Hayko Bağdat yeni kitabını anlattı: 'Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?'

Hayko Bağdat yeni kitabını anlattı: 'Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?'
“Biz Ermeniler soykırımı tartışmıyoruz. Biz başımıza ne geldiğini zaten biliyoruz. Kitap sadece, soykırım geçmişi olan bir topluluğa yeniden ‘birinizin ölmesi gerekiyor’ denilmesinin yarattığı çelişkiyi ıskalamıyor”

Hale GÖNÜLTAŞ


ANKARA - Gazeteci-Yazar Hayko Bağdat’ın 'Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?' başlıklı romanı geçtiğimiz günlerde SRC yayınevinden yayımlandı. Roman, 1960’lı yıllarda Almanya’nın Köln kentinde Ermeni cemaatinde yaşanan gerçek bir hikâyeden esinleniyor. Trajikomik bir hikâyeyi mizahi bir üslupla
anlatan Bağdat, romanın ismine dair “Kitapçı gezerken raflarda ‘Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?’ isimli bir kitap görsem ‘tövbe tövbe, Allah korusun’ derim. Ama kitap soykırımdan bahsetmiyor. Biz Ermeniler soykırımı tartışmıyoruz. Biz başımıza ne geldiğini zaten biliyoruz. Kitap sadece, soykırım
geçmişi olan bir topluluğa yeniden ‘birinizin ölmesi gerekiyor’ denilmesinin yarattığı çelişkiyi ıskalamıyor”
diyor.

Hayko Bağdat “Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?” romanının ortaya çıkışı, yazım süreci ve yönetmen, senarist Barış Pirhasan ile hikâyenin senaryolaştırılmasına dair süreci anlattı.

Hikâyenin filizlenmesini anlatır mısın?

Romanı yazarken tarihsel bir gerçeklikten yola çıktım. 2015 yılında Almanya Köln Ermeni Kilisesi Hrant Dink’i anma töreni düzenleyecekti ve Türkiye’den de Hrant’ın dostlarının yanı sıra bir grup gazeteci, yazarı da davet etmişti. Ben de anma töreninin konuşmacıları arasındaydım. Anma töreni sonrası dönemin Köln Ermeni Kilisesi Başkanı Minu Nikpay ile sohbet etme imkânımız oldu. Çok ihtişamlı bir kilise görenler bilir. Kilisenin kuruluş hikayesini anlatırken, 1960 işçi göçü ile Köln’e gelmeye başlayan Ermeniler, Kilise edinilmesi ve Ermeni mezarlığına geldi konu. Roman da Minu’nun anlattığı gerçek bir hikâyeden oluştu. Çok trajikomik bir hikayeydi.

Nasıl bir hikâye?

Köln Ermenileri, 1960’lı yıllardan itibaren işçi göçü ile Türkiye’den gelen Ermenilerin sayısı arttıkça cemaate bir mezarlık tahsisi için başvuru yapılmasına karar veriyor. Fakat o yıllarda Türkiye’den Köln’e akın akın göç var. Köln Belediyesi’ne yapılan başvuru sonrası bürokratik işlemler tamamlanıyor. Fakat gelen evrakta, notlar bölümünde “Size mezarlık tahsis ettik. Fakat mezarlık için farklı azınlıklardan da başvuru var. Eğer Ermeniler bir yıl içinde mezarlığı kullanmazsa, mezar yerini başka bir azınlık grubuna
vereceğiz” diye yazıyor.

Yani bir diğer okuması da evrakta “Acilen bir Ermeni ölmesi lazım” deniliyor…

Tabii ki. Acilen bir Ermeni’nin ölmesi gerektiği krizi yaratılmış bir nevi. Aynı süreçte Ermeni cemaati kilise edinmeye çalışıyor. Katolik Kilisesi’nin kiralanması gündeme geliyor fakat bu da sıkıntı oluyor. Çünkü mezhep farklılığı var. Bizim kilisemizde kubbe olmalı mesela. Hikâyeyi dinlerken sinema filmi belirdi zihnimde. Berlin’de Fatih Akın, Levent Kazak, Barış Pirhasan, Önder Çakar, Ezel Akay ve Mustafa
Altıoklar gibi sinemacılar toplanıp projeler konuşuyorlardı. Ben de bu hikâyeyi anlattım. Hikâye yönetmen ve senarist arkadaşlara da çok sinematografik geldi. Barış Pirhasan bu fikre bayıldı. Beraberce hikâyeyi senaryolaştırmaya karar verdik.

Senaryolaştırma öncesi ve sonrasını anlatır mısın?

