Haftanın kitapları: Natalia Ginzburg'dan, Andrea Reitmeyer'e
Merve KÜÇÜKSARP
Artı Gerçek - Her hafta olduğu gibi bu haftanın yeni çıkanları listesinde de birbirinden özel eserler yer alıyor. Johann Hari’nin yeni kitabı Çalınan Dikkat geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Eser, aynı zamanda gazeteci olan Hari'nin dünyanın pek çok ülkesine yaptığı ziyaretler ve psikoloji üzerine itibarlı uzmanlar ile gerçekleştirdiği görüşmeler sonucunda kaleme aldığı bir eser.
Birçok farklı enstrüman da çalabilen hem ülkemizde hem de dünyada hatırı sayılır bir santur ustası olan Sedat Anar'ın bir müzisyenin anılarından beslenen Bir Müzisyenin Arayışı adlı eseri Everest Yayınları etiketiyle okura ulaştırıldı. Genç bir yazar ve şair olan A. Gülfem Özer'den Küpeli başlığını taşıyan lirik ve duygu dolu şiir kitabı, İthaki Yayınları etiketiyle okura sunuluyor.
Bu yılki Booker Kitap Ödülü ve Goldsmith ödüllerine aday olarak gösterilen, Desmond Elliot- Erken Başarı Ödülüne layık görülen Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, Maddie Mortimer’in ilk romanı özellikle okunması gereken bir eser olarak dikkatleri çekiyor.
Ayrıca Natalia Ginzburg'dan İşte Böyle oldu; Dominic Head'dan Modern Öykü-Teorik ve Pratik Bir Çalışma; Andrea Reitmeyer'den Denizleri Temizleyen Çevreci Fok; ve İlknur Özdemir çevirisiyle Max Frisch'in Doğu Almanya’daki siyasi ve toplumsal koşulları olağanüstü bir dikkatle içeriden gözlemlemiş olduğunu kanıtlayan önemli bir belge niteliğindeki Berlin Günlüğü'den gibi birbirinden özel eserler bu haftanın listesinde yer buluyor.
ÇALINAN DİKKAT: NEDEN ODAKLANAMIYORUZ
2019 yılında yayımlanan kitabı Kaybolan Bağlar ile geniş bir okur kitlesine ulaşan Johann Hari’nin yeni kitabı Çalınan Dikkat geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından yayımlandı.
Johann Hari, Britanyalı bir gazeteci yazar. Cambridge Üniversitesi’nde sosyal bilimler ve siyaset felsefesi üzerine eğitim aldı, mezun olduktan sonra New Statesman ve The Independent gibi kurumlarda çalıştı. Yazıları başta The Guardian, Le Monde, New York Times olmak üzere hatırı sayılır mecralarda yayımlanıyor. Dünyanın pek çok ülkesine seyahat ediyor, araştırmalar yaparak eserlerini kaleme alıyor. Nitekim Çalınan Dikkat onun dünyanın pek çok ülkesine yaptığı ziyaretler ve psikoloji üzerine itibarlı uzmanlar ile gerçekleştirdiği görüşmeler sonucunda kaleme aldığı bir eser…
Hari kitabında, günümüzde her birimizin mustarip olduğu dikkat eksiliğinin izini sürüyor. Bilhassa internet ve hız çağında, bunu ortaya çıkaran sebepleri ve kimi zaman ölümcül olabilen,-trafikteki dikkat eksikliğinin alkollü araba kullanmaktan bile daha tehlikeli olduğu malum- sonuçlarını irdeliyor. Öyle ki, Hari dikkatimizin dağınıklığı yüzünden hayatımızı ıskaladığımızı, taçlandırabileceğimiz zamanları bozuk para gibi harcadığımızı, okuduğumuz kitabın, izlediğimiz filmin, katıldığımız konserin hakkını dikkat dağınıklığından dolayı veremediğimizi, buna bugün en çok akıllı telefonların sebep olduğunu da gerçek örnekler üzerinden anlatıyor. Çağımızın mottosunun, “Yaşamayı denedim ama dikkatim dağıldı!” olabileceğini söylüyor.
