Günlerin getirdiği
Perfect Days, seyirci nezdinde sulh sağlanabilecek filmlerden biri değil. Seveni tam sevecek, kızanı tam kızacak,orta yol bulunamayacak gibi. Wenders sevenler için ise yönetmenin yıllar sonra yaptığı en iyi işlerden biri olarak tarihe geçecek.
Açıkçası bir Wim Wenders filminin bu denli iştahla günlerce konuşulup üzerine analiz yapılacağını hiç düşünmezdim. Tüm sinema kariyeri boyunca bağımsız sularda dolaşan, her daim yeni bir sinema dilini arayan, deneysel olanla flört etmekten çekinmeyen Wenders son filmiyle uzun bir aradan sonra tüm projeksiyonu kendine tutmayı başardı.
Alman sinemacının Tokyo’da Hirayama (Koji Yokusho) adındaki bir tuvalet temizleyicisinin gündelik hayatını ve rutinlerini anlattığı Perfect Days (Mükemmel Günler) yayınlandığı ilk günden itibaren çengeline bir dolu tartışmayı da taktı. Filmin seveni kadar sevmeyeni de bir hayli fazla. Bir tarafta filmin minimal evrenine, azla yetinmenin kıymetini vurgulayan öğretisine tav olanlar, öte yanda Wenders’ın sınıf ve emek meselesine hiç değinmemesinden rahatsız olanlar ringin iki kenarına oturmuş durumdular. Bu iki görüşün ortasında ise Wenders sinemasına aşina olan, yönetmenin şiirsel hatta aşkın sinemasını seven seyirciler var.
Filmin belirli bir kesim üzerinde ‘Ferrarisini Satan Bilge’ etkisi yaptığını sağlamak mümkün. Maddiyattan arınmış, dünyevi olana mesafe koymuş bir karakterin bugünün dünyasında romantik bir karşılığı var hiç kuşkusuz. Dolayısıyla plaza hayatı kıskacında olanlar için Hirayama’nın ütopyası oldukça çekici. Filmin bu hissiyatının hızla metalaşması da ironik bu arada. Karakterin siluetinin yer aldığı bez çantalar, Yasujiro Ozu filmlerini hatırlatan mekânlarda yerde yemek yenilerek yapılan film gösterimi de kültür endüstrisi sinema ilişkisini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Film bu şekilde pazarlanınca, son yıllarda yaşamı ‘olumlama’, her şeye rağmen pozitif düşün gibi akımların çengeline takılıp, “Şekerim, böyle yaşamak lazım. Çalış, çalış nereye kadar” basitliğine inme tehlikesi yaratıyor. Diğer taraftan filme yönelik sınıf meselesi eksikliği eleştirileri de gayet tutarlı bana kalırsa. Tuvalet temizleyicisinin nostaljik şarkılar ve her daim hayatı kutsayan yaklaşımı öyle ya da böyle ekonomik krizinin derinleştiği çalışma koşullarının güvencesizleştiği bir dönemde Wenders'in ‘naif’ ütopyasını kaygan bir zemine oturtabiliyor ki “politik kamera” projeksiyonunu biraz tutsanız bile tüm bu eksikler ortaya dökülüyor.
Üst orta sınıf hayatına sırtını dönüp, tuvalet temizlemeye karar veren Hirayama’nın anlam arayışı ekonomi politik gerçekliğe yer yer yeniliyor. Eski şarkılar, analog dünyaya dair iştahı arttıracak kasetler, cep telefonsuz, internetsiz bir hayat… Boş zaman kavramanın bile lüks olduğu bir çağda gazı kaçmış bir nostalji gazozu hissi uyandırma tehlikesini yaşatıyor elbette. Geleceksizlik ve politik sinizm, sırtını nostaljiye dayayarak meşrulaştırıyor kendini. Bu saydıklarım filmin kültürel, politik temsil kuramlarıyla okununca hızla yakalanabilecek hususlar.
Filmin bu anlamda defoları oldukça şeffaf, her şey ortada. Wim Wenders’in sinemasına aşina olanlar onun doğrudan politik bir slogan peşinde koşmak yerine yola çıkmak, yersiz yurtsuzluk, kimliksizlik, özgür olmak, hayatın manasını bulmaya çalışmak ve zaman karşısındaki çaresizliğimiz gibi temaları işlediğini bilirler. Zaten yönetmen de filmle ilgili kendisine yöneltilen sınıf meselesi sorularına “Benim filmlerin tamamıyla eşit olduğu bir dünya varsayımıyla ortaya çıkar” yanıtını vermiş, tahmin edilebilir bir şekilde.
