Kuşaklararası Buluşma
Deniz DURUKAN
Artı Gerçek - “Mehmet Güreli ile Buluşmalar” çalışması birçok müzisyeni bir araya getirdi. Bu çalışmada Cem Adrian, Jehan Barbur, Doğan Duru, Batuhan Mutlugil, Pamela, İklim Tamkan& Senem Demircioğlu, Hande Mehan, Eda Baba, Melis Karaduman ve Ayça Özefe yer alıyor.
Bu albüm farklı seslerin buluşmasına, kaynaşmasına ve başka bir tanışmaya da olanak sağlıyor: Hem sahibinin sesini daha içerden duyarken hem de kültürel belleğin aktarılmasına aracı oluyor. Özellikle yeni kuşak için önemli bir buluşma bu. Dolayısıyla projenin en genç isimlerinden Melis Karaduman ve Ayça Özefe’yi bir kez daha Mehmet Güreli’yle buluşturduk. Kuşaklararası bir sohbete yelken açtık…
(Fotoğraf: Berkay Öktem)
“Mehmet Güreli İle Buluşmalar” albümü için bir araya geldiniz. Kuşaklararası bir buluşma da var bu albümde. Önce buradan başlayalım mı konuşmaya?
Mehmet Güreli: Kuşaklar arasında boşluk olan bir çağda yaşıyoruz. Gerçi bu her alanda böyle. Kimsenin haberi yok öncesinden, yaşadığı zamanın ilk olduğunu sanan bir kuşak var. Birbirimizi tanımadığımız bir dönemdeyiz. Gerçi seni tanıyoruz diyorlar ama kibarlıklarından. Bu buluşmalar kaynaşmayı sağlıyor. Yine de büyük bir kaynaşma değil bu. Elbette birbirimizi seviyoruz. Bunu daha da büyütebiliriz. Dediğim gibi, herkes kendi kulvarında.
Bu, dönemle ilgili. İletişim çağının olağanüstü olduğu bir yakınlaşma var aslında. Eskiden coğrafya kitaplarında okur, hayal ederdik, şimdi ekrandan izliyoruz. Bu muazzam fark yaratıyor. Arşivler her yerde, istediğini takip edebilirsin fakat takip eden yok. Çünkü merak duygusu kalmadı. Yeni kuşakla aramda müthiş bir ilişki olduğunu söyleyemem. Ama Melis ve Ayça’yı ayrı tutuyorum. Bana kızmıyorlar da. Ne kuşağı, baba da diyebilirler.
Tanışma dediniz ya, buluşmanın dışında aslında tanışmak çok daha derinlikli bir şey değil mi? Selamlaşıp geçmek değil bu.
M.G: Bilmekten söz ediyorum. Ben James Joyce’un zamanında yaşamadım ama Joyce’un hangi kafeye gittiğini, hangi kitapçıdan kitap aldığını biliyorum. Bu başka bir kültürel bağ. Asistanını tanıyorum, onun kitabını bulup okumuşum. Kızının kim olduğunu biliyorum. Bir yönetmenden söz ediyorsak, ben onun fotoğrafını çekmişimdir. Nasıl çekmişim sorma.
Onunla ilgili özel şeyler yapmışımdır, yazmışımdır. Şimdi de Türk sinemasının duayenleriyle ilgili film çekmek istiyorum. Bunu söylediğimde, birçoğu “o kim” diye soruyor. Amerikan üniversitelerinde anlatılan bir fıkra vardır: Bir gün bir yaşlı balık okyanusa açılacak, bakıyor karşıdan iki genç balık geliyor. Yaşlı balık gençlere su nasıl diye soruyor. Gençlerden biri, su ne diyor. Bu kadar.
Melis ve Ayça siz bu buluşmayla ilgili ne söylemek istersiniz? Mehmet Güreli’nin dediği gibi “bilmek” kavramından, geçmişle bağ kurup bugüne bağlanma meselesinden söz edelim mi?
