlekete felaket ve en az o kadar da hızlı bir halde yabancılaştığımız günler. Tüm bunlara bir kaçma hissi, meşrebe göre de fikri refakat ediyor. Memleketten kaçma, gerçeklikten kaçma, memleket gerçeğinden kaçma, kendimizden kaçma arzusu… Belki de gayreti ve başka bir düzlemde ters yönde kendimize, memlekete, memleket fikrine, geçmişe kaçma isteği, geçmiş zamanlarda bir yerlerde kalmı asude bir liman olarak düşünmek istediğimiz memleket hülyasına sığınma isteği orada yeni bir memleket bulabilme yahut memleketi yeniden bulabilme ümidi duyduğumuz günler yaşıyoruz. Çocukluk, ilk gençlik, gençlik anılarının, duyumsamaların hayal ve hülyayla karıştığı o ’-yitik bahar’a (1) ’-dönmek’ (2) için can attığımız, pek çoğumuzun içten içe ’-gurbete kaçacağım’ (3) diye içinden geçirdiği günler. Velhasıl memleketin bir mefhum hatta tahayyül olarak nostalji nosyonu kazandığı, memleketin bir yanıyla direngen, umutvar, yeniden kurucu ve düşünsel bir nostalji unsuruna dönüştüğü günlerdeyiz.
İşte tam da bu günlerde İletişim Yayınlarının Memleket yayınları dizisinde bir memleket kitabı; Antakya kitabı: ‘Asi Gülüşlüm Ah Güzel Antakya’ yayınlandı. Editörlüğünü Tanıl Bora’nın üstlendiği, yukarıda kabaca bir özetini çıkarmaya çalıştığımız memleket ahvalinden nasibini hallice almış olan, OHAL’de de her halde de hocamız olan ve nazarımızda hep öyle olmaya devam edecek olan Hakan Mertcan’ın derlediği kitap. Herhalde daha isabetli bir zamanda yayınlanamazdı. Tastamam ve esaslı bir memleket kitabı olan, yer yer de barındırdığı kent belgeseli-tarihi, belgesel-anı hatta yerel-otobiyografik unsurlar hasebiyle memleket yazını özellikleri ihtiva eden eser. İçerden gözlerle ama farklı açı ve nahiyelerden örneğin gurbetten yahut uzun sürmüş bir ayrılığın ardından aradığını bulamamış bir vuslattan veyahut bütünüyle içerden bir yerden mekân olarak memleketi, tarihsel, siyasal, kültürel ve toplumsal akışı içinde yaşayan bir varlık olan memleketin / memleketimizin hikâyesini anlatıyor.
Memleketlinin, memleketliye mektupları ya da memlekete mektuplar… Bu yanlardan 17.yy Alman Romantiklerinin ‘’Heimatsdichtung’’ (4) dedikleri yazın türünün izleklerinden yürüyerek kayıp zamanın izinde, yitik cennetin, sömürge cennetin, o cennette duyulan özlemin peşine takılırken, bir tarih bilinci, memleket yahut yurt daha ileriye gidecek olursak kimlik hatta vatan bilinci geliştiriyor. Daha temkinli bir deyişle tüm bunlara katkıda bulunuyor. Bugüne, yarına dair imkânlar açılan patikalara olanak tanıyor. Geçmişte donup, unutulup, yitip gitmiş bir yaşamdan bahis açmaktan yahut kuru, nesnel bir panaroma çıkarmaktan ziyade bugünde soluk alan yarına, memleketin yarına ilişkin ümit, iştiyak duyan dün hakkında konuşurken aslında bugüne dair, yarın için konuşan aşka yaslanan, aşkla beslenen, aşkla yazılmış, bir aşk kitabı okuyoruz.