Hari, Paris’te ziyaret ettiği bir sanat galerisinde Mona Lisa tablosunu görmeye gelen insanların davranışlarına dair yaptığı gözlemleri de savına delil olarak addediyor. Keza bu insanlar Mona Lisa’ya yakın olmak için birbirilerini itip kakıyor ancak ona gerçekten bakmıyorlardır. Tek amaçları maruf tablonun fotoğrafını çekmek ya da Mona Lisa ile birlikte “selfie” çektirmek, sonra da bunu sosyal medyada paylaşabilmektir. Bir sanat eseri karşısında o eserin derinliğine nüfuz edecek bir dikkati artık kimse göstermiyor gibidir.
Dikkat dağınıklığı sanatseverlerin yanı sıra sanatçıları da etkilemektedir. Sanatçıların yaratıcılığı, yoğunlaşamamaları sebebiyle her geçen gün törpülenir. Nitekim pek çok araştırma dikkat dağınıklığının, derinleşmeyi olumsuz yönde etkilediğini doğrular. O derinleşme ki yaratıcılığın ön koşuludur. Sanat eserlerinin yaratım süreçlerinde kişiden kişiye göre değişen çeşitli etkenler söz konusu olsa da, işin olmazsa olmazının sanatçıların eserlerini icra ederken gösterdikleri yoğun dikkat olduğu bugün hepimizin malumudur.
Hari’nin çalışmasında dikkat çektiği başka bir konu da, içinde bulunduğumuz bilgi çağında, neredeyse “yangın hortumuyla su içiyormuşçasına” hızlı ve tazyikli bir akışla bilgiye gark olmanın -dikkati dağıtmanın yanı sıra- insan zekasını tahrip etmesidir. İnternetten okunan bir yazı ile kitaptan okunan bir yazının zihinde farklı şekillerde algılandığı, internetten okumanın kişinin öğrenmesini yavaşlattığı ve okunan şeyin daha sonra hatırlanmasını zorlaştırdığı da Hari’nin elde ettiği bulgular arasında yer alıyor.
Hari yalnızca etrafındakilerin değil, kendisinin de dikkatsizliğinden, kitap okuma hızının düşmesinden ve bir konuya odaklanmak yerine elinin akıllı telefona gitmesinden şikayetçidir. Dikkat beceresini, akıllı telefonun ve internetin olmadığı, kaostan yalıtılmış bir yerde yeniden kazanacağını ummaktadır. Bu saikle elli bin kilometre uzaklığındaki bir sahil kasabasına yerleşir. Burada akıllı telefon ve internetten yoksun bir halde nasıl bir hayat deneyimlediğini, önceleri çektiği yoksunluğa, -adeta madde yoksunluğu gibidir bu çektiği, bir hayli sancılıdır- karşın dikkat beceresini nasıl gün be gün geri kazandığını, dikkat beceresiyle birlikte gelişen derinlik duygusunun kendisini nasıl doyurduğunu anlatır. Son kertede dikkat eksikliğinin bireysel ve kolektif hayatlarımızdaki etkilerine ve bununla nasıl baş etmemiz gerektiğine dair zihin açıcı bir kaynak yaratır.
Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz, Johann Hari, çev. Barış Engin Aksoy, sf.316, 2022
BİR MÜZİSYENİN ARAYIŞI
Sedat Anar, birçok farklı enstrüman çalabilen hem ülkemizde hem de dünyada hatırı sayılır bir santur ustası… Besteleri ve albümleri var. Doğu müziğini ve Doğu enstrümanlarını yakından tanımak için bir dönem İran’da bulunmuş, bilhassa santur isimli saz üzerine yoğunlaşmış. O santur ki, Hacettepe Tarih Bölümünde okuduğu bir sırada tanıştığı, etkisinde kaldığı ve büyüsüne kapılarak eğitimini yarıda bıraktığı bir saz.
Anar bir dönem sokak müzisyenliği de yapmış, şimdilerde ise hem yurtiçinde ve yurtdışında konserler veriyor. Yunus Emre, Mevlâna, Niyaz-i Mısri, Osman Kemali Baba, Şeyh Galib gibi Doğu edebiyatının ve divan geleneğinin maruf isimlerinin şiirlerine besteler yapıyor. Değişik sınıf ve zevkten dinleyicileri var. Yalnızca bir besteci değil aynı zamanda müzik üzerine okuyup yazan bir araştırmacı olmaya karar verdiği 2009 yılından itibaren de müzik ve müzik tarihi üzerine yazılar kaleme alıyor. Bunların büyük bir kısmını, Sokakname/Bir Sokak Müzisyeni’nin Kaleminden (2018), Santurname-Geçmişten Bugüne Santurun Hikayesi (2020), Osmanlı’dan Günümüze Sokak Müziği (2021) gibi eserlerle kitaplaştırmış. Geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlanan Bir Müzisyenin Anıları da onun müzik ile olan çocukluğuna dayanan serüveninden alıyor demini.