Ayça Özefe: Günümüzde eskiyle bağ kurmak zor. Her şey çok hızlı. Bu çağa ayak uydurmaya çalışıyoruz. Mehmet Güreli dediğimiz zaman aklımıza onun belli başlı şarkıları geliyor ama bu kesinlikle onu tanıdığımız anlamına gelmiyor. Nasıl hayaller kurmuş, hangi aşamalardan geçmiş, bu noktada tabii eksik başladı benim tanışmam. Ancak bu buluşma gündeme geldiğinde daha da yakınlaşabilmek için araştırmaya başladım. O zaman eskiyle tam olarak bağ kuramadığımızı fark ettim.
Şarkıdan tanımak mümkün değil mi? Ya da şarkının duygusundan sana aktarılanlarla başka şekilde tanışmak?
AÖ: Aslında şarkıdan tanımak mümkün değil. Sözü, müziği, düzenlemesi, her şey müzisyene ait olsa da, belli bir noktada anlık duygular veya bir andan esinlenerek yazılan şarkılar oluyor. O anlık duygudan, yansımadan tanıyamazsınız.
Melis Karaduman: Ben bu buluşmadan önce tanışmış hissediyordum aslında. Büyüdüğüm müzisyenlerin arasında Mehmet Güreli de vardı. Özellikle evde annemin en çok dinlediği müzisyenlerden biriydi. Beraber çalıştığım Emre Karabulut zaten yirmi yıldır Mehmet Güreli’yle çalıyor. Onun sayesinde bu buluşmaya dahil oldum. Dolayısıyla Emre’den de bu tınıya aşinaydım. Mehmet Güreli’yle buluşmaya dahil olurken zaten tanıdık bir eve gidiyormuşum gibi hissettim.
MG: Çok güzel şeyler söylüyorsunuz. İnsan etkileniyor. Müzik zaten etkilenme aracı değil mi? Müzik olmasa ne yapardık, diye düşünüyorum. Nietzsche “müziksiz yaşam hatadır” diyor. O yüzden büyük bir laftır bu.
MK: Müziği dinleyip tanışmamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. En iyi tanışma yolu müzik. Ben oyum, yaptığım müzikteyim.
(Fotoğraf: Berkay Öktem)
Mehmet Güreli’nin dediği gibi okuduğunuz kitaplar, izini sürdüğünüz, bilmeye çalıştığınız yazarlar, yönetmenler, ressamlar, izlediğiniz filmler, yazdığınız şarkılarla beraber, ürettiğiniz her şey size dahil. Bütünün parçaları…
AÖ: Hepsi ayrı bir kanal. Ama melankolik tarafını müziğine yansıtırken, başka bir ruh halini de resme aktarabilirsin. Tanışmayla ilgili yukarıda söylemek istediğim buydu aslında. Bir şarkıdan o kişiyi tanıyabilirsin ama değişkenlik de olabilir.
Ayça, Mehmet Güreli buluşmalarında yorumladığın “Küçük Serçe ve Aşk” şarkısından yola çıkarak sormak istiyorum: “Biz yeni bir yerde miyiz”?
AÖ: Bu sözleri günümüze taşıdığımızda biz valla inanılmaz bir dönemdeyiz. İnanılmaz bir yenilik, duyguların, düşüncelerin çok hızlı aktığı, akışta kalamadığımız, ilgimizin, sevgimizin, aşkımızın sürekli dağıldığı bir dönemdeyiz. Sanki bir aşkı unutmuşuz diyor ya şarkıda, aşk nedir? Şu dönemde var mıdır yok mudur? Bence yoktur. Eskiden daha değerli olduğunu, daha doğru ve net şekilde aktarıldığını düşünüyorum.
Bugün şarkılarda aşk anlatılıyor ama edebi yönünü sanki kaybetmiş bir şekilde aktarılıyor. Farklı bir yerdeyiz. O noktada eskiyle bir araya gelmek belli noktada geçmişi günümüze taşıyabilmek, aktarmanın gerekliliğini anlatmak gerek.
Sen de yazdığın şarkılarda aşktan söz ediyorsun ama aşkın öznesi sadece karşındaki kişi değil. Aşk yok dediğin için belki de. Aşk arayış, kaybetme, ama daha çok bir kurtuluş arzusunu da işaret ediyor.