Memleket nostaljik bir unsura dönüşüyor dedik ya nostalji duygusuna çokça yaslanan ancak nostaljinin melankolik, sinizme meyleden, ilkel, gerici vechelerinden öte onun başka boyutlarına, esasına, kavramın kökenindeki, notos (eve dönüş) ve algia (özlem) kavramlarıyla beraber nostaljinin devrimci boyutlarına sırtını dayıyor. Yaşanan hayatın, bize kendisinin olumsuz yanlarını fark ettirmemek için bütün kültürel düzenlemelere rağmen, bize neler kaybettirdiğini anlamaya başlayan insanın içindeki gitgide yoksullaşan bir hayatı, yeniden daha zengin, velüd, renkli bir hale getirme arzusuna, isteğine, en azından düşünü canlı tutma çabasına ve nostaljinin, devrimle ortaklaştığı ikiliğe, hem 'döngüsel bir tekrar' hem de 'radikal kopuş' olma hususiyetlerine yaslanıyor.
ÖMRÜNÜN REYHANI’NI ARAYAN MERTCAN
Tam da bu düzlemde kitapta da ilk sözü açan Hakan Mertcan, Ömrünün Reyhanı’nı aramaya koyulurken J.Luis Borges’a ve Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ine selam edercesine peşine, yanına, yöresine Ben-Hur’u, Heron’u, Apollon’u, Defne’yi, Aziz Simon’u, Cleopatra’yı, Zeki Arsuzi’yi katarak, Antakya’nın daracık caddelerinden zahter, defne ve kekik kokularının, antik Roma sütunlarının arasından geçerek Habib Neccar Camii’ne, Hıdır Türbesi’ne, St. Pierre Kilisesi’ne, Harbiye şelalerine çıkıyor.
Zamanın ve mekânın içinde dolanarak ya da içinden geçerek meltemli bir Antakya ikindisinde artık belli ki gençliğinde kalmış, kaçak tütün içen ‘o yiğit devrimcilerle’ birlikte Affan Kahvesine varıyor. Affan Kahvesinin avlusuna açılan eski kapıdan Hayber’e, Cebbel-i Aleviyyun’a, Lazkiye’ye, Beyrut’a, o kayıp, büyük ülkeye Watan-el Ekbar’a çıkan bir yolun hayalini kuruyor ve okuru da bu düşe ortak ediyor. Vel nihayet bir ilkyaz akşamı -ki memleketli gayet iyi bilir ilk aşklarımızın vakitleridir-; Petek Pastahanesinden, kosmosa açılan büyük kapıdan ruhsuz dünyanın ruhunu arayış serüvenine çıkarken okuyucuya kısa bir Antakya seyahatnamesi sunuyor.
HATAYLI ÇERKEZLERİN KISA ÖYKÜLERİ
Peşi sıra sözü alan Murat Özdan, yaşanmış ama yazılmamış bir şehrin geçmişinin yine Alman romantiklerini"Mundartdichtung" (5) ve "Ortsgeschichte " (6) olarak adlandırdığı yazın türlerinin Antakya lezzetlerine yaraşır nefasette bir terkibiyle kaydını tutarken okura, kişisel şahitliklerinin eşliğinde Antakya’nın çokkültürlü, toplumsal-kültürel ve etnik yapısının zamanla geçirdiği değişimlerin ve yakın siyasal tarihinin bir ara toplamını sunuyor ve isabetli bir biçimde resmi ağızların çokça sevdiği ‘’hoşgörü’’ lafzını tartışmaya açıyor. Bir arkeolog duyarlığıyla Antakya’nın Bizans geçmişinin izleri sürüyor, Kadim bir kentin hafızasını kazırken şu artık içi boş bir biçimde tekrarlanmasından gına getirdiğimiz ‘’Mozaik’’ metaforuna sahici bir anlam, kıymet veriyor. Geniş bir tarihsel bağlam içerinde izlerini sürüdüğü memleketin, kültürel sınırlarını da ‘’öteki bizlerin’’ Hataylı Çerkezlerin kısa öykülerini anlatarak alabildiğine genişletiyor…
HATAY DEVLETİ DENEYİMİNİN ENCAMI
Tarih babına Antakya - İskenderun havalisinin üzerine biçilen idari ve siyasi libaslara sığmayan kültürel periferisinin etraflıca bir dökümüyle başlayan Müslüm Kabadayı, arka planına söz konusu periferisinin sosyo-ekonomik gelişimi sürecini yerleştirdiği derli-toplu kapsamlı bir halklar topografyası çıkarırken birbiriyle ilintisiz olarak görünebilecek pek çok sosyal disiplin arasından ustalıkla geziniyor ve okuru bu derinlikli memleket gezintisiyle beraber halk ve sınırlar sorunu üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor. Aynı bab altında Levent Duman ve Çiğdem Duman güncel Hatay’ın pek çok meselesini temelden etkilemiş hatta belirlemiş olan Hatay devleti deneyiminin, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması sürecinin ve bu süreçlerle birlikte başlayarak yüzyıl boyunca süren demografik yapının değişimi ve dönüşümünün hülasa memleket yüzyılının kısa, sistemli bir encamını sunuyorlar.
