İntikama giden yol: Blue Eye Samurai
Can ÖKTEMER
“İntikam volkan gibidir. Patlamak için doğru zamanı bekler. Doğru an geldi mi de dağdan taşan öfke her yeri yakar”
* Lui Kang, 1996 Mortal Kombat Turnuvası şampiyonu
Geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayımlanmaya başlayan Blue Eye Samurai animasyon serisi son zamanların en dikkat çeken işlerinin başında geliyor. 'Logan', 'Blade Runner 2049' gibi yapımların senaristlerinden Michael Green’in eşi Amber Noizumi’nin kaleme aldığı seri 16. Yüzyılda Japonya’nın Endo döneminde geçen bir intikam hikayesi.
Blue Eye Samurai, intikam yemini etmiş yakın dövüş ve kılıç kullanımında usta olan Mizu isimli, mavi gözlü melez bir savaşçının hikayesini anlatıyor. Mizu seri boyunca düşmanlarını cerrah titizliğinde parçalayıp, ikiye bölüp intikam yolculuğuna devam ediyor. Dizinin kâğıt üstünde klişe sayılabilecek bir hikâye akışı var. Hikâyeyi derinleştiren faktör ise Mizu’nun hikayesi oluyor.
16. yüzyılda tüm dünyaya kendisini kapatan, yabancı düşmanlığının tavan yaptığı Japonya’da kadın olduğunu ve melezliğini gizlemek zorunda kalan Mizu, bildik bir samuray öyküsüne sahip değil bu anlamda. Babası kayıplara karışmış, annesini kaybetmiş, melezliği nedeniyle küçüklüğünde herkes tarafından dışlanan Mizu, gözleri görmeyen bir demirci ustasının yanında yaşamaya başlıyor. Hattori Hanzo ve Yoda karışımı bir bilgeliğe sahip ustasından kılıç yapımını, dövüşmeyi öğreniyor. Yola çıkmak için doğru zaman geldiğinde ise kılıcını döverek hazır gele getiriyor. Sırada onu bu hale getiren meçhul babasını bulup intikamını almak var. Clint Eastwoodvari kovboy şapkası ve gözlükleriyle Mizu, köy köy dolaşıp düşmanlarını haklıyor. Bu bazen dev bir ordu oluyor bazen de yenilmez görünen samuraylar.
Kimlik olarak her anlamda dezevantajlı konumda olan Mizu amacına giden yol için anonimleşmek durumunda. O yüzden kendi varoluşunu silikleştirip, öfkesini diri tutmaya çalışıyor. Deşifre olacağı kimliği onun karşısına çıkabilecek yeni tehlikeler demek çünkü. ‘Melezlik’, ‘Beyazlık’, 16. Yüzyıl Japonyasında “canavarlık” imgesiyle eşdeğer bir özellik. Üstelik o dönem Japonya’da yerleşik ataerkil toplum olduğu düşünülürse Mizu’nun kadın olarak varlığı Samuray dünyasında kolaylıkla kabul edilebilecek bir durum değil. Dizinin yaratıcıları ve gerçek hayatta evli olan Amber Noizumi ve Micheal Green, hikâyenin çıkış noktasını kendilerinde bulmuş. Yarı Asyalı yarı ABD’li olan Amber Noizumi, kendi ikili kimliğinden yola çıkarak bu temayı homojen Japonya’ya uyarlasak nasıl olur diye düşünmüş ve Blue Eye Samurai böyle ortaya çıkmış.
SAMURAY YOLU
Samuray veya doğrudan karate filmleri de diyebiliriz Hollywood’un özellikle 1970’li yıllarda ilgilenmeye başladığı bir tür. Modernizm ve katı pozitivist dünya görüşünün zayıflamaya başladığı dönemlerde Doğu mistik olanla, onur, haysiyet ve Zen felsefesi gibi düşünce akımlarıyla Batı dünyasını etkilemişti. Öyle ki bu durum 1990’lı yıllarda New Age akımına dönüşecek bugünün dünyasında ise karikatür haline gelip derinliğini yitirecek. Modernliğin krize girdiği hatta çöküşünü yaşadığı şu tuhaf zamanlarda 'Blu Eye Samurai' gibi yapımlarla karşılaşmak ilginç oluyor haliyle.