AÖ: Yeni yaşam biçiminin bizi sürüklediği duygusuzluk ve değersizlik hissinden kaçış bu. Sözünü ettiğim sevginin içinde birçok şey var. Sadece kişi odaklı değil. Genel bir sevgiden söz ediyorum. Bunun içinde doğa da olabilir, hayvanlar da... Ama bu, sevgi kavramının değersizleştirilmesine, senin için önemli olan şeyin kaybolmasına neden oluyor. O duygulardan kaçma, o güzel şeyleri muhafaza etme çabası da kurtuluş benim için.
MG: Ayça çok güzel anlattı. Sevgi o kadar geniş bir hikâye ki, bir adam veya bir kadın var, sana yüz vermiyor, denecek kadar basit bir şey değil. Bunu böyle anlayanların acısını, bu basitliği yaşıyor dünya. Bütün meseleyi kendisine yapılan bir şey zannediyor. Onun ötesinde Ayça harika bir aşk tarifi yaptı. Benim için de aşk gözükmeyen şeylerin toplamı belki de.
Kolay mı şarkısındaki “seninle birlikteyiz” sözünde, senin içindeki birçok “senin” birlikteliği var. Tam da o toplamdan söz ediyorsunuz sanırım.
MG: Öyle. Hemen beş dakikada çözümlenecek bir şey değil aşk. Ama öyle sanılıyor. Geçenlerde böcekler üzerine bir kitap okuyordum. Kafası kesilen böcekler üzerine yapılan bir araştırma da vardı kitapta. Kafası kesilse de böceğin yaşadığı gözlemlenmiş. Çünkü yaşam sinir uçlarına yayılmış. Dolayısıyla kestiğini sandığın şeyin devam ettiğini görüyorsun.
Aşkın da nerede başlayıp nerede biteceğini tayin edecek durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Ayça’nın söylediğiyle birleştirdiğimizde, bir cümle kuruyorsak arkasında çok daha fazlası var. Galiba derinlerde dolaştığın zaman insanların anlamamasını anlamaya başlıyorsun. Ben de karıncalarla ilgili bir hikaye yazmıştım. Karıncaları çok tanımıyordum. Böceklerle ilgili kitabı o yüzden okudum.
Bir botanikçiyle tanışmıştım. Yeni bir böcek türü bulunduğu zaman onu bulan o böcek bilimcinin adı veriliyor böceğe, literatüre giriyor ismi. Böcek bilimcilerin farklı tutkuları var, bir şeyi bulma ihtiyacı bu. Normal bir insanda yok. Müzisyenlerde bile yok. Ben yeni bir şey arayacağım diye çıkmıyorum yola. Güzeli arıyorum. Benim derdim başka, onunki başka.
Sizin ilgilendiğiniz çok fazla alan var.
MG: Çok şeyle uğraşıyor gibi görünmemin nedeni aslında çok şeyle uğraşmam. Bilmediğim şeylerle de uğraşıyorum. Bu sadece mesleki bir şey değil. Sadece müzik, sinema, edebiyat, felsefe, resim değil, bunların hayatlarıyla da ilgilendiğinde bambaşka şeyler çıkıyor ortaya. Birine bakıyorsun, arkasından felsefe çıkıyor, din çıkıyor veya korkunç bir baba, şahane bir anne ya da onu anlamamış, yenilmiş bir kadın veya erkek çıkıyor. Ve bunlar bir bütün. Sanatçılar, farklı düşünenler bunları açığa çıkarmaya çalışıyor. Anlam kazandırmaya çalışıyoruz. Belki de anlam yok.
'ŞİMDİ BAŞKA BİR SES DAHA VAR'
O halde Melis, Güreli’yle söylediğiniz “Kolay mı” şarkısında geçtiği gibi, “insanları seslere yollamak kolay mı?” diye sorsam.