FENER CADDESİNİN ÇOCUKLUK GEZMELERİ, İLK AŞKLARIN SERGÜZEŞT DOLANMALARI
Cihan Yüksel, Antionius gemisinde, birazdan, ‘’Tanrının en çok sevdiği mahallenin’’ bulunduğu şehre varacak. Fener caddesine çıkaracak bizleri, çocukluk gezmelerine, ilk aşkların sergüzeşt dolanmalarına… Yan yana dizilmiş farklı halkların dost ve komşu evlerinin avlularından geçirecek., Süryani, Ortodoks, Katolik kiliselerine çıkaracak. Gadir Hum’lara, Ramazan Bayramlarına, Paskalyalar götürecek bizleri ve ah o naif lise anılarına, sürüyor ve sürecek olan bir hikâyenin, tüm hoyratlıklara, dar kafalı idarecilere rağmen yaşayan bir şehrin, halen yaşanan hikâyesinin mutlu sonun nasıl yazılabilineceğinin ipuçlarını verecek. Antionus’un gemisine yeniden binmeden evvel ayaküstü İskenderun’un hikâyesini anlatacak. Antonius’un gemisi ilerledikçe deniz üstü köpürür ve anlarız ki bu yolculuk memleket sevdasından, halis, mulis, samimi bir memleket sevgisi yazısı… Ve Ender Özbay tarih babını, hakikatin tarihiyle, halkların tarihiyle, halk kahramanlarının gerçek tarihiyle, büyük Arap halk kahramanı Cemil Hayek’in destanıyla kapatıyor ve belki de hakikatte açıyor. Hep birlikte meşakkatli bir işe çağırıyor bizi. Sararmış eski defterleri yazılacak yeni satırların umuduyla yeniden açıyor. Cemil Hayek’in Suveydi Dağlarından, Halep’e uzanan başkaldırış hikâyesinin izini, Arap halk önderleri İbrahim Haneno, Şeyh Salih’in, Arap halk efsaneleri Antar’ın, Diyab’ın ve müvvellerin, mesellerin, rivayetlerin peşinde, Arap halk edebiyatının imkânlarında sürüyor. Halk kahramanlarının ölümsüzlüğünün müstesna bir numunesi!!! ‘’Kawwas helo bi ido / W Lez-zull’imro meyrido / W kawwas he bi ferdo / ‘ela şe’bo nıcmi şar’’
ÜMM GÜLSÜM’ÜN, FEYRUZ’UN, ŞİBEBİ’LERİN SESİ
Yelda Güzel, okuyucuyu, fonda Ümm Gülsüm’ün, Feyruz’un, şibebi’lerin sesi, dabkelerin, müvvellerin ezgisi Bereketli Hilal’in coğrafyasında hülyalı bir gezintiye çıkarıyor. Tutup ellerimizden Arap düğünlerine, hasat mevsimlerine, Evvel Temmuz’lara, Zuvvarlara, götürüyor. Zeytinliklerde, üzüm bağlarında, buğday tarlalarında gezdiriyor. Akdeniz’in ufkunda bereketli sofralara misafir ediyor. Bu evlerden Anadolu’nun dört yanındaki üniversiteli evlerine, Arabistan metropollerindeki işçi evlerine ‘’Koli koli Hasret’’ gönderiyor. Bereketli suların imkânın bir kapı aralıyor, o kapıda sözü yeniden alan Ender Özbay, Hama’dan Asi’nin ninnisini söylüyor. Akan suların imkânını berekete dönüştüren Na’ura’ların hikâyesini ve Antakya’nın pek çok başka damardan beslenmiş mimarisini anlatıyor. Teknik hususiyetlerle beraber belki onlardan çok daha mühim Aramca, İbranice, Süryanice, Arapça kökenlerde halkların kardeşliğinin o bereketli sofrasını gözlerimizin önüne seriyor.
