Kumbaracı50 ile geçen bazı yıllar
Aslı TOHUMCU
Yaştan mıdır, hayatın şerrinden ve derdinden midir, hafızam şaşıyor. Zaten alışık olmadığım sularda gezineceğim, o yüzden başlamadan kusurlarım için affola diyeyim!
Nereden ve nasıl haberdar oldum Kumbaracı50’den hatırlayamıyorum. Seyrettiğim ilk oyun herhalde Yiğit Sertdemir’in yazdığı ve Gülhan Kadim’le birlikte oynadığı “444”. İnsanların doktor randevularından sevgililerinin doğum günlerine kadar hatırlamak istedikleri her şeyi kaydettirdikleri merkezde işlerin karıştığı ve toplumun bütün belleğinin silindiği bir geceyi anlatır oyun. Çağrı merkezinin görevlileri işine gücüne bakan bir adamla, sisteme karşı hayli öfkeli bir kadındır. Bu kaotik gecede gerilimle mizah iç içe geçer. Daha hatırlanacak şeylerimiz böyle dağ gibi olup üzerimize yıkılmamıştır ve ben bu kadar yetenekli bir oyun yazarıyla karşılaşmaktan ziyadesiyle mutlu çıkarım tiyatrodan.
Tuhaf bir yerdir bu Kumbaracı50. “444”teki hımbıl adamın (Sertdemir’in) “Fail-i Müşterek” adlı tek kişilik oyunda bütün salon gülerken gözümün içine bakıp “Ne gülüyorsun?” diye beni ve benim üzerimden bütün seyirciyi haşlayıp, beş dakika geçmeden hepimizi ağlatabildiği bir yer. "Fail-i Müşterek", Türkiye'deki faili meçhul cinayetlere, askeri darbelere, kadına yönelik şiddete ve iktidara yönelik sözünü doksan dakika ağız dolusu söylemiş, biz sosyal medya eylemcilerinin o gün tiyatrodan başı önde çıkmasına neden olmuştur.
Bizi utandırsa da kürkçü dükkanıdır Kumbaracı50. Kuklalarla, masklarla ilk “Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi”nde mi karşılaştım acaba? Arada Tiyatro Tem’le de tanışıklığımız olmuştu aslında ya, neyse. “Alemin bir köşesinde, güneşin haftada bir gün doğduğu, gecenin hiç batmadığı, biri birine benzemez birbirine hiç benzemez ‘gösterenler’in dünyasına doğmuş iki karabahtlı kardeşin bitmeyen şen hikayesi”ni anlatan bu gösteride “Sizden bir bok olmaz!” der Sertdemir. Nadiren haklı bulduğumuz erkek bireylerden biridir.
Tuhaf bir yer dedim ya Kumbaracı50, tuhaf olan ben de olabilirim. “Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi”nde sıkılan manitama bir daha asla aynı gözle bakamadım. Cahille sohbeti kesmemiştim ama tiyatroya sadece aynı zamanda sıkı okur olan kadın arkadaşlarımla gitmeye de ondan sonra başladım. Tiyatro ayrı bir gönül ilişkisiydi benim için. Önüne gelenle yaşanacak duygu değildi.
Platonik olmasın diye ilişkim, epey zaman sonra romanlarımla kendimi gösterdim onlara. Onlar da bana karşı boş değildi, yaşasındı! Kenarından bir romanıma da girdiler, İstanbul’da dik bir yokuşun, Kumbaracı50 adında bir tiyatro kumpanyasının kuruluşuyla adeta şenlendiğine dair bir gazete haberiyle. Kumbaracı50 için bir oyun yazamamıştım daha ama olsun, onların bahsini etmiştim. Yavaş yavaştı bu işler dostum!
Bazen de yas eviydi Kumbaracı50, kalabalıklara sığamadığım ama yalnız da kalamadığım, karanlık bir kuyunun dibinde bir hayvan eşelendiğim dönemde sığındığım. Öyle bir gecede seyrettim ‘Tek Kullanımlık Hikaye’yi. Melih, Cevdet ve Orhan’ın, birlikte ve ayrı ayrı, çıldırayazmalarının hikayesiydi. Bireysel felaketlerinden günümüz felaketlerine uzandıkları. Melih, Cevdet ve Orhan’ın irili ufaklı kayıplarının, bu kayıpları göğüsleyişlerinin hikayesi…
Fişek gibiydiler sahnede, öyle bir unutmuştum ki gülmeyi, e annem ölmüştü, dile kolaydı, oyun boyunca o yüzden utana utana gülmüştüm. Melih’in annesinin ölümüyle tatlı tatlı çıldırdığına dair yorumuyla sanırım, ne seyrettiğimi idrak ettim. Cevdet’in Taksim’den annesinin köydeki mezarına kadar koşmak istediğini söylediği sahneyle neye uğradığımı saşırdım. Ben de İstanbul’daki evimden çıkıp Bursa’daki bir mezarlığa koşmayı çokça düşünüyordum o sıralar. Çıkışta Gülhan Kadim’in elimi tutup “Seni üzmedik umarım,” demesine cıvıldayarak karşılık verdim ama koşa koşa zor attım kendimi metroya. O yokuşu koşarak çıkacağımı söyleseler hayatta inanmazdım oysa. Ben ne seyrettim diye sordum kendime metroda, anne kaybı neyin metaforuydu arkadaş? Ben böyle metaforun! Kökleri açıkta kalmış yabani bir şey gibi sessizce ağladım durağıma kadar. Köklerini salacağı toprak bulamayan yabani bir şey gibi. Annesizliği tarif edebilmiştim en azından. Eh dedim, çocukken dizimi kanattığımda yarama üfleyen bir annem vardı, şimdi koştuğum, sığındığım tiyatrom var. Az şey mi! Murat Kapu’yu aynı anda hem muzip hem kederli bakabilen gözlerinden, buğulu sesinden, Meriç Rakalar’ı yaydığı tuhaf neşeden, ışığından, İsmail Sağır’ı şaşırtma gücünden, Volkan Çıkıntıoğlu’nu yazarlığından, 444’ten bu yana hayranlık beslediğim Gülhan Kadim’i de ince işçiliğinden öpe öpe, mahallede Mürvet Yenge namlı kokteylden içtim emeği geçenler için. Belki de bir terapiydi Kumbaracı50.
