Gizlenimler

Gizlenimler
Şeref Bilsel, Erhan İksamuk'un Ototrof yayınları etiketiyle çıkan 'Gizlenimler' adlı ikinci şiir kitabı üzerine yazdı.

Şeref BİLSEL


Artı Gerçek - İlk kitabı 'Harf Lekeleri' (2021) Şiir Atı'nın düzenlediği 'Seyhan Erözçelik ilk Kitap Şiir Ödülü' kapsamında ailesi tarafından konan Şair Sabri Önenoğlu Ödülü’ne değer görülmüştü. Gizlenimler ( Ototrof, 2022) Erhan İksamuk’un ikinci şiir kitabı. Geniş bir söyleyişe sahip. Bu ‘genişlik’le ne demiş oluyoruz?

Söyleyiş gayet sert, tanıklık bir isyana dönüşüyor dizeler arasında; anlam, diğer dizelere sarkarak, yığılarak ilerliyor. “o rüya bitti kemik ağrısıyla/ beni ölü kuzgunlar sarmalar/ eczalarından vazgeçerek/ kıyama uğramış gecenin gürültüsünde”

Sözcüklerle değil kelimelerle yazıyor, yani zamanı koklayıp gelmiş, yükünü tarihsel bir derinlikten alan kelimelerle. Geçmiş zamanın biriktirdikleri şimdi zaman üzerinden söz alıyor. Böylece dil bir iletişim aracı olmasının yanında ‘aktaran’ özelliğiyle de kendini görünür kılıyor. Sesin tokluğu biraz da bu geriye doğru bakıştan demleniyor.

Bu bakış geçtiği yerleri kayıt altına alırken değişik mekânlar, zamanlar, törenler, durumlar eşlik ediyor şaire “çocukluğu ve ihtiyarlığı geçerken/ düğün alaylarını ve mezar yerlerini geçerken/ kitaplar vardı kelimelerini güneş kadar cömertçe sunan/ kurguyu ve gerçekliği geçerken”

Tanımlar, tasvirler arasında hep bir açıklama isteği de kendini duyuruyor. Birinci tekil şahıs (ben) üzerinden açılan, sökülüp giden şiirlerin kendi üzerine kapanması, bir nutuk havası yaratma tehlikesi vardır her zaman, fakat İksamuk bu tehlikeli alana girmiyor, ilk fırsatta dışarıya açılıyor, toplumu akılda tutuyor. Kendi sesine yaslanarak bunu yapması değerli.

Olumsuzluk çağrıştıran sözcüklerin, şiirin ortasına düşmüş bir mesele etrafında vaziyet alması isyan duygusuyla buluşturuyor bizi. Sanki vaktiyle tüm sözlerin söyleyemediği, tüm gözlerin tam göremediği bir alanı, insanı, toplumu muhatap alıyor. Geniş zamanlı bir bakış var dizelerinde derken biraz da bunu ifade etmek istiyordum. Rimbaud, Rilke, Adonis’in de aralarında olduğu güçlü şairlere dizeler arasından indirilmiş selamlar da şiirlerdeki anlam katmanını kalınlaştırıyor.

Hemen bütün şiirlerinde sıçrayan, belli bir düzlem üzerinde akmayan ifadeler yoğunlukta. Bu durum şiirleri durağanlıktan kurtarıyor, çoğu zaman da gerçeküstü bir zemine doğru akıyor ifadeler. “kimseden söz açmıyor belirginliğim/ ağırlığı kavrayan duvar saydam, derinlik/ adonis’le başlayacak mevsim sesleri/ aldanışı bulacak şiirsel bütünlüğünde”

Bir gölgeli, bizi mazmunlara, sembollere gönderen atmosfer var “Gizlenimler”de. Şair kendi ‘kişisel’ dünyasından açılarak şiire sokulur çoğu zaman; fakat bizi çevreleyen/ çerçeveleyen, başkalarına dokunmayan, başkalarını söylediğimiz alana sokmayan ifadeler bu ‘kişisel’ dünyayı verimli olmaktan çıkartır. Ne demek istiyoruz bununla? Dünyadaki insan sayısınca aşk, yalnızlık, acı, hasret, ölüm duygusu ‘biçimi’ var.

Bu noktada yaşantılarımızdan kalan izler biriciktir ve çoğu zaman bu izleri tam olarak ortaya koymakta sorun yaşarız. Şiir de bu ‘sorunlu’ alan üzerinden ses verir. Sorunlu, perdeli, gölgeli alandır burası. Böylece- olması gerektiği gibi- şairin anlatmak istedikleriyle bizim anladıklarımız arasında bir mesafe doğar. Biz anladıklarımızla baş başa yahut göz göze kalırız. Şiirin okurda yazılmayı sürdürmesi biraz da bu gölgeli alan sayesindedir. Durduğumuz, dünyaya açıldığımız nokta (noktainazar), gördüklerimizi de inşa eder kuşkusuz. Şiirde de bunun karşılığı yok mu?

Bize gösterilenlerden ziyade gördüklerimizdir değerli olan. Gördüklerimizin içinde biz de varız çünkü “dolu tüfeğin öğretisinde ansızın parlayan sevinci/ ölümler hakkını verir beyaz ayetler içre delik deşik”der, başka bir yerde ise “ beni yazmak büyüttü” diyecektir.

Bizde, 2000’li yılların başından itibaren şiirde yeni arayışlar, yönelimler çoğaldı. Lirizmle, geleneksel şiir duyarlığıyla, deneyimle hesaplaşmaya girişenler oldu. Bu aralıkta deneysel bir alan oluştu. Birçok şair yeni görseller, efektler eşliğinde akustik bir ortam oluşturmaya çalıştı. Bütün bunlar dil üzerinden, doğal olarak sözcük tasarrufu üzerinden gelişti.

Tüm gürültüden (“Şiir, gürültüden müziğe geçmektir.” Can Yücel) geriye elimizde çok az ‘iyi’ örnek kaldı. Şimdi Erhan İksamuk şiirlerine bahsettiğim yönelimler eşliğinde bakınca bir ‘kişilik’ oluşturduğunu, çalkantılı iç yaşantısını kâğıda taşıyan ifadelerin imgeyi dışarda bırakmadığını görüyoruz.

Şiire, kendine ait bir sözdizimi taşıma çabası da öne çıkıyor, kendini geleneksel sese kaptırmıyor, çoğunlukla akıntıya karşı duruyor, geceyi, acıyı, yalnızlığı, ölümü ağırlamayı seviyor. Hayat memat (ölüm) arasında darlaşıp genişleyen bir şiirin peşinde. Ne diyordu yönetmen Tarkovski’nin şair ve çevirmen babası Arseni Tarkovski : “Şiir hiç de edebiyat değildir; bir yaşama ve ölme yöntemidir.”
Erhan İksamuk, "durdukça kendi kalmayı bilenlerin kavminden "

Öne Çıkanlar