MEMLEKETİN DİL HARİTASI
Hakikatin ‘’mozaik’’ güzellemelerini, ‘’hoşgörü’’ şişinmelerini dağıtmaya başladığı yerde Meral Şeker, memleketin dil haritasını çıkarırken, çok dilliğin zenginliği, imkanları üzerine düşünmeye çağırı yapıyor. Arapça’nın nasıl gittikçe ikincil dil derekesine indiğini zamanla silikleşmeye başladığını anlatıyor, hakikaten bir mozaik varsa ve onun korunmasına ilişkin hakiki bir tasa varsa ne yapılması gerektiği dair bir kapı aralıyor. Onun açtığı kapıdan Leyla Uyar giriyor. O da hepimizi ‘Hakikatlerin hakkaniyetle konuşulduğu bir iklime’ davet ediyor. Ermeni evlerine asılan devasa kurt resimlerini, kilise avlularına bırakılan kesik köpek başlarını, Güney’in öteki hikâyesini, anlı şanlı resmi yalanlarla hakikatin arasında açılan makası, ‘’öteki bizi’’ , artık numunelik denecek kadar az kalmış, hoşgörü, mozaik vitrine bir süs denecek kadar az bırakılmış, Arap Hristiyan’ları anlatıyor; güvercin tedirginliğini. Tevfik Usluoğlu, sözü bu memleketin son Parrhesia’sı, hakikat anlatıcısı, Ahparig Hrant’ın halkı Ermenilere getiriyor. Bir vakitler nüfusun %13’ünü oluşturan bu topraklarda Arap halkından bile evvel yerleşikleşmiş şimdilerde bir mahalleye sığacak kadar azalmış kadim halkın geçmişini, bugüne tutunuşunu ve geleceğe bakışını aktarıyor. Göç edenlerin/ ettirilenlerin hikâyesini ‘’Git gidebildiğin yere kadar’’ diyerek söze başlayan Sonyel Oflazoğlu sürdürüyor. Çok az bilinen ve artık çok da az kalan Arap Yahudilerin tarihlerinin, ekonomik, sosyal yaşamlarının, göç süreçlerinin ve sebeplerinin, bir halkın günden güne azalışının içine düşürüldüğü çaresizliğinin ağıtını söylüyor; Geri dönüşü sağlanamayacaksa bile bitmez tükenmez göçünün durdurulmasını umduğu bir halkın etnografisini çıkarıyor. Söz göçten açılmışken Cevdet Rende, göçü bir başka planda ele alıyor. Geçmiş yaşamları anımsayanların –ne tanıdık- hikâyesini, Türkçe de Ruh Göçü olarak adlandırılan Reenkarnasyon inanışını araştırıyor. Göç hikâyeleri, kitabın büyük eksikliği olarak görünen hem kadınlar tarafından kaleme alınan makalelerin kayda değer biçimde oransal olarak azlığı hem de kadın yazılarının noksanlığı Şule Can’ın ‘erkek göçmenlik ve kadın sorununu eko-politik, sosyolojik, tarihsel boyutlarıyla beraber kadınlar açısından incelediği çok boyutlu ve derinlikli makalesiyle nispeten giderilerek tamamlanıyor.
