Kıvanç Sezer imzalı '8x8', 6 Eylül'de vizyonda: 'Sinema, kentlerin dönüşümüne tür filmleriyle tepki veriyor'
Deniz ÇAKMAK
İSTANBUL - Bir üçlemenin ilk filmi olarak çektiği 'Babamın Kanatları' ile 23. Adana Film Festivali'nden SİYAD "En İyi Film" ödülü dahil toplamda 7 ödülle dönen ve sinemadaki yolculuğuna beyaz yakalı bir çiftin, yaşadıkları krizle değişen dünyasına odaklanan "Küçük Şeyler" filmiyle devam eden Kıvanç Sezer, prömiyerini 43'üncü İstanbul Film Festivali'nde yapan yeni filmi '8x8'de yine ikili ilişkilere, bu kez gerilim türünde bir hikayeyle yakından bakıyor.
İlk filminden bu yana farklı türler ve duygular arasında gezinmeyi seven yönetmen, kendi deyimiyle "İçinden geçtiğimiz döneme dair küçük notlar bırakmak" için üretmeye devam ediyor.
Sezer'le Başka Sinema kapsamında 6 Eylül’de vizyona girecek olan 8x8'in açtığı patikadan, kendi sinemasının değişen kodlarını, tam da festivallerin arifesinde, sinemayla festivallerin "aşk- nefret ilişkisini" ve ufukta bizi bekleyen projelerini konuştuk.
'FİLMDEKİ İZOLAYSON VE YALNIZLIK PANDEMİNİN ETKİSİ'
Filmlerinizde kent mekanını paylaşanları çevreleyen maddi koşullar üzerinden insan ilişkilerine bakan anlatılar çok belirleyici. Fakat 8x8'de iki ana karakterinizi kentin dışında, izole bir yerde neredeyse bir fanusun içine alıyorsunuz. Mekanın rolüyle ilgili bu filmde neden böyle bir değişikliğe gittiniz?
Biraz pandeminin etkisi aslında o izolasyon ve yalnızlık. Ayrılık, gitmek, gidememek kavramları biraz bu filmde ön plana çıkıyor. Bir ilişkiden gidememek, bir ilişkiyi bitirememek, bir yerden gitmek isteyip gidememek gibi kavramlar ister istemez pandemi sırasında benim için öne çıkan kavramlar oldu. Tabii burada da tam olarak kent mekanı diyemesek de yine kent ilişkilerine, ikili ilişkilerdeki toksik hallere bakan bir hikaye var; o ilişkilerin, kişilerin birbirleri üzerindeki etkilerini anlatıyor. Bu aslında daha önceden kafamda olan muhtelif hikayelerden bir tanesiydi. Yani bu üç kişi arasında geçen mesele 8x8'de somutlaştı benim için. Dolayısıyla biraz "fanus" gibi olduğu tespitinize katılıyorum. Çünkü yazar olarak ben de kendimi fanus gibi bir şeyin içerisinde hissettim uzun süre. Hâlâ da hissediyorum aslında. Yani o fanusu kırabilecek miyiz göreceğiz.
'ARZUNUN FARKLI BİÇİMLERİ BU FİLMDE BİRAZ DAHA AÇIĞA ÇIKTI'
Bu filmde hakim olan arzu, tutku, takıntı, sanrı gibi durumlar üzerinden önceki filmlerinizdeki sınıf farklarına bakan, gerçekçi yapı kabuk değiştiriyor. Biraz daha insanın patetik hallerine baktığımız bir hikaye sanki bu.
Önceki filmlerdeki sınıfsallık aslında yine var. Ama karakterler bu kez biraz mola vermek, tatile çıkmak ve sanki bütün her şeyi geride bırakmak, son bir güzel zaman geçirmek ve ondan sonra yeni bir hayata başlamak istiyorlar.
Arzu konusuna gelirsek... Bence diğer filmlerde de arzu var ama bir sürü şeyle bastırılmış durumda. Burada onun biraz daha açığa çıktığını düşünüyorum. Arzunun farklı biçimleri; yani tensel olan cinsel olan ya da Eda karakterinde gördüğümüz gibi kendini gerçekleştirmeye dair olan... Ama elbette onlar da bir şekilde akamete uğruyor ve üç kişinin arasında bir şey dönüp duruyor. Böyle geçen bir gece üzerinden bir yer ve atmosfer yarattık diyebilirim.
