Kuşku ile inanç arasında mütereddit bir yazar: John Fowles
Merve KÜÇÜKSARP
İngiliz romancı, hikayeci, şair ve deneme yazarı John Fowles’un (1926-2005) otobiyografik bir anlatı olarak kaleme aldığı ‘Günce’nin ilk cildi Süha Sertabiboğlu’nun çevirisi ile Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı.
Fowles, 1945-1965 yılları arasını ele aldığı eserinde kendi yaşamının gençlik dönemini, ailesi ile yollarını ayırıp kendi hayatını inşa edişini, yazarlığa adım atışını, yazarlıkta kadem alışını ve kimi aşk hikayelerini anlatıyor. Eserin arka planında ise savaş yorgunu İngiltere yer alıyor.
John Fowles, İngiliz edebiyatının hatırı sayılır yazarlarının başında gelir. Eserleri tüm dünyada çeşitli dillere çevriliyor, çok sayıda okur ile buluşuyor. Mit ve gizemi gerçekçilik ve varoluşçu düşünce ile harmanlayarak eserlerinin harcına katan Fowles’un ‘Koleksiyoncu’, ‘Aristos-Yaşam Üzerine Notlar’, ‘Büyücü’, ‘Fransız Teğmenin Kadını’, ‘Abanoz Kule’, ‘Mantissa’, ‘Yaratık’, ‘Zaman Tüneli’ isimli kitapları dilimize kazandırılan eserlerindendir.
İki ciltten oluşan günlüklerinin bu ilk cildinde anlatı 1949 yılında başlar. Fowles o sırada 24 yaşındadır, Oxford’da bulunan New Collage’da Fransızca okuyordur ve son sınıftadır. Fowles günlüklerin başında savaş sonrası İngiltere portresini anlatırken, bir yandan da ailesinin ve yaşadıkları kasabanın tekdüze oluşuna dair duyduğu varoluşsal sıkıntıyı da dile getirir. Nitekim bir gün yaşadığı hayata daha fazla katlanamaz ve evden uzağa, Yunanistan’a gider. Spetsai isimli adada bir İngiliz okulunda İngilizce öğretmeni olarak çalışır. Burada yaşadıkları onu entelektüel anlamda olgunlaştırır ve daha sonra yazacağı ‘Büyücü’ isimli romanının nüvesini oluşturur.
Fowles, daha sonra Kuzey Londra’da yaşamaya başlar ve yazın hayatına adım atışı bu dönemde olur. Bu yılları edebi beğeni kazanmak için mücadele halinde geçirir. Sık sık sanatı besleyen kaynaklar ve yaratıcı deha hakkında düşünür. Batı kanonunun namlı yazarlarını mercek altına alır ve kendi yeteneğinin sınırlarını belirlemeye çalışır. 18 Kasım 1954’te yazdığı şu satırlar buna misaldir:
“İki türlü yazar var: Bir tarzda deha sahibi olanlar; Moliere, Racine, Dostoyevski, Mansfield ve sadece evrensel bir akla sahip olanlar ile kendilerini en iyi ifade etme yolu olarak yazılı sözcüğü bulanlar; Gide, Goethe, D.H.Lawrence; yani akılla yazanlar ve dehayla yazanlar. Ben akılla yazan biriyim…”
Fowles sanat üzerine düşündüğü gibi, iyi bir yazar olmak için de çabalar. Onu edebi şöhrete kavuşturan romanı ‘Koleksiyoncu’dan önce yazıp yayımlat(a)madığı çok sayıda eser kaleme alır. Büyük bir şevkle ve hiç durmadan metinler ortaya çıkarır. Oldukça yaratıcı ve üretkendir ancak o yıllarda kimse tarafından takdir edilmemektedir. Anılarında bu dönemin onun için tahammülfersa olduğunu anlatır. Zira henüz okurlar tarafından onanmadığından olsa gerek, kimi zaman yazarlık yeteneği açısından kuşkuludur. Buna rağmen kimi zaman da kendine güveni oldukça yüksektir. Bu iki ruh haleti arasında oldukça yalpalar ki, edebiyat tarihine iz bırakan yazarların anılarını okuduğumuzda onların da aynı dertten mustarip olduğunu, yazma eyleminin ekseriyetle kuşku ile inanç arasındaki yarıkta filizlendiğini görürüz. Fowles’un anılarında da bu konu bir hayli yer tutar.