MK: Belki bu sözler yazıldığında başka bir hissiyatla, anlamla yazıldı. Zamana göre cevaplar, anlamlar değişebiliyor. Ben bu soruyu başka yerden sordum kendime. Herkesin bir fikri ve her kafanın bir sesi var. İnsanları seslere yollayabilirsin ama hangi sese gideceğini bilmek ya da hangi sese katılacağına karar vermek en zoru.
MG: Bu şarkının sözlerini Görkem Yeltan yazdı. Ben müzik yazıyorum, o notlar alıyor. Bugün insanları seslere yollamak başka bir anlam taşıyor. Yaşadığımız dünyada “seslere yollamak” ifadesi yeni bir deyim oldu. Bu şarkıyla ilgili söylemiyorum. Melis’in söylediği beni tetikledi. Aslında duyulmayan bir ses değil, arkadan gelen bir ses var, oraya seni biri yolluyor.
Biz eskiden belirli bir sese bağlı kalıyorduk. Şimdi başka bir ses daha var. Hayatın hiç bilmediğiniz bir tarafından, yeraltından gelen. İnsan başka boyutlara da varıyor. Vücudumuzun her hücresinde hissettiğimiz şu facia kadar yaşadığımız az olay var dünyada. Dünya çok kötü bir yere geldi demiyorum aslında. Sesi yollama ve orada yaşama, kurtarma biçimleri değişti.
MK: Bir dönüşüm yaşıyoruz sürekli. Şu anda senin yazdığın söz başka yere hitap ediyor. Ve o ses de bir değişim, dönüşüm geçiriyor. Anlamlanıyor başka bir şekilde. İlk soruya dönersek, evet Ayça, böyle düşününce haklısın. Galiba müzikle birbirini tanımanın o kadar kolay olmadığı fikrine yakın durabilirim.
Melis senin şarkılarında Ayça’nın şarkılarında da olduğu gibi karanlık bir atmosfer var. Gerçeklik ve yüzleşme senin meselelerinden biri. O halde şarkında geçtiği gibi “kimse duracağı yeri bilmiyor mu?” Ya da senin durduğun gerçeklik hangisi?
M.K: Genelde şarkılarımda karanlık yönümü göstermeyi seviyorum. Dışarıya yansıttığım daha çok, tatlı, neşeli kız. İçerdeki gerçeklik farklı. Orada daha melankolik biri var. Bu melankoli, sadece benim özelimle ilgili değil, dünyanın içinde bulunduğu karanlık da bana yansıyor. Birbiriyle bütünleşiyor. Yüzleşmeye gelirsek, şarkılarımın çoğunda bir yüzleşme var ama en açık şekilde burada anlatıyorum. Kalbimin kırıldığı bir dönemdi. İşin açıkçası, insanları görme şeklimle, aslında olan şeylerin aynı olmadığını fark ettim.
AÖ: İnanılmaz derecede katılıyorum buna. İnsanları görme şeklimle olan şeyin aynı olmaması dedin ya, aslında bu masumiyet! Masumiyet penceresinden ayrılıp görmeye başladığında değişiyor.
MK: Kesinlikle öyle. Ama oradan ayrılmak gerekiyor muydu, oradan ayrılmayı tercih eder miydim, ondan emin değilim. Galiba ayrılmamak gerekirdi.
Ayça sen de “Olmuyor Bak Artık” adlı şarkında “hiçbir şey güzel değil” diyorsun. Eskisi gibi olmayan ne?
A.Ö: Orada hiçbir şey güzel değil, olmuyor bak derken…
M.G: Benim şarkılarımı zorla söylüyor bunlar. Bak iki dark side gelmiş yanıma…
A.Ö: Hayır, öyle yansıtmıyoruz aslında. Gün içinde yaşarken evet mutluyuz belki ama içimizde başka bir taraf da var, o da görülsün diyoruz.
M.K: Şarkılar en gerçek tarafı anlatıyor, derken bunu söylüyorum. Benim en gerçek tarafım şarkılar.
A.Ö: Anlayan kişi için sorun yok. Ama diğeri için durum farklı. Seni dinliyor, çok depresif buluyor. Dışarıdaki haline bakıyor, öyle değil. O zaman şarkıdaki gerçek değil mi, yoksa içine mi atıyor gibi düşüncelere kapılabiliyor dinleyici.