'SİNEMA, KENTLERİN DÖNÜŞÜMÜNE TÜR FİLMLERİYLE TEPKİ VERİYOR'
1990'larda kentli sinema dediğimiz örnekler biraz da kentin tam merkezi ve burada görece daha "marjinalleştirilmiş" toplulukların hikayelerine odaklıydı ve "İşte bu İstanbul filmi, şu Ankara filmi..." diyebiliyorduk. Şimdi dünyada da kentli hikayelerin anlatıldığı sinema giderek o kentin neresi olduğunun bir öneminin kalmadığı; isimsiz ve işaretsiz yerlere dönüştü. Ve genellikle janra dediğimiz "tür sinemasına" yakınsıyorlar. Siz kendinizi hangi eğilime yakın hissediyorsunuz?
İki şey sordunuz aslında; bir tanesi dünya sineması üzerine öteki de dünyadaki kentlerin dönüşümüne dair. İkincisinden başlayayım. Kent konusunda benim düşüncem şu: Artık gerçekten spesifik bazı yerler var oranın İstanbul olduğunu imleyen, ama İstanbul'un çok büyük bir çoğunluğu, belki yüzde 90-95'i buralarda yaşamıyor, kentin uydusunda yaşıyor. "Babamın Kanatları" da "Küçük Şeyler" de aslında bu uydulardaki hikayeleri anlatıyor.
Bu filmin de aslında bir nevi çeperde ama daha kapalı devre, daha kendi içinde başlayıp biten bir örgüsü var. Yine de bu benim bir tespitim; mesela bugün bir deney yapsak ve bir insanın gözünü bağlayıp Türkiye'nin herhangi bir yerindeki caddesine koysak, sonra gözlerini açsa oranın tam olarak orası olduğunu anlamakta çok zorlanır. Ben mesela Bandırma'dan geldim. Bandırma'dan gelirken bir an "Burası Ardahan mı?" gibi bir şey geçti içimden. Halbuki Bandırma ile Ardahan ne kadar uzak yerler ama bir o kadar da aynılaşma var. Sinema da bu aynılaşmaya biraz janra (tür) anlatılarıyla tepki veriyor. Aslında bir form arayışı ve dünyanın birçok yerinde olduğu gibi burada beni de heyecanlandıran bir şey.
'BUNDAN SONRAKİ HİKAYEDE BİR KARA FİLM YAPMAK İSTİYORUM'
Sizin sinemanızda da bunun izlerini görmek mümkün
Evet. Ben de iyi janra (tür) filmlerini çok severim ve iyi bir janra filmi yapmayı da çok isterim çünkü sinema, oradaki kodlar üzerinden aslında başka bir şeyi tartışmaya açma imkanı sunuyor bize. Gerçekçi sinema ve gerçekçi bir anlatı elbette iyi yapıldığında her zaman için iyi olan bir şey, onun yeri baki ama komediden korkuya, polisiyeden gizem-gerilim türüne hatta animasyona kadar farklı denemeler, zanaatkarlık açısından bakıldığında da beni heyecanlandıran şeyler oluyor hep. Ben de biraz orasını kendi yaptığım işe yakın hissediyorum. Bundan sonraki hikayede bir kara film yapmak istiyorum mesela.
Bizde hâlâ biraz festivallere endeksli bir sinema yapma anlayışı olduğu için çok az yönetmen farklı türleri denemeye daha cesur yaklaşıyor. Çok büyük bir kısmı "ülke sineması" dediğimiz geleneğin, kanonun dışına çıkamıyor. Dünya festivalleri de sanki öyle bir Türkiye görmek istiyor. Belki oraya gönderilen filmlerle ilgili sinemacıların da böyle bir endişesi oluyordur.
