'Farklı bir tarih anlayışı ve anlatımı mümkün'
Selçuk ULU
ARTI GERÇEK - 12 Mart ve 12 Eylül darbe dönemleriyle 1994 sonrasında toplam 16 yıl cezaevi yatan Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) kurucularından H. Selim Açan’ın "Bitmedi daha…" isimli kitabı Sel Yayıncılık tarafından yayınlandı.
Kitap, geçmişin devrimci değer ve geleneklerini sahiplenişiyle olduğu kadar hata ve yanlışlarına özeleştirel yaklaşımıyla da benzerlerinden ayrılıyor. Akıcı, sade bir dile sahip olmasının yanı sıra açıksözlülüğü kitabın dikkat çeken bir başka yönü.
’68’den bu yana örgütlü devrimcilikte ısrar eden, 15 yaşında bir gençken başladığı 'sınıfsız-sömürüsüz bir dünya' mücadelesini 2002’den itibaren Avrupa’da sürgünde devam ettiren Açan’la kitabına dair konuştuk.
- Kitabınızın ismi "Bitmedi daha…", kapağında ise sıkılı sağ yumruk simge olarak kullanılmış. Öncelikle bunu sormak istiyorum. Bu kapak ne anlatıyor okura?
Kitabın adı gibi kapakta kullanılan simge de sosyalist dünya özleminin, geçmişin devrimci değer ve geleneklerinin, o özlem ve değerlerin ifadesi olan sembol ve sloganların geçerliliğini hâlâ koruduğunu vurgulamak istiyor. Bu yönüyle inkarcı-konjonktürel yaklaşımlara karşı bir duruşun ifadesi. Yalnız bu sahiplenme, geçmişin fetişleştirilmesi olarak da anlaşılmamalı. "Süreklilik içinde kopuş" çizgisinde onun aşılması gereken yönlerinin, anlayış ve alışkanlıklarının olmadığı anlamına da gelmiyor tabii ki.
"FARKLI BİR TARİH ANLAYIŞI VE ANLATIMININ MÜMKÜN OLDUĞU GÖRÜLSÜN İSTEDİM"
- Solcular açısından özellikle yenilgi dönemlerinde anı yazmak adeta bir salgın, iç boşaltma ve aynı zamanda bir moda olarak çıkıyor ortaya. Çoğunlukla ‘ununu elemiş, eleğini asmışların’ işi olarak da görülüyor. Siz yazdıklarınızı bunlar içerisinde nereye oturtuyorsunuz?
"Yaşadıklarını niye yazmıyorsun" sorusunu soranlara yıllardan beri "Daha emekliliğime çok var" diye yanıt verirdim. Türkiye toplumunda yazılı ve sözlü tarih geleneği zayıftır. Solda bu daha da zayıftır, daha doğrusu geçmişte zayıftı. Bunun belirleyici nedenini pratik faaliyetlerin yoğunluğu oluştururdu gerçi ama, her konuda olduğu gibi bu konuda da "İstemeden bir çam devirebilir, yanlış anlaşılabilirim" korkusunun da önemli bir payı vardı. Çünkü o zamanın devrimciliği, örgüte ve mücadeleye zarar vermekten ölümüne korkardı. Müslümanlardaki "günah" korkusu gibi bir korkuydu bu. Gerçi devrimci kadroları mekanikleştirip körleştiren olumsuz bir yanı da vardı bu korkunun fakat bugünün sınır-kural tanımayan bireyciliğini ve pervasızlığını gördükçe, onun kazandırdığı sorumluluk duygusunu sevgiyle anıyor ve arıyorum şahsen.
"Ununu eleyip, eleğini asmış" olanlara üzülürüm, "olmasaydı keşke" diye hayıflanırım, ne iken ne olduklarını unutmadıkları sürece de kınamam. Fakat bu kaçışı rasyonalize etmek için "anı" görünümü altında tarih çarpıtıcılığına soyunurlarsa iş değişir. Bu kitap bir bakıma da bu tür kişisel resmi tarih anlatılarına tepkinin bir sonucu. Ama onları muhatap alıp onlara yanıt verme ekseninde hareket etmek anlamında değil, tam tersine, onlar gibi olmamayı, onlar gibi bir görünüm vermemeyi esas almak anlamında bir etkilenme bu. Nasıl ki kitabın bütününde farklı bir ruh ve heyecanla yapılan bir devrimciliğin mümkün olduğunu anlatmayı amaçlamışsam, bu konuda da, farklı bir tarih anlayışı ve anlatımının mümkün olduğu görülsün istedim.
"1990'LARLA 2000'LER ARASINDA YAYINLANAN 'ANI' KİTAPLARININ NEREDEYSE HEPSİNİ OKUDUM"
- Kronolojik bir serimden ziyade yer yer daha yakın tarihlere de sıçrayan bir anlatım söz konusu. Bu anlatım tarzı bir ihtiyaçtan mı doğdu?
Bu kitap bir yönüyle yukarıda sözünü ettiğim türden "anı" kitaplarının toplamının yarattığı tepkinin bir ürünü. Türkiye solunda her ikisi de ağır yenilgilerin arkasından patlama yapan 1990’larla 2000’ler sonrasında yayınlanan "anı" kitaplarının neredeyse hepsini okudum. Eski TKP’lilerden İhmalyan’ın anıları kadar en azından samimi ve dürüst bulduklarım maalesef çok az. Yazanların ya da söyleşi yapılanların kendilerini "biricikleştirme" amacını taşıyan diğerleri ise, havasıyla- ruhuyla olduğu kadar biçimiyle-tarzıyla da neredeyse birbirinin kopyası. Yazmaktaki amaç bakımından olduğu kadar kurgu ve dil bakımından da bunlarla bir ilgimin olmadığını göstermek istedim. Bu aslında bilinçli bir kurgu ya da plan sonucu da olmadı. Kalemimi serbest bıraktığımda, daha güncel örneklemelerin de verilmesi gerektiğini hissettim ve kendimi sınırlamadım.