Senaryo yazımına başlamadan Barış abiyle Köln’e gittik. Ermeni Kilisesi ve mezarlığını ziyaret ettik. Ermeni Cemaati ile bir araya geldik. 1960 döneminden itibaren Almanya’ya gelenlerin tanıklıklarını dinledik. Bir nevi sözlü tarih çalışması denilebilir. Çok değerli bilgiler edindik. Gerçek hikâye
1995’lere kadar uzansa da biz 1960-1970 arası dönemi sevdik. Dönemin siyasal ve sosyal iklimini anlatan çok sayıda kitap inceledik, film seyrettik. Aylar süren çalışma sonunda senaryoyu tamamladık. Hikâye yapımcıların da çok ilgisini çekti. Önce Amerikalı yapımcılar ile çalıştık. Şimdi senaryomuz Almanya’da film yolculuğunu sürdürüyor. Senaryo bittikten sonra karakterlerle, o dünya ile fazlasıyla hemhal olmuştum. Hikâyeden de kopamadım ve romanlaştırmaya karar verdim.

⁠Kitap adı olarak da çok ilginç. Neden “Dün gece sizin evde hiç ölen oldu mu?”

Kitapçı gezerken raflarda “Dün Gece Sizin Evde Ölen Oldu mu?” başlıklı bir kitap görsem “tövbe tövbe, Allah korusun” derim. Bu anlamda ilginç. Kitap aslında soykırımdan bahsetmiyor. Biz Ermeniler soykırımı tartışmıyoruz. Biz başımıza ne geldiğini zaten biliyoruz. Kitap, soykırım geçmişi olan bir topluluğa yeniden “birinizin ölmesi gerekiyor” denilmesinin yarattığı çelişkiyi ıskalamıyor. Romanda Azad karakterimiz var. 1915’i yaşamış soykırımdan şans eseri kurtulmuş fakat ailesini soykırımda yitirmiş. Azad’ın 1915 ile ölüme yaklaşıp/uzaklaşması elbette travma yaratmış. Azad’ın ölüm travmasını, belediye görevlisinin söylediği “mezarlığın sizde kalması için bir Ermeninim ölmesi gerekiyor” şartını fazlasıyla tetikliyor. Çok ciddiye alıyor. Azad “Artık zaman daralıyor kimse de ölmedi” sorusunu zihninde dolaştırıyor ve artık mahallede insanların kolundan tutup “Dün gece sizin evde ölen oldu mu?” diye sormaya başlıyor. Yani kitaba ismini veren “Dün gece sizin evde ölen oldu mu?” aslında karakterimin bir cümlesi. Bir de şunu söylemeliyim. Bu kitabı yazarken William Saroyan sürekli hafızamdaydı. Saroyan’ın “Ödlekler Cesurdur” eserinde gerçek bir karakter vardır. 1915 sonrası Amerika’nın Fresno bölgesine göç eden Ermenilerin arasında yer alan bu karakterden esinlendim. Dolasıyla kitabın ismi hem benim hem de Barış Pirhasan’ın uzlaştığı bir isim oldu diyebilirim. William Saroyan’a da bin selam olsun.

Romanda bir Kaz karakteri var. Romanı okurken Kaz’ın hikayesi bana Nils ve Uçan Kaz çizgi filmini anımsattı…

Roman karakterlerini kurgularken Köln’de bir mahalle tasvir ettim. Azad dışında pek çok karakterimiz var. Tabii mahallede pek çok da Ermeni çocuk var. Bir çocuk karakterine de kendi ismimi verdim. Hayko 10-11 yaşlarında bir çocuk. Tabii mahallenin temel gündem konusu olan “Dün gece sizin evde ölen oldu mu?” sorusu diğer çocuklar gibi Hayko’yu da ilgilendiriyor. Düşünün ki çocuklar artık bu soruyu normal
karşılıyor. Hayko, kaos olarak niteleyebileceğim bir duruma dönüşen günlük yaşamda hiç kimseye denk gelmeyen, görünmeyen, ortaya çıkmayan bir kaz ile karşı karşıya kalıyor. Hayko da çocuk aklıyla “Ermenilerden birisi ölecek. Acaba çocuklar ölür mü? Ölürse, ben olabilir miyim?” diye düşünüyor. Kaz, sadece Hayko’nun karşısına çıkıyor ve öyle bir hayvanın varlığına kimse inanmıyor. Hayko da kimseciklere görünmeyen hayvancağazı Azrail olarak addedip “acaba beni mi almaya geldi” diye sürekli kovalıyor. Kaz Azrail miydi? Hayko’nun peşinde miydi? Artık bundan sonrasını okuyucularımızın keyifle
okuyacaklarına inanıyorum.

Roman farklı dillerde yayımlanacak mı?

Romanın hem film yolculuğunu, hem de başta Almanca ve Ermenice olmak üzere diğer dillere çevrilmesini merakla bekliyorum. Almanlar kendi yarattıkları bürokrasi ile dalga geçilmesini
seven insanlar. Alman bürokrasisi yüzünden Ermeni cemaatinde bir Ermeni vatandaşının ölmesi gerektiği ana gündem maddesi oluyor. Dolasıyla roman önce Almanca’ya çevrilmeli diye düşünüyorum. Bu arada söylemeden geçmek istemem, yazım sürecinde SRC yayınevinin desteğini hep hissettim. Şimdi yayınevi ile birlikte Almanca, İngilizce ve Ermenice tercümeler için uluslararası yayın kuruluşlarıyla bağlantılar kuracağız.

Öne Çıkanlar