Ben aslında kabaca şöyle bakıyorum: Yerli sinema veya uluslararası sinema fark etmez. Bir film iyiyse iyidir. Yani belli bir çıtanın üstündedir. Neyi nereden anlattığı ya da kurduğu meselesini filmlere özgü değerlendirme taraftarıyım. Yoksa kimsenin yapmaya çalıştığı işi, yürüdüğü yolu bir ajanda dahilinde olmakla suçlamanın ya da bir şeye oturtmakla yaftalamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Herkesin anlatmak istediği, anlatabildiği bir yer var. Şöyle bir gerçek var: Ben mesela şehirde doğdum ve farklı şehirlerde büyüdüm. Bir köy hikayesini orada doğup büyümüş biri kadar anlatamam ya da bir kasaba hikayesini o kadar iyi anlatamam. Oradaki insanın da güçlü kası orasıdır ve oradan bir şeyleri yakalamak ister. Benzer şeyler, farklı farklı yönetmenler için de geçerli.
'EZBERLERİ YIKACAK OLAN YİNE SİNEMACILAR'
Ama ben festivalcilik tarafında hâlâ Güney Amerika sineması, Hindistan sineması, Ortadoğu, Uzakdoğu gibi referansların geçerli olduğunu düşünüyorum. Bunlar belirli kodlar gibi. Dolayısıyla bir takım ezberler var ama zaten bu ezberleri yıkacak olan da filmciler. Yani bunları yıkacak işler yapıldıkça bu şekilde algılanmayacak.
"Sanki Her Şey Biraz Felaket" filmi bunun bir örneği. Çok tutarlı bir yerden küçük küçük bir hikayeyi anlatıyor ve bunu başarılı yapıyor; tamamen kentin içinde kalarak gençlerin o çıkışsızlığını böyle tatlı da bir dille anlatıyor. O tür şeyler çok fazla var. Hatta ben yıllar önce bir festivalde Gürcü bir yönetmenle konuşurken mesela "Çok ilginç siz bağımsız sinemada ne kadar çok komedi türünde film yapıyorsunuz bizde hiç yok" demişti. Gürcü yönetmenlerde de demek ki ülkesinin, Gürcistan'ın tarihsel durumunu anlatmak gibi bir endişe ön planda.
'ANA AKIM ÜRETİM HEYECAN VERİCİ OLMADIĞI İÇİN ELDE FESTİVALLER KALDI'
Burada bence asıl sorun işin festivallere sıkışmış olması. Çünkü günün sonunda bence filmler insanlar için yapıyor. Filmler üst düzey insanlar, alt düzey insanlar, festivale gidenler, entelektüel olanlar, çok kitap okumuş olan insanlar için değil bütün insanlar için yapılır. Dolayısıyla izleyici için yapılır. Yani festival için yapılmaz hiçbir film. Yapılmaması gerekir zaten yani işin doğası buna uygun değil. Ama festivaller, sinema genel olarak avm'lere ve böyle güdük tarzda bir ana akım üretim biçimine sıkıştığı için ve burada da heyecan verici şeyler çok az olduğu için öteki taraf şişiyor. Yani orası kalıyor elde daha doğrusu. Önemli olan şu: Ben bir hikaye anlatıyorum. Toplumun yüzde kaçı buraya kulak kabartıyor, yüzde kaçı bununla ilgileniyor? Yoksa günün sonunda sen ben bizim oğlan zaten aynı şeyleri düşünen insanlarız birbirimize aynı şeyin propagandası yapıyoruz gibi oluyor. Dolayısıyla ben janra sinemasının da bu anlamda seyircinin de ilgisini çekebilecek bir takım numaralarla anlatmak istediğimiz meseleyi katmanlandırmaya yaradığını düşünüyorum.
'ÜÇ KİŞİ, TEK MEKAN HİKAYESİ BİZE ÖZGÜRLÜK SAĞLADI'
Açtığınız yoldan devam edeyim öyleyse. Görece küçük bütçeli yapımların festivallere sıkışmış olması biraz da izleyiciyle buluşamama sorunu yani yıllardır süren dağıtım krizi meselesi değil mi? Festivallerin kendisi de buradan bakınca artık yönetmenlere alan açmak yerine onları dizayn eden yerlere dönüştü sanki. Sinemacılar bu sorunu aşmak için bir alternatif üretebilir mi?
Bu aslında üretime dair de bir mesele ve biz mesela bu filmde farklı bir şey denedik. Film çekme sürecine dair beni zorlayan aşamalardan bir tanesi filmi fonlama yani ona bütçe bulma kısmı. Bir sürü fona başvuruluyor, oradan gelen yanıta göre başka bir şey yapılıyor. Bakanlığa başvuruyorsunuz orası olmayınca sürece başlayamıyorsunuz. Bazen de birkaç yıl boyunca beklemeniz gerekiyor. Sonra zaten filmi çekiyorsunuz diyelim, festival bekliyorsunuz derken 4 - 5 yıl geçmiş oluyor insanın ömründen. Bizler sonuçta "en verimli" çağımızı buralarda heba ediyoruz.