KADİM ÇARŞI: SUK İT-TWİL
Mehmet Ateş’le yeniden eve dönüyoruz. Çocuklar, kadınlar, falcılar, dilenciler, güvercinler, karıncalar, kedilerle, memleketi memleket yapan mekânlardan biri olan, kentleri kent yapan, hafızasını tutan mekâna; çarşıya çıkıyoruz. Kadim Antakya’nın tüm sokaklarının oraya çıktığı, güçlü ve gururlu çınarı, kadim çarşısı, Suk it-Twil’le… Hayatı var eden emekçilerinin ürettiği zenginliğin memleket payına düşen kısmını Musa Dağ'da Kırk Gün’ün yazarı Franz Werfel’e nazire edercesine ve elbette ona hürmetle selam ederek anlatıyor. Suk it Twil’in her biri başka yerlere açılan dar sapaklarına götürüyor okuyucu ve o sapakların birinde Çiğdem Duman’a teslim ediyor. Ne de olsa Suk it-Twil’de herkes herkesle bir yerden tanış, herkes biraz ahbaptır ve güvenir. Çiğdem Duman bizleri Suk-it Twil’in apansız açıldığı kağke, salça, kahve, defne, bahur kokulu Antakya sokaklarının izinde sabunhanelerde gezdiriyor. Apollon’un Daphne’ye duyduğu karşılıksız aşkı anlatarak Saray Caddesine çıkarıyor. Müslüm Kabaday’ı kültür-sanat ehlinin uğrak mekânı Saray Caddesini adımlarken okuyucuyu, memleketli sanat ve edebiyat erbabıyla tanıştırıyor. Gökhan Evecen sinemaya götürüyor bizi Saray Caddesi’nden, köprüye doğru ilerlerken ‘’ Antakya’da sinema, sinemada Antakya’yı’’ anlatıyor. Vizörünü memlekete çeviriyor, perdede memleketi gösteriyor ve Berna İleri, Hasan Büyükaşık’la, Mehmet Arat’la, Aliye Sema Hanım’la, Asaf Asfuroğlu’yla tanıştırıyor. Memleketin alâmetifarikalarından ipek dokumacılığını ve el emeği göz nuru el sanatlarını ‘’işliyor’’.
ANTAKYA SOFRASININ HUSUSİYET VE İNCELİKLERİ
Memleketin belki de en meşhur alâmetifarikası, sofrası, Suhely Budak, antik çağlardan, çocukluk yıllarına Antakya sofrasının hususiyet ve inceliklerini anlatıyor. Alim Koray Cengiz, geniş bir perspektifte Antakya’da kahve ve kahve içme kültürünü, maruf Habbehalli kahveyi anlatıyor. Barış Can naçizane fikrime kalacak olursa memleketin en alâmetifarikası Arak’ı ve adabı ve edebini anlatıyor. Kessek ya Watan…
Velhasıl, üstenci, didaktik bir üsluba meyletmeden memleketin samimi, tatlı-tatlı anlatıldığı memlekete dair derdi, fikri, umudu olan bir kitap tutuyoruz elimizde.
Memleket kitabı, memleket gibi kitap, tam da vaktinde yayınlandı, umutlu, metanetli olmak gereken günlerde fikirlere, memlekete ve kitaplara sahip çıkılması gereken günlerde yayınlandı. Vesile olması umuduyla…
(1)- Yeni Türkü- Yitik Bahar
(2)- Yeni Türkü- Dönmek
(3)- Yeni Türkü- Gurbete Kaçacağım
(4)- https://de.wikipedia.org/wiki/Heimatdichtung
(5)- https://de.wikipedia.org/wiki/Dialektliteratur
(6)- https://de.wikipedia.org/wiki/Ortsgeschichte