- Bugün "Gerçekçi ol, imkansızı iste" idealizmi alabildiğine zayıfladı. Siz daha eski kuşaklardan olmanıza rağmen hâlâ kaybetmediğiniz bu devrimci heyecanı neye borçlusunuz?
Örgütlü devrimciliğe ilk adımımı attığımda on beş yaşında bir çocuktum. O yönelim ne aniden gelen bir ilhamın sonucuydu ne de birilerinin aklımı çelmesi ya da sürüklemesi yüzünden oldu. Babanın kendisini sosyalist olarak tanımladığı, büyük ablanın ODTÜ FKF’nin ilk üyelerinden biri olduğu, yaşam tarzı ve sosyal çevresi itibarıyla hep emekçi kesimlerle iç içe yaşamış, bütün bireyleri siyasetle ilgili bir aile ortamında yetişmiş olmaktan, 1960’lı yılların havasını solumaya kadar bir çok etkenin toplam sonucuydu bu yönelim. Önceleri özellikle çocuklara ve yaşlılara, yoksul ve çaresiz insanların durumuna duyarlılık şeklinde bir hümanizm olarak kendini gösterirken, sonrasında Marksizmi inceleyip kavramaya dayalı bir komünist bilinç ve tarih kavrayışına evrildi. Yani ben bu yola ne birilerinin hatırına ne de arkamdan birileri ittirdiği için çıktım. İnsanlığın kurtuluşu, sömürünün, baskının, sınıfların olmadığı eşitlik ve özgürlük dünyasına ulaşmak yaşamımın tek amacı haline geldi. O dünyanın bir yönüyle çok uzağında olduğumuz halde, nesnel koşullarının insanlığı bekleyen tehlikelerin büyümesini de içerecek tarzda olağanüstü olgunlaşmış olması yönüyle tarihsel bakımdan çok yakınında olduğumuza göre, benim varoluş nedenim geçerliliğini koruyor demektir.
"İLK CİLTTE ELEŞTİRİ MODELİ OLARAK ÜÇ ERKEK VARDI, İKİNCİ CİLTTE ÜÇ KADINA MİNNETİMİ İFADE ETMEYE ÇALIŞACAĞIM"
- Kendinize ve TDH’nin gelişim sürecinde öne çıkan kişilere dair çarpıcı ve açıksözlü ifadeleriniz var. Bu bağlamda ikinci ciltte neler olacak?
Kişilere ve olaylara devrimci değerler odağından bakanlara açıksözlülük olarak görünen şey, özellikle eleştirilerin muhataplarına sekterlik, kibir, kadir bilmezlik vb. olarak görünür. Kitapta da anlatıyorum, devrimciliğe ilk adımlarımı atarken Engels ve Robespierre benim idollerimdi. Engels’i Marksizmin oluşumunda hatta Marx’ın Marx haline gelişindeki muazzam katkılarına rağmen kendisini "ikinci keman" olarak tanımlayan mütevazılığıyla, Robespierre’i ise kafasının kesileceğini bilse dahi doğru olarak bildiklerinden ve inandığı değerlerden taviz vermeyişiyle kendime örnek aldım. Kitaptaki eleştirel yaklaşımlar da bu düsturumun bir yansıması.
İkinci cilt konusunda şu an büyük bir problem yaşıyoruz. Yayınevi, o cildin en azından yurtdışında görüp yaşadıklarımızı da kapsaması eğilimindeydi. Fakat o zaman çok daha uzayacağı gerekçesiyle yurtdışına hangi koşullarda, neden ve nasıl çıktığımızı da anlatarak 2002’de kesmeyi önerdim. Ama bu hali bile ilk cilde nazaran basmayı zorlaştıracak denli hacimli oldu. Şu an edit aşamasında hangi bölümleri çıkararak nasıl kısaltacağımızı düşünüyoruz.
İkinci cilt,12 Eylül ve ’94 sonrası cezaevlerinde yaşadıklarımızdan içinde yer aldığım firar girişimlerine, TİKB olarak yaşadığımız ideolojik ve örgütsel krizlerin arka planlarına ışık tutmaktan TDH’nin ‘90’ların ortalarından itibaren yaşadığı karakter bozulması ve irtifa kaybına, 19 Aralık anlatımından F tiplerine karşı Ölüm Orucu Direnişi’nin fazla can kaybı olmadan somut bazı kazanımlarla bitmesi için yürüttüğüm girişimlerin bilinmeyen yönlerine kadar çeşitli konuları kapsıyor.
Bu arada şunu da belirteyim: Birinci ciltte asıl olarak TDH’deki yerleşik bazı anlayış ve alışkanlıkların eleştirisini yapmayı amaçladığım kişi modelleri olarak üç erkeği –Oğuzhan Müftüoğlu, Hacı Ilgar ve Aktan İnce- seçtim. İkinci ciltte ise bu kez üç kadın olacak. Beni zenginleştiren, bana kattıklarını ve öğrettiklerini asla unutamayacağım biri Kürt üç kadına olan minnetimi ifade etmeye çalışacağım.