Ayça, “Yıkılmam Asla” şarkında on dokuz yaşındaki duygunu anlatıyorsun, hayatın başında olduğundan gardını da almaya çalışıyorsun. Melis, sen de “Yanar” adlı şarkında “cebimde var otuz liram, kayıp geleceğimize içelim bu akşam” diyorsun. İkinizde de gelecek endişesi, aydınlık arzusu var. Genç kuşak müzisyenlerin bu ortak söyleminden konuşalım mı? Ve tabii sizin Mehmet Güreli, nasıl kaygılarınız var?
MG: Bende kaygı yok. Çalışma, üretme ve hayal gücümü sonuna kadar götürme arzusu var. İki cümlede bitti. Ama böyle parasız kızlara da çok acıyorum.
MK: Bu şarkı benim için Türkiye’de genç olmaktır. Ben ne zaman kendim için bir şey yapmaya, kendimi ileriye taşımaya çalışsam, beni geriye çekecek koşullarla burun buruna geliyorum. Bununla sürekli cebelleşmenin getirisi de böyle şarkılar oluyor. Bunları aşmadan, bunları düşünmeden özgürce şarkı yapamıyorsun. Böyle olmamalı.
AÖ: Şarkımda yıkılmam asla diyor…
MG: Üçüncü şahıs mı söylüyor?
AÖ: Evet, öyle söylemek istedim.
MG: Niye “diyorum” demiyorsun? Kendinden üçüncü tekil şahıs gibi bahsediyorsun. Eskiden böyle şeyler yoktu… Bu ghost song writer demek gibi. Tamam burada her şeyi yaşatınız bana, sonuna kadar götürün.
AÖ: Düşüncelerinle tek başınasın, on dokuz yaşındasın ve seni kimse anlamıyormuş gibi bir durum var. Ne kadar tek başına olsan da bunu değiştirebilecek güce sahip olan da sensin. Benim gibi düşünen ne kadar çok insan olursa, bu düzeni değiştirme şansımız o kadar artabilir. Karşımdaki kişiye de bu güce sahip çıkabilme önerisi sunuyor bu şarkı.
Umudu konuşmak gerek. Mesela Mehmet Güreli bu konuda ilaç gibi geliyor bana. Her şey çok kötü giderken onu aradığımda, bana tutunacağımız şeyleri gösteriyor.
MG: Tutunmak için materyallerimiz var. Tutunmak zorundayız. Ukraynalı olsaydım, oradan çıkıp buraya gelseydim, burada da taş taş üstüne kalmadığını görecektim. Bir farkı var mı? Savaşı insanlar çıkarıyor bunu da doğa yapıyor. Ama insanın verdiği yıkım doğadan kat be kat fazla. Akıl eksikliği bu. Merak eksikliği, aç gözlülük de diyebilirsin buna.
Dünyada bu kötülükler hep oldu. Kendimizi bir gün, bir saat bile ayakta tutabilmemiz için ayrı bir çaba harcamamız gerek. Bir şey yapmamız gerekiyor. Mesela çok acı çekmiş insanların hayatlarıyla büyüdüm. Korkunç şeyler dinledim. Edgar Alan Poe’nun bir sözü var: “Korkunç şeyler görmekten korkmuyorum, ya görülecek bir şey kalmazsa, ondan korkuyorum” diyor. Bu cümleyi ben on beş yaşındayken okumuştum. Rilke de “bütün mesele dayanabilmekte” diyor. Dayanabilmek vurgusunda, sorunla nasıl baş ettiğin, nasıl önlem aldığın öne çıkıyor.
Dört Köşeli Üçgen filmini çekerken çekim dışardaydı, yağmur yağıyordu, param yoktu, ayakkabımın altı delikti, şiddetli bir böbrek ağrım vardı, kimseye söz etmedim çekimler bitene kadar. Sonra elime bir ara para geçti, ilk işim sağlam ayakkabı almak oldu. Mesela boynumda hep atkı var, tek bademciğim var, sesimi korumak zorundayım, o yüzden hiç çıkarmam. Yani önlem almak gerek. Herkes bu kadar kendini korusa birbirine zarar vermeyecek.