Peki, Wim Wenders’in filmle ilgili esas derdi ne olabilir? Alman sinemacı Perfect Days’de bir öykü anlatmaktan çok sıradanlığın büyüleyiciliğini sinematografla yakalayabileceği imgelerin peşine düşmüş. Nedir bunlar? Edebiyatın veya diğer görsel sanatların belki de tam olarak yanıt veremeyeceği sinemasal anlar… Yüzler, sesler, müzikler, yavaşlık, insanın yüzüne ansızın oturacak o kısa mutluluk anlarını yakalamaya çalışmış yönetmen bana kalırsa. Bunun için Hirayama’nın evrenini belgesel sinema anlatılarına yakınlaştırarak bol bol yakın plan ve omuzda kamera hareketlerini tercih etmiş. Net bir hikâye akışı olmayan filmini daha da yavaş bir ritme çekerek zaman, mekân ilişkisini sorgulamaya çalışmış. Örneğin Hirayama’nın her gün öğle arasında yemek yediği parkta çektiği ağaç fotoğrafları zaman geçişini yakalamak için inanılmaz bir deneyim sunuyor. Yakın zamanlarda okuduğum Richard Powers’ın Her Şeyin Hikâyesi adlı romanda bahçelerindeki Kestane ağacının binlerce fotoğrafını çeken bir aile anlatılıyordu. Fotoğraf karelerine sonradan bakıldığında dallar arasından sızan ışık, dalların değiştirdiği şekil zamanın geçişini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Wenders’in seküler bir rahip olarak tanımladığı Hirayama’nın yıllardır kutu kutu biriktirecek kadar çektiği ağaç fotoğrafı da onun zamanla kurduğu ilişkiyi ortaya seriyor. Film boyunca tekrar eden anlar, olaylar da iyi bir şarkının tekrarı gibi zaman algımızı yeniden şekillendiriyor bir anlamda.
Hirayama’nın etrafında dönüp durduğumuz film boyunca onun doğayla, insanlarla olan derin bağı, sevgisi, ufak olayların onda yarattığı mutluluk, şarkılar, bitkiler, etrafa hayranlıkla hatta iştahla bakması filmin Spinozacı bir tavırla insanda “yaşam kudretini arttıran” anlar geçidi oluyor sanki. Wenders’in de filmde aradığı şeyler bunlar bence. Wenders sloganik olmayan, günümüz ‘olumlama’ tarikatlarının dışında -çünkü mülkiyetten vazgeçebilmek öyle kolay değil- Ozu filmleri sadeliğinde bir dünya inşa etmiş daha doğrusu bir özgürlük üzerine bir deneyimi anlatmaya çalışmış. Bu deneyimi ortaya çıkaracak sinemasal deneyimin peşine düşmüş. Benzer bir denemeyi 1985 yılında çektiği Tokyo Ga filminde de aramıştı. Tokyo’nun giderek neon aydınlatmalı, yüksek kulelerle çevrili, kalabalık dünyasında kaybedilen otantikliği, biricikliği unutulmak üzere olan ritüeller, mezarlar ve Ozu filmleri içinde aramıştı. Hatta filmde karşılaştığı Herzog ona “Günümüz dünyasında saf bir imgeyi bulabilmenin imkansızlığından” şikâyet ediyordu. Benzer bir durum Chris Marker’ın Güneşsiz filminde de vardır. O da aynılaşan dünyada "banalliğin” peşinde bir Tokyo arayışındaydı; yani günümüzde artık var olmayan bir deneyimin peşindeydi. Her şeyin aynılaştığı, deneyimin kendisinin bile yapaylaştığı bir yüzyılda Wenders’in anlam arayışını Tokyo Ga’dan yıllar sonra Perfect Days’de devam etmiş bana kalırsa. Yine sorulara yanıt bulamamış ve artık bu yanıtsızlık ona sıkıntı vermiyor. Olgun bir tavırla durum kabullenilmiş.
Perfect Days; Wenders’in 1991 yılında yazdığı The Logic of Images’daki Filmlerimin zamanı konu alan, içinde yer alan şehirleri, manzaraları, nesneleri ve insanları yansıtmasını istiyorum.” sözünün bir uzantısı; Farklı türlere, denemelere girmekten çekinmeyen, filmleriyle hayatı, zamanı sorgulamaya çalışan, bunu en iyi sinematografiyle, kamerayla yapabileceği inancını taşıyan ve buradan kendine bir anlam haritası çıkarmaya çalışan bir yönetmenin yolculuğunun yeni patikası.
Perfect Days görünüşe göre seyirci nezdinde sulh sağlanabilecek filmlerden biri değil. Seveni tam sevecek, kızanı tam kızacak orta yol pek bulanmayacak gibi. Wenders sevenler içinse yönetmenin yıllar sonra yaptığı en iyi işlerden biri olarak tarihe geçecek kanımca.