Bizim bu filmde yaptığımız üç kişi ve tek mekan meselesi biraz da imece usulü; kameramız var, oyuncu var, mekan var, ben buradan bir film çıkartmaya çalışacağım düşüncesiyle bir özgürlük alanı sağladı bize. Senaryo yazıldıktan 1- 2 ay sonra sete girmiştik. Bu bireysel bir örnek tabii. Doğru bir yöntem diye söylemiyorum ama biraz da böyle alternatif yöntemler arıyor sinemacılar ve bir şekilde buluyor da. Dünyanın her yerinde böyle.
Türkiye'de de sonuçta sinema endüstrisi çok gelişkin, çok fazla kalifiye insan da var ama yine de o festival düşüncesinden, ödül düşüncesinden ya da vizyondaki gişe baskısından zihinsel olarak kurtularak özgür bir zihinle bu işi yapabilmek önemli. Bence özgün işler de biraz böyle koşullarda çıkıyor ya da en azından alternatiflerden birisi de bu olabilir diyelim.
Filme dönersek.. '8x8' filme gidecek seyirciye hiç ipucu vermiyor. Nereden geldi bu isim?
İlk başta sekizdi filmin ismi. Çünkü ilk başta 8 günde çekmek gibi bir niyetim vardı. Daha sonra senaryoyu yazdıkça toplam 64 sahneden ve 8 sekanstan oluşan şekilde yazdım. Her bir sekansta 8 sahne vardı. Dolayısıyla 8x8 yani sekize sekizlik bir şey oluştu ve filmdeki o satranç tahtasını da imliyor. Biraz da bu isim açıkçası benim tercihimdi. Yani bir şey söylemesin, biraz muğlak kalsın istedim. Seyirci o matematik hesabında kendini bulabilecek mi göreceğiz.
'ÖĞRENCİLER İÇİN ASKIDA BİLET UYGULAMASI BAŞLATTIK'
Film bu ay itibariyle vizyona giriyor. Gösterim takvimi nasıl olacak ve hangi şehirlerde görebilecek izleyiciler filmi?
Film, "Başka Sinema" kapsamında vizyona girecek. Ankara, İstanbul ve İzmir'de gösterilecek. Aynı zamanda başka şehirlerde de olacak. Şu anda salon ve seans bilgileri netleşmedi. Kadıköy Sineması'nda, Ankara Büyülü Fener'de, İstanbul Atlas'ta ve İzmir Karaca'da özel gösterimlerimiz oluyor. Buralara film ekibi olarak da katılım sağlayacağız ve gösterim ertesinde sohbet de edeceğiz.
Bir de askıda bilet uygulaması başlattık. O da aslında benim de üyesi olduğum Filmkoop (Film Kooperatifi) üzerinden yapılan bir çalışma. Filme öğrenciler için askıda bilet bırakma imkanınız var. İzmir Karaca, Ankara Büyülü Fener (Kızılay) ve Kadıköy Sineması'nda geçerli bu uygulama. Buralara bilet bırakıp gelmek isteyen öğrencilerin ücretsiz bir şekilde izlemesini sağlayabilirsiniz.
Hayat pahalı, her şey çok pahalı ve sinema bir lüks haline geldi. En azından öğrenciler açısından bu durumu aşabilecek küçük ölçekli de olsa bu tür bir yardımlaşma önemli.
Ufukta yeni bir film var mı?
Her şey istediğim gibi giderse senaryosunun üzerinde çalıştığım bir müteahhit hikayesi vardı üçlemenin son halkası olarak düşündüğüm, onu yapmak istiyorum bir sonraki proje olarak. Ama o biraz büyük bütçeli bir proje olacak, koşullarını sağlamak için uğraşıyorum. Biraz senaryo üzerinde dokunuşlar yapıyorum. Başka başka şeyler de var. Belki yine bunun gibi (8x8) bir film yazıp da seyircinin karşısına çıkabilirim, belli olmaz. (Gülüyor)