Eski Bir Kartpostaldan Dökülen Simler
Sibel ÖZ
İnsan doğduğu yeri seçemez, ancak doğduğumuz yer kişiliğimize, hayatımıza damgasını vurur. Sadece kentler değil, semtler ve hatta mahalleler bile benliğimize incecik çizgilerle işlenir. Doğduğumuz yer anavatanımız, evimizdir. Çocukken içinde yüzdüğümüz deniz, ergenlik yaşında hapishanemiz, yaşlılıkta sığınağımızdır. Bir apartmanın bodrum katındaki kapıcı dairesinde de doğsak, bir sitenin on bir nolu dairesinde de açsak gözlerimizi dünyaya, nezih bir semtin yoksulluk bilmeyen çocuğu da olsak, evimizdir doğduğumuz semt. Unutulmazdır, unutulmayacak olandır. Hatıralarıyla ölür insan. Çocukluk evi o hatıraların ana kucağıdır, insanın kendisi olmaya başladığı yerdir.
İnsan doğduğu yeri seçemez. Ama anlayabilir. Kenti anlamak öyle kolay iş değildir. Kentin dokusunu hissetmek, onun bilgisine sahip olmayı gerektirir. Kentin bir hafızası vardır. Tek tek hepimizin hafızalarının üstünde, hepimizi aşan ve kapsayan, ömürlerimizin, annelerimizin ve dedelerimizin, dedelerimizi doğuran kadınların hafızalarının, hatta yüz yıl yaşayan kargaların bildiklerinin, hatırladıklarının üstünde bir hafızadır bu. Yıkılmış, ‘dönüştürülmüş’ bir Rum kilisesinin ahşap çatısında, karşıcı bir eski caminin küçücük bodur minaresinde, altı yüz yıllık bir çınarın gövdesinde, bir mezarlığın eski taş duvarından gelen rutubet ve çürümüş yaprak kokusunda kazılır bu hafıza. O ahşabı, o çınarı, o taşı ellemeden, o katır tırnağını ve ıhlamuru koklamadan, her bahar İstanbul’un Boğaz’a yamaç tepelerini boyayan o erguvanları görmeden, o Arnavut kaldırımlı dar sokakları adımlamadan, İstanbul’un bin tane merdivenini, bin tane yokuşunu çıkmadan, bin bir hikâyesini dinlemeden edinilemeyecek bir hafızadır bu. Çorlulu Ali Paşa medresesinde en yakın arkadaşınızla diz dize oturmadan, Kandilli’de yaşlı bir teyzeyi saatlerce dinlemeden, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii kütüphanesine kapanıp martılarla yarenlik etmeden, Adalar’da yazı değil sonbaharı solumadan, Fatih’te Kadınlar Pazarı’nda büryan yemeden, Kadıköy’de bir kış günü kartopu oynamadan, Kuzguncuk’ta bostan nöbeti tutmadan İstanbul’u sezmek ne derece mümkündür?
"SAİT FAİK’İN İSTANBUL’UNU ÖZLÜYORUZ"
Özlüyoruz İstanbul’u. Sait Faik’in İstanbul’unu özlüyoruz. Onun soluksuz yaşayan, buram buram yaşam kokan İstanbul’unu, şenlikli sokaklarını, köşe başı çeşmelerini, çay bahçelerini, kayıkhanelerini, ağız dolusu gülen, kahkahaları yüzlerinde derin çizgiler oluşturmuş insanlarını çok özlüyoruz. Ama sadece İstanbul’u değil, bu kente onun gözleriyle bakabilmeyi de özlüyoruz. Sait Faik’in İstanbul’u yok artık evet, ama o kente gülümseyerek, sevgiyle bakan Sait Faik’in çocuk gözleri de yok. Bu kent, o gözlerle, o sergüzeştlikle, o serserilikle, o yürek işçiliğiyle sevilir ancak. Ayaklarının altında güvenli toprak arayıp hayatta kalmaya çalışan bizlerin, ne yazık ki başında sevdalı bulutlar yok. Bu kent, o sevdalı bulutun büyüsü olmadan nasıl sevilebilir ki? Aynı İstanbul mu yaşadığımız, Sait Faik’in gözleriyle bakmadan bu soruya nasıl cevap verebiliriz ki?