Sedat Anar, Bir Müzisyenin Arayışı isimli eserinde önce kendi hikayesini anlatıyor; santur ile tanışmasını, müziğe nasıl başladığını paylaşıyor okurlarıyla. “Ses, Sessizlik, Nefes Ve Müzik Üzerine Bir Deneme” isimli yazısında müziğe ve seslere ve dahi sessizliğe olan bakış açısını anlatırken, dünya tarihinden önemli söz ve müzik ustalarının hayat hikayelerine yer veriyor. İnsanlığın ses ve sessizlik kavramlarına yaklaşımını mercek altına alıyor.
Eserin takip eden kısımlarında ise Anar, müzik serüveni süresince şahit olduğu olayları, tanıştığı insanları, iz bırakan anılarını kaleme alıyor. Müzik dünyasında kiminin ismi asırlara uzanmış, kimininki ise gölgede kalmış değerli ustalara dair portrelere yer veriyor.
Bir Müzisyenin Arayışı, Sedat Anar, Everest Yayınları, sf. 143, 2022
MUHTEŞEM BEDENLERİMİZİN COĞRAFYASI
Bu yılki Booker Kitap Ödülü ve Goldsmith ödüllerine aday olarak gösterilen, Desmond Elliot- Erken Başarı Ödülüne layık görülen Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, Maddie Mortimer’in ilk romanı. Oldukça yenilikçi, adeta deneysel bir şekilde yazılmış eser, on dört yaşında annesini, geçirdiği kanser hastalığı yüzünden kaybeden Mortimer’ın hayatından otobiyografik öğeler taşıyor.
Romanın başkişisi Lia, genç bir annedir. Bir kaza sonucu hastaneye kaldırıldığında kazara kanser olduğunu öğrenir. Ne ki artık çok geç kalmış, kanser bütün vücuduna yayılmıştır. Lia, ölümün kendisine yaklaşmasıyla birlikte hayatını pek çok yönden sorgulamaya başlar. Hayat ve ölüm arasındaki girift ilişkiye ölmekte olan birinin gösteremeyeceği kadar mesafeyle derin bir düşünüş içinde gömülür. Geçirdiği zihinsel dönüşüm ilişkilerine de yansır. Bu bağlamda roman, Lia’nın etrafındaki kişilerle, bilhassa kızı, annesi ve kocası ile olan ilişkisinin değişimine de ayna tutar. Lia bu yeni dönemde başta annelik ve sevgi kavramı olmak üzere varoluşuna ilişkin pek çok meseleyi yeniden sorgular. Ölüm henüz onu fethetmediği halde bütün kalelerine girmiş, “muhteşem bedeninin coğrafyasına” yerleşmiştir bile. Nitekim romanda geçen şu cümle, Lia’nın anlatı boyunca içinde bulunduğu ruh durumunun özeti gibidir: “Ölümden daha kötü bir şey varsa, o da ölümün yaklaştığını bilmektir.”
Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, Maddie Mortimer, çev. Rabia Elif Özcan, Timaş Yayınları, sf. 416, 2022
İŞTE BÖYLE OLDU
Natalia Ginzburg (1916-1991), edebiyat dünyasına II. Dünya Savaşı’nın İtalya’sında çeşitli dergilerde yayımlanan yazıları ile adım attı, bunu dönemin hatırlı ödüllerine layık görülen öykü kitapları ve romanları takip etti.
Üslubuna dair, Italo Calvino’nun, “Onun izlediği akım, her şeye ayrıntılarıyla bakan, yaşamı bütün yönleriyle, insanı üstü kapalı bir sevgiyle anlatan, Maupassant’ı, Çehov’a bağlayan ve Mansfield’a uzanan yazı akımıdır,” dediği Ginzburg’un 1947 yılında kaleme aldığı romanı İşte Böyle Oldu, yayımlanmasının üzerinden yetmiş beş yıl geçtikten sonra Şemsa Gezgin’in çevirisiyle Can Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.
