Kayıp zamanın sularından geleceğin puslu kıtasına: 'Baumgartner'
Merve KÜÇÜKSARP
Yazar, şair ve çevirmen Paul Auster’ın The Guardian’a verdiği söyleşide “Yazdığım son şey olabilir,” dediği ‘Baumgartner’ isimli roman, Seçkin Selvi’nin çevirisi ile Can Yayınları tarafından yayımlandı. Auster, eserinde, yetmişli yaşların başında olan Sy Baumgartner isimli felsefe profesörünün ölümlülük ile olan imtihanını konu alıyor. Okurlarının diğer romanlarından aşina olduğu postmodern bir teknikten ziyade geleneksel anlatıya emsal oluşturan, olay örgüsü oldukça sade, buna rağmen düşünsel yapısı sayesinde keyifli bir okuma deneyimi yaşatan bir roman yaratıyor.
Roman Baumgartner’ın son iki senesini ele alıyor, hayata katılma çabaları ekseninde, yaşlılığın getirdiği kaygıların puslu atmosferinde örülüyor, hafızasında geçmişe doğru yolculuk yaparak zenginleşiyor. Zira Baumgartner’ın eşi Anna on sene önce boğularak ölmüş ve bu on sene içinde Baumgartner hayata katılmak ile yas tutup kenarında kalmak arasında arafta bir yaşam sürmüştür. Şimdi ise hafızasının kapıları ağzına kadar açılmış, okur tarafından keşfedilmeyi beklemektedir.
YAS VE ÖLÜMLÜLÜĞE DİRENİŞ
Hikaye aynı zamanda Princeton Üniversitesinde felsefe profesörü olan Baumgartner evinde yaşadığı bir dizi kaza ile açılır. Baumgartner elini ocakta yakar, temizlikçisinin kocasının testereyle iki parmağını kestiğini öğrenir, bu konu onu bir hayli etkiler. Ve sonrasında evine sayacı okumaya gelen Ed Papadopoulos'un yanında merdivenlerden yuvarlanır, dizinden yaralanır. Ed ona kırk yıllık bir dost gibi şefkat ve yardımseverlik gösterir, diziyle ilgilenir ve aralarında bir dostluk ihtimali doğar. Bu sırada Baumgartner hafızasında küçük bir geziye çıkar ve kaza sırasında çarptığı, Anna ile tanıştığı güne dair bir hatıra olan tava sayesinde geçmişi yeniden yakar, Anna ile tanıştıkları güne gider. 1968 yılına…
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var ki, Baumgartner’ın vefat etmiş eşi Anna Blume sıradan bir karakter değildir. Auster’ın “Son Şeyler Ülkesi’ isimli romanının anlatıcısıdır. Bu anlamda romanda otobiyografik öğelere yer veren Auster’ın diğer benliği gibidir. Zira Anna da bir şairdir, bununla birlikte otobiyografik düz yazıları da vardır. Ancak bunları gün yüzüne çıkarmamış, kendine saklamıştır. Anna için, Auster’ın zaman zaman içinde beliren ve mütereddit ruh hallerine kapılmasına yol açan, kendine güvensiz kuşkucu tarafını simgeleyen alter egosudur da diyebiliriz. Nitekim Auster şu sözlerle Anna’nın onun diğer benliğini temsil ettiğini ima eder:
“Baumgartner karısının bu davranışına çok şaşırdı, çünkü Anna başka her konuda hakkını yedirtmeyen, inandığı şeyler için sonuna kadar mücadele eden biriydi ve şiirlerinin iyi olduğunu da pekala biliyordu. Kuşku, tabii olur, umutsuz anlar, o da olur; ama hangi yazar ya da sanatçı özgüven ile kendini küçük görme arasında gidip gelmez? “
Baumgartner, Anna’nın yanı sıra kendi ailesi ve geçmişine dair kimi ayrıntıları da paylaşır. Geçmişin prangasıyla yürümekte adeta zorlanır. Dizi yüzünden yürümekte sıkıntı çekişi de, hem hayatta yürüyemeyişini hem de duygusal hayatındaki tökezlemeleri temsil eder. Yeni kitap üzerine çalışması veya başka uğraşlar bulması da hayata tutunması konusunda işe yaramaz. Hayat arzusunu körükleyecek başka bir şeye ihtiyaç duyar.
Geçmiş zaman metinde baskın olmasına rağmen yine de metnin, kayıp zamanın izinde ilerleyen bir yas güncesi olduğunu söyleyemeyiz, Baumgartner’ın ajandasında geçmişi yeniden ihya etmek, kendine yeni bir Anna bulmak yoktur; bambaşka bir gelecek, hayat yaratmak vardır. Bu bağlamda kendisinden yaşça Judith’le olan ölçülü ilişkisinde bu arzusunu hayata geçirmeye çalışır. Anlatıcı bu sözlerle de bu niyetini belirtir:
“Judith Anna değildi, onu evlenmeye ikna edebilirse onunla süreceği yaşam Anna’yla yaşamının bir de vamı değil, tamamen farklı ve yepyeni bir şey olacaktı, onun kadar uzun yaşamış biri daha ne isterdi ki? Yeniden başlama fırsatı. Yeniden şansını denemek, bundan sonra olacak iyi ve kötü şeylerin rüzgarına kapılıp gitme fırsatı.”
Ona evlenme teklifi eder ancak Judith, biraz da Sy’in kendisinden yaşça büyük oluşu ve kendisine bir gelecek vaat etmeyişinden ötürü bu teklifi olumlu yanıtlamaz, ikisinin yolları ayrılır ve Judith bir müddet sonra başkası ile evlenir.
Romanın geneline baktığımızda ise olay örgüsü sadedir, keza metinde Baumgartner'ın günlük yaşamında çok az şey vuku bulur, gününün en önemli olayları, postacının ziyaretleri ve Judith ile olan ilişkilerindeki dalgalanmalar olur. Asıl hareketli olan hafızasıdır. Orada olaylar yeniden yaşanır, ayrıntılarıyla tasvir edilir. Nitekim Anna ile tanıştıkları gün, detaylarıyla sanki yıllar sürüyormuş gibi yer tutar metinde. Bununla birlikte Auster Baumgartner’de oldukça derinlikli bir karakter yaratır ki, kahramanlaştırılmış karakter isimlerinin romana verildiği 19. Yüzyıl roman geleneğine gönderme yaparcasına romanın adını Baumgartner koyması biraz da karakterin bu derinliğinden ileri gelir.
Geleneksel romandan miras alınan birtakım yöntemlerin yanı sıra romanda tipik bir Auster üslubu diyebileceğimiz ve aynı zamanda postmodern bir tutum diye nitelendireceğimiz şey ise, Auster’ın Anna'nın yazılarını ve şiirlerini kullanarak üst kurmacaya yer vermesidir.
Kanserle mücadele eden Paul Auster, kendi hayatından kimi otobiyografik öğelere yer verdiği romanında, yetmişli yaşlarındaki bir adamın, duyduğu yas ve ölüm korkusuyla örülü bir hikaye ortaya koyuyor. Baumgartner’ın geçmişe dönüşleriyle, bazı varoluşsal hakikatlere direnişi ve anlam arayışı ile dokunaklı ve ustalıklı bir eser yaratıyor.