Hollywood’un samuray merakı elbette hikayelerinin barındırdığı ahlak, onur, intikam gibi epik temalar olsa gerek. Ateşli silah kullanmayan tek başına kılıçla düşmanların karşısına çıkmaya cesareti olan Samuray kültürünün perdedeki karşılığı heybetli bir imgeydi hiç kuşkusuz. Blu Eye Samurai da benzer bir geleneği bugüne taşıyor. Ahlak, onur, erdem gibi kavramları karakterler gururla taşıyorlar. Eylemlerini ona göre belirliyorlar. Bu noktada mevzuyu kafa karışıklığı hale getiren ise Mizu oluyor. Neticede Mizu bir samuray değil. Onların değerlerini taşımıyor. Dolayısıyla eylemlerini ahlaki bir sınıra tabii tutmuş değil. Hayatın sillesini ufak yaşta yiyen, her yol ayrımında başka bir ihanetle karşılaşan Mizu’nun yolunda tek bir amacı var o da intikam almak. Karakterin bu tutumu onu çoğu zaman ikilemde bırakıyor.
Tom Cruise’un 'Son Samuray' filminde samuraylık, onur, ahlak, erdem gibi büyük kavramlar düşmanını ateşli silahlarla, pusu kurarak haklayan Batı dünyasına karşı romantize ediliyordu. Blu Eye Samurai’da ise bireyin tavrı ve olayların rasyonelize edilmesi daha önemli hale gelmiş. Kendini feda etme kültürü yerine hayatta kalmanın önemi tercih edilmiş görünüyor. Klasik Hollywood anlatılarında kahramanca hayatını arkadaşları için feda eden tiplemeler mitleştiriliyordu. Mizu ise sevdiği, saygı gösterdiği insanları hayatta tutmaya çalışıyor. Feda yerine yaşamaya devam etmek çok değerli bir erdem çünkü. Bu da böylesi anlatılar için ilginç bir dönüşüm. Gerçi karakterin ahlaki tercihi zaman zaman onun için handikapa dönüşüyor. Özellikle sadece kendi intikamı için aldığı kararlar felaket ve yıkıma dönüşebiliyor. İntikam almanın erdemi yerini utanca bırakabiliyor. Amaca giden yol kadar, eylemin olası neticelerini görebilmek de erdemli bir savaşçı olmanın yolu.
Bugün yaptıklarımız her zaman gelecekte yankılanır. Utançla lekelenmek yerine onurlu bir son her zaman daha önemlidir. Haksızlık, ihanet ve öfke insanı uç noktalara sürükleyebilir. Öfkenin yarattığı duygu bizi hep haklı mı kılar? Bu derin bir ahlaki tartışma elbette. Dizinin yaratıcılarının Mizu’nun sonsuz yolculuğundaki dönüşümleri ve değişimini bu anlamda iyi verdiğini söylemek mümkün.
Dizinin iki aks üzerinden ilerleyen bir hikayesi var. Birincisi Mizu’nun intikamı ve yol boyunca karşısına çıkan karakterlerle zenginleşen olay örgüsü. Diğer tarafta ise Japonya’nın modernleşmesi var. Geç modernlik tecrübesine sahip Japonya’nın “Yeni Dünya” ile teması, misyonerler, Batı’dan teknoloji satıp zengin olma hayalleri kuran tüccarlar ve adanın dağ gibi yerinde duran gelenekselliği...
Batı ile artan diyaloglar, ateşli silahların ülkeye gelmesi ve zamanın ruhunun adayı ele geçirmesi ufak ufak hissettiriliyor. Neticede biz geçmişten biliyoruz ki, ateşli silahların orduya hâkim olmasıyla birlikte samuray ve Shogun kültürü de tarihe karışacak. Senaristler bu noktada iki tarafa da mesafelerini koruyabilmişler. Doğu Batı dikotomisini (ikili karşıtlık) tarihçilere bırakmış görünüyorlar.
Tarihi, epik filmlerle sıkı bir diyalog içinde olan Blu Eye Samurai, estetik dövüş sahneleri, her biri kartpostal titizliğinde hazırlanmış; karlı, doğayla iç içe olan Japonya manzaralarıyla güçlü bir estetik dünya yaratmayı da başarıyor. Kill Bill referanslı, zaman zaman bilgisayar oyunlarına göz kırpan aksiyon sahneleri, derinlikli işlenmiş karakteriyle Blue Eye Samurai ayrımcılığa, ön yargılara, dışarıda bırakılmışlığa ve ihanete karşı epik bir baş kaldırı. Son olarak Emi Meyer’in For Whom The Bell Tolls Japonca yorumu da çok etkileyici.