İşte Böyle Oldu, romanın başkişisinin bir pansiyonda kocasına silahla ateş etmesiyle başlıyor. Ancak anlatı kozasını, cinayet sonrasında kadının bir bankta umarsızca oturup geçmişi hatırlamasıyla örüyor. Kadın kahraman hatırlayışla birlikte kendisini o noktaya getiren hikayeyi anlatmaya başlıyor. Kendisinden yaşça büyük olan kocasıyla tanışması, ilişkiye girmesi, evlenmesi ve çocuk sahibi olması ile birlikte seyir alan hikayede bir müddet sonra kocasının ilgisizliği baş gösteriyor. Bunu kocasının başka bir kadınla ilişkiye girmesi sonucu başkarakterin yaşadığı mutsuzluk ve girdiği çıkmazlar takip ediyor.
Ginzburg, küçük bir burjuva ailesinin hikayesi ekseninde, bir kadının evlilik kurumu adı altında kendini nasıl sevgisiz bir evliliğe mecbur bıraktığını, evlilik kurumunun riyakarlıklarını psikolojik bir gerilimle tasvir ediyor. İşte Böyle Oldu, Natalia Ginzburg, çev. Şemsa Gezgin, Can Yayınları, sf. 104, 2022
KÜPELİ
Gülfem Özer, yazı ve şiirlerine çeşitli edebiyat mecralarında zaman zaman rastladığımız genç bir yazar, genç bir şair. 2018 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin İstanbul Konulu Hikaye Yarışmasında hazırladığı öykü dosyasıyla birinciliğe layık görüldü. Küpeli, onun ilk şiir kitabı.
Lisans eğitimini psikolojik danışmanlık üzerine tamamlandığından olsa gerek, Özer’in insan psikolojisine ve varoluşuna dair şiirlerindeki derinlik oldukça çarpıcı. Keza kitaba ismini veren Küpeli isimli şiirinde de bu derinlik hissediliyor:
“…
her gün, bir önceki günü kaybetmenin verdiği yas süreci
eşikleri doldurmaya yetiyor kayıpların bu yüzden
belki şımarıklık, doyumsuzluktan çok uzakta
belki bir filmde kapıyı çarpıp, esas adamın çıktığı sahne
yeşil yünden bir dağı hatırlatır sana
o dağ sen ona yürüdükçe ufalanan
o dağ katıksız ve yumuşak
ama kulağa küpe, bir dağı sırtlanamazsın
içinde ışıkları yanık çok ev tutamazsın
sakin ol, delirmeye yakın bile değilsin
o dinginlikten uzak ve
ışığını ayarlayamadığı tüm heba fotoğraflar
sakin olun, aklının en kavisli yeri size ayrıldı
bir gün sokağa, deliyim ve küpeliyim, oh ne olsun daha
diyerek çıkmanın hayali şimdilerde yalnızca beyaz sabunun
gözünü yakmasıyla geliyor aklına
her gün kulağına küpe, seanslarda çizilen çerçeveye
merhametin resmini sığdıramazsın
bağışla,
küpeliyim
ve ne yazık, delirmedim daha”
Küpeli, A. Gülfem Özer, İthaki Yayınları, sf. 72, 2022
DENİZLERİ TEMİZLEYEN ÇEVRECİ FOK
Küçük Fok, Kuzey Denizinde ailesiyle mutlu bir hayat sürmektedir. Zaman zaman kıyıya doğru yüzse de, kıyıda olanlardan, insanların sahillere ve denizlere yaptıklarından habersizdir.
Küçük Fok’un bu korunaklı hayatı, bir gün boz bir fokla tanışmasıyla değişmeye başlar. Boz fok, onu hiç bilmediği, insanların kirlettiği bir dünyanın kapısından içeriye sokar. Küçük Fok sahillerin gerçekte ne durumda olduğunu görünce çok üzülür. Doğayı kurtarmak için elinden geleni yapmaya karar verir ve boz fok ile birlikte bir serüvene atılırlar.
Acaba Küçük Fok doğayı kurtarmayı ve denizi eski haline dönüştürmeyi başarabilecek midir? Bu serüvende nelerle karşılaşacaktır?
Denizleri Temizleyen Çevreci Fok, Andrea Reıtmeyer, çev. Duygu Bolut, İş Bankası Kültür Yayınları, sf. 36, 2022
MODERN ÖYKÜ-TEORİK VE PRATİK BİR ÇALIŞMA
Dominic Head, İngiliz Edebiyatı üzerine çalışmaları olan, bu bağlamda Nottingham Üniversitesinde İngiliz Edebiyatı bölümünde Fahri Profesör unvanını ile dersler veren bir kuramcıdır. İngiliz Edebiyat tarihine ve edebiyat kuramına dair çalışmalarıyla bilinir. Modern Öykü-Teorik ve Pratik Bir Çalışma onun dilimize kazandırılan ilk eseridir.