Oğuz Atay’ın dönüp dönüp okuduğum “Korkuyu Beklerken” kitabından üç öyküyü (Demiryolu Hikayecileri, Unutulan ve Beyaz Mantolu Ada) içeren Demiryolu Hikayecileri’nden çıktığımız gece miydi, karın şehrin tüm seslerini ve insanlarını yuttuğu gece? İstanbul’da hayatta kalan son iki insandık arkadaşımla. Kumbaracı Yokuşu’nu düşüp bir yerimizi kırmadan çıktıysak, tiyatro tanrılarının bizi esirgemesindendi. Annem ölmeden önce miydi, sonra mıydı bu?
Kızımın ilk tiyatro deneyimi dev bir prodüksiyonla olmuştu aslında ama sevdiceğimle tanışsın istiyordum. “Öteki Venedik Taciri”ne gittik beraber. Kumbaracı50’yi görücüye çıkarır gibi heyecanlıydım o gece. “Old school” bulsa da oyundan ve oyunculardan aşırı etkilenmesinden mutlu, yerden bir karış havada döndüm eve. Benim çocuğum diye demiyorum, bu çocukta iş vardı!
İsmail Sağır’ın Gaye Boraloğlu’nun hikayelerinden oyunlaştırdığı “Muamma”da Ayşegül Uraz, Gülhan Kadim ve Sinem Öcalır’la birlikte ben de bindim Sirkeci’den o trene. Edebiyatıma bir türlü istediğim kadar sokamadığım kahkahaya gıpta ederek çıktım oyundan, en çok buna gıpta ederek. İsmail Sağır da beni görmüş müydü! Ya da görür müydü!
Shakespeare uyarlaması “Biraz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası”sını seyrederken, Gülhan Kadim’i oyunun ortasında sırtıma atıp kaçırsam nasıl olur diye kıs kıs güldüm. Okur olarak Shakespeare’e dönüş yılıma denk gelen bu uyarlamanın ardından, neden olmasın dedim, az buçuk âşık oldum. Kumbaracı50’ninki kadar iyi bir ekip olamadık ama, yürümedi, çok geçmeden bitti.
Bazı oyunları iki tur seyrettiğim de oldu. Şair, silahşör ve aşık “Cyrano de Bergerac” bunlardan biriydi. İnişli çıkışlı bir iskelede, seyredenin ağzını açık bırakan kostümler, maskeler ve bir kukla grubuyla, şahane ekibiyle unutulmaz bir cümbüştü. Vay canınaydı!
Çok uzattım lafı. Kumbaracı50, 2 Kasım gecesi on beşinci yaşını kutladı. Bu kutlamada ben dahil beş yazara çok hoş bir doğum günü hediyesi verdi. Mine Söğüt, Figen Şakacı, Gaye Boralıoğlu, Ayşen Şahin ve benim yazdığımız, Beyoğlu’nda geçen hikayeler okundu. Murat Kapu ve Ayşegül Uraz’dan enfes İstanbul ve Beyoğlu şarkıları dinledik. Üstelik en sevdiklerimle. Hayatı isyan ve kahkahayla birlikte göğüslediğim bir avuç kadınla. Hep beraber eşlik etttik şarkılara, en çok da Murat Kapu’ya; Ferdi Özbeğen’in Gündüzüm Seninle’sini söylerken. Babam o gecenin yarısı 84 yaşına girdi. Böyle bir tiyatronun varlığına hayret ederek. Kızım az biraz meşhur olduğumu kabul etti.
O gece Kumbaracı Yokuşu’nu tırmanırken, sanatı yok etmeye ve susturmaya yemin etmiş bu ekonomik ve politik iklimde bir tiyatroyu 15 yıl yaşatmanın nasıl bir mücadele ve inat gerektirdiğini, Kumbaracı50 ailesinin bu mücadele ve inatla bize nasıl ilham verdiğini düşündüm. İnsan dediğin hayal kuracak, hayaline doğru inadına koşacak, hayal kurmayı bir an bile bırakmayacaktı. Bize bu mücadele alanını açtıkları ve korudukları için ne kadar teşekkür etsek az. Nice 15 yıllara madem Kumbaracı50!
Gelecek yıllarda da o iki kolonun yanında yöresinde nefes aldığımızı hissedeceğiz, sadece sahneyi değil koltukları dolduran tanışlarımız da artacak, fıtı fıtı ineceğiz o yokuşu, duruma göre koşa koşa ya da ağır aksak çıkacağız, belki doğrudan eve kaçacağız belki car car konuşacağız çıkışta. İnsan kalabilmek için seve seve yapacağız bunu! İyi ki var da tiyatro, iyi ki var da Kumbaracı50, bir parçamız insan kalabilecek.