Ben sizin şarkılarınızın geneline baktığımda doğanın önemli bir mekân olduğunu görüyorum. Ve yalnızlık, sessizlik de, her şeyi dinleme olarak yansıyor şarkılarınıza. Doğa ve müzik ilişkisinden bahsedebilir miyiz?
MG: Ben kent insanıyım. Aslında doğadan uzaktayım. Denizi görmem için Fındıklı’ya inmem gerekiyor. Köylerde insanlar yalnız değil. Herkes birbirini tanır. İnsanlar kente geldiğinde yalnızlıkla tanışıyor. Kente geldiğinde sen Melis’sin, seni kimse tanımıyor. Adımların değişiyor, giysilerin, hayata bakışın değişiyor. Barınma faaliyetin bile değişiyor. Dönüşüyorsun. İlerleme de böyle bir şey.
Evet, kentin de hafızası var şarkılarınızda. Aklıma Vapurlar geldi, bu belgeselden ve onun melodisinden konuşsak...
MG: Vapurlar belgeselini yapmadan önce fikrim Büyükada belgeseliydi, ama param olmayınca aşağıya iner vapurları çekerim dedim. Daha pratik geldi. İskeleye indiğimde sesleri dinliyordum. Vapurlara bakarken saksafon sesleri geliyordu kulağıma. Vapurların birbirleriyle konuşmasını hayal ediyor, bunun bacalar vasıtasıyla olabileceğini düşünüyordum. Onları sadece vapur olarak görmüyordum, birbiriyle buluşan sevgililerdi ve bunun gibi hikâyeler yazmıştım. Sonra Ayşe Tütüncü elimdeki notaları görünce, Tahsin Ünüvar’a verdi bunu. Saksafonu o çaldı.
Salah Birsel’in Dört Köşeli Üçgen kitabını filme çektiniz. Gözlemci bir adamın hikâyesi, kentin sokakları ve dinamiğiyle beraber ele alınıyor. Gözleyen, gözetlenen ve doğru- yanlış sorgulamasıyla ilerleyen, politik mesajı da olan bir film. Ben bu filmi izlerken sizi de gözetliyormuşum gibi hissettim. Size dair birçok ayrıntıyı da gördüm. Birçok bağ, bileşen var burada. Filmin bu anlamda çokça açılımı var.
MG: Beni gözetlediğini bilmiyordum. Bana söyleyecek bir söz bırakmadın. Gözledim ama beklediğim gibi çıkmadın da diyebilirdin Deniz. İnsan kendinden uzak bir şey yapmamalı. Hatta istemediği hiçbir şeyi yapmamalı. Ondan alacağın negatif etki seni hayatın boyunca takip eder. Zaman içinde sende yaralar açar. O yüzden yapacağın işi iki kere düşünmek gerek. iyi bakmak gerekiyor. Çalışmak dediğim şey bu. Çalışmak bir yaşam biçimi. Bunu bütün olarak ele alıyorum.
Yola çıkma meselesi de sizin için önemli. Aynı zamanda yaptığınız her şey yolculuk olarak da değerlendirilebilir. Orhan Hançerlioğlu’nun dediği gibi, yol bir davranış biçimi midir?
MG: Sen gidişlerimi biliyorsun ama dönüşlerimi bilmiyorsun. Yol derin bir mesele. Yol kısaysa uyunmaz, der Çin atasözü. Yolculuk da aslında bir fenomen. Bazı insanlar bir yerde kalmayı seçiyorlar, bazıları da hiçbir yerde kalmamayı. Hiçbir yerde kalmayanlar yola çıkıyor. Nereye gidecekleri hiç önemli değil, yolculuğun kendisi önemli. Onların yaşam biçimi bu. Aynı zamanda buna kendilerinden kaçış da denilebilir. O yüzden yolun nerede başlayıp nerede biteceğini söylemek, onu hafife almak olur. Uzun bir meseledir yol. (KÜLTÜR SANAT)