Bu şehrin vapurlarına bile öyküler yazan, bu şehri doya doya seven adam, İstanbul’u içmiş, İstanbul olmuş adamdır o, Sait Faik’tir. Kaldı ki vapurları olmadan düşünülebilir mi İstanbul? “Dün ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahlûku doya doya sevdim.” der Sait Faik Bir Vapur adlı öyküsünde. Vapurlar onun için İstanbul’un kendisidir, en candan arkadaştır.
Sait Faik’in öykülerinin ana kaynağı, kanlı canlı İstanbul ve Adalar’dır. Denilebilir ki, basılı 147 öykünün 111’i İstanbul ve Adalar’da geçer. 1936 yılında basılan Semaver’den başlayarak, ölümüne kadar İstanbul’u yazmaktan usanmaz. Aslında İstanbul’dan çok insanlarıyla ilgilidir o. Günlerinin çoğunu kenti semt semt, sokak sokak gezmekle geçirir. Orhan Kemal, yakın arkadaşı Sait Faik için şöyle der: “İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya çıkardı. Beyazıt’ta havuzun başına tünemişse ‘Havuz Başı’ öyküsünü, Boğaz’a sarkmışsa ‘Menekşe Vadi’yi yazardı. İstanbul’un en kıyıda köşede kalmış yerinde rastladığı insanları da kolundan tutup öykülerine sokuştururdu.”
Semtler, sokaklar sızar öykülerine, insanlar, kediler, balıklar, martılar… “İstanbul’un semt adları yok mu? Bayılırım onlara. Ne güzelleri vardır. Yalan da olsa, yanlış da olsa, bu semt adlarından insanın muhayyilesine bir şeyler üşüşür. Başka yönlerden gelmiş anılar kaynaşıverir içimizde. Bir filmdir başlar dönmeye beynimizin karanlığında.” Dolapdere öyküsü bu paragrafla başlar, semt adlarıyla. Kandilli, Çengelköy, Unkapanı, Cankurtaran, Kazlıçeşme, Kanarya…
“YAZMASAYDIM DELİ OLACAKTIM”
Günümüzde “mekân öyküleri” diye bir kavram kullanılıyor. Her öykünün bir mekânı yok mudur, mekân öykünün coğrafyası değil midir nihayetinde? Yine de Sait Faik öykülerinde İstanbul sadece bir mekân değildir, öznenin kendisidir. Hikâyelerin esas kahramanı İstanbul’dur. İstanbul, zorla yazdırmış olmalıdır kendini Sait Faik’e; çünkü bu zor olayını “Yazmasaydım deli olacaktım” diye ifade eder. Peki, Sait Faik de İstanbul’un İstanbul olmasında pay sahibi değil midir? Çukurova’nın Çukurova olmasında pay sahibi olan Yaşar Kemal gibi… Sait Faik ki İstanbul’un dili olmuştur, sevgilisi, can yoldaşı, o sessiz ahşabın, o cansız sanılan taşın, yıkık kilisenin, ayaklar altında yamulmuş, eğrilmiş mermer basamağın, kedilerin, köpeklerin, balıkların, martıların ve tabii vapurların can yoldaşı… Kısacası Sait Faik, İstanbul olmuştur.
ŞİMDİ KİM BİLİR NEREDE HER İKİSİ DE?
Sait Faik’i, Sevda Tepesi’nde eski bir restoranın kır bahçesinde oturmuş, karşı yakaya bakarken hayal ediyorum. Aşağılarda uzanan Boğaz manzarası ona yakışıyor, başının üstünden aralıklarla dökülen, konfetilerden daha güzel sonbahar yapraklarına seviniyor. Derin derin içine çekiyor denizin o eşsiz kokusunu. Yaslanıyor arkasına huzurla. Arkasında kim bilir ne zaman tepede terk edilmiş mavi bir Chevrolet otomobil. İçinde kırmızı fularlı, dalgalı kızıl saçlı Belkıs, Kandilli’nin en güzel kızı… Bir kartpostal İstanbul. Simler bulaşıyor bakanların yüreğine…
Söylemeyin Sait Faik’e. Sevda Tepesi’nin Özal zamanında Kral Abdullah’a satıldığını… Olur mu?