Arzu Eylem’in çevirisini yaptığı, Notabene Yayınlarının okurlarla buluşturduğu, Modern Öykü-Teorik ve Pratik Bir Çalışma’da, Head, Batı Kanonudaki eserleri ele alan, kimi zaman putlaşmış yargıları, kimi zaman da dokunulmazlık zırhıyla tarihin içinde yer alan kuramcıları taşlıyor. Edebiyat eleştirisine yer yer postmodern bir yaklaşım getiriyor.
Kitapta modern öyküye dair öne sürdüğü düşünceler ile, başta Louis Althusser, Fredric Jameson, Mikhail Bakhtin, Terry Eagleton olmak üzere geçtiğimiz yüzyıla damga vuran eleştirmenlerden bayrağı devraldığını hissettiriyor.
Head, çalışmasında, James Joyce, Virginia Woolf, Katherine Mansfield, Wyndham Lewis ve Macolm Lowry’nin eserlerini de mercek altına alıyor. Bu yazarların eserlerinde kişisel ve toplumsal olanın yer yer nasıl etkileşim ya da karşıtlık oluşturduğunu gösteriyor.
Modern Öykü-Teorik ve Pratik Bir Çalışma, Dominic Head, çev. Arzu Eylem, Nota Bene Yayınları, sf. 247, 2022
BERLİN GÜNLÜĞÜ'NDEN
Her ne kadar roman ve öykü türünde eserleriyle tanınsa da, İsviçre doğumlu yazar Max Frisch (1921-1991) yetmiş yıllık ömrü boyunca çok sayıda hatırat da kaleme almıştır. Öyle ki, onun hatıralarına bakmadan, eserlerini okumak biraz eksik kalacak, yazar üzerinde anlamlı bir değerlendirme ancak biyografik öğeleri kurmacanın harcına katmakla mümkün olacaktır.
Frisch’in 1939 yılında II.Dünya Savaşı’nda topçu birliklerinde görev yaparken anı ve izlenimlerine dair birtakım notlar tutmasıyla başlayan günlüklerine Türkçede bir yenisi daha ekleniyor: Berlin Günlüğü’nden…Daha önce yazarın Günlükler 1946-49 ve Günlükler 1966-71 olarak yayımlanan eserlerinin devamı niteliğinde olan Berlin Günlüğü’nden İlknur Özdemir’in çevirisiyle şimdi Türkiyeli okurlarla buluşuyor.
-Arka kapaktan-
Max Frisch, 1973’te Berlin’de, Sarrazin Sokağı’nda yeni bir eve taşındığında yine günlük tutmaya başladı ve bu döneme ait beş defterden oluşan kayıtlara ‘Berlin Günlüğü’ adını verdi. Birkaç yıl sonraki bir röportajda, söz konusu günlüğün kesinlikle bir “müsvedde” değil, “üzerinde çalışılmış bir kitap” olduğunun altını çizdi. ‘Günlükler 1946-49’ ve ‘Günlükler 1966-71’ ciltleriyle peş peşe konumlanan bu defterlerde, yazarın gündelik yaşamından gözlemler, anlatılar, deneme türünde metinlerin yanı sıra Günter Grass, Uwe Johnson, Wolf Biermann ve Christa Wolf gibi yazarların özenle çizilmiş portreleri de yer alıyor. Berlin Günlüğü’nden aynı zamanda Batı Berlin sakini olan Frisch’in Doğu Almanya’daki siyasi ve toplumsal koşulları olağanüstü bir dikkatle içeriden gözlemlemiş olduğunu kanıtlayan önemli bir belge niteliği taşıyor.
Yazarın, ölümünün üzerinden yirmi yıl geçene kadar koyduğu yayım yasağı nedeniyle ilk kez 2014’te, özetlenerek yayımlanabilen Berlin Günlüğü’nden kitabında Frisch gerçekçi, sesi kuşku dolu, yalın üslubuyla dünyaya ve hayata eğlenerek, keskin bir gözle bakmayı sürdürüyor.
Berlin Günlüğü’nden, Max Frisch, çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, sf. 200, 2022