“Berbat bir gün; karanlık içeriye doldu. Yazdıklarım hakkında kuşku; derin, her şeye sinen bir kuşku. Uyum ve inceliğe doğru yaptığım, işkence derecesinde yavaş ilerleme; sözcüklerin gerek anlamsal gerek fonetik yönden sürekli yanlış kullanımı. Vasatın üzerinde bir şeyler başarma çabası boşa gitmiş, beyhude sanki. (..) Yazmak konusunda hiçbir rahatlığım, yeteneğim yok. Neredeyse hep iradeyle gerçekleşen bir eylem bu…”
Yirmi dokuzuncu yaş gününe tekabül eden 1953 yılında ise Fowles yine hayal kırıklıkları ve öfke ile isyan etmektedir:
“Yaşlanma; uğursuz bir yaş, yirmi dokuzuncu doğum günü. Yirmili yaşlarımın kumları akıp gidiyor ve hala başarılan bir şey yok, çözülen bir şey yok, hiçbir rahatlama umudu yok. Yunanistan kitabını yeniden yazıyorum ve nihayet, bunun biraz basılmaya değer olduğu kanısındayım artık. Ama cilası eksik, konudan sapıyor, tekrarlar var (...)
Türkiye işi suya düştü. Pek fazla dert ettiğim yok. Kapanan bir kapı daha; kendimle mücadele devam etmek zorundayım. Gayet eminim ki, önemli olan da bu, kendini fethetmek, kendini keşfetmek.”
Ne var ki, bu kaygılar 38 yaşındayken Fowles yazdığı ‘Koleksiyoncu’ romanı ile arzuladığı başarıyı elde ettiğinde de tümüyle kesilmez. Fowles’u artık takip eden başka kaygılar vardır. Zira artık sahip olduğu başarının yazma becerisini etkileyip etkilemeyeceği, şöhretin ışıltısının dikkatini cezbedip cezbedemeyeceği de önemlidir. Evet, şöhret hayatını değiştirir, Fowles enikonu tanınan ve para kazanan bir yazar olur ama yazmaktan ve sahip olduğu üslup arayışından asla yılmaz. Koleksiyoncu’yu diğer romanları takip eder.
Fowles edebi hezeyanlarının yanı sıra aşk ve cinsel deneyimlerinden de sıkça bahseder günlüklerinde. Keza arkadaşının eşi Elizabeth’e duyduğu aşk ve sonrasında onunla yaşadığı, evlilikle nihayetlenen ilişkisi de Fowles’un dünyasını meşgul eden konuların arasında yer alır. Bilhassa bu evlilikle birlikte Elizabeth’in kızı Anna’ya ne olacağı sorunu ortaya çıkar. Fowles anılarında bu evliliği ve Elizabeth’i istediğini, ne var ki Anna’yı istemediğini dile getirir. Elizabeth ile ilişkileri, Fowles’un diğer kadınlarla olan kaçamaklarına rağmen devam eder. Bu ilişki sırasında yaşadıkları kimi zaman romanlarına ilham verir.
“Oxford”, “Fransa’da Bir Yıl”, “Bir Ada ve Yunanistan”, “Uzak Prenses”, “Elizabeth”, “İngiltere’ye Dönüş”, “Londra’da Evli Bir Yaşam”, “Çocuksuzluk”, “Parnassos’a Tırmanış”, “Lyme’a Kaçış” isimli on bölümden oluşan ‘Günce: Birinci Cilt 1945-1965’, Fowles’un edebi hırsını, varoluşsal sıkıntılarını, şöhret yolunda yaşadığı ikircikli ruh hallerini, sanatsal evrimini, üslup açısından duyduğu kaygıyı anlatmanın yanı sıra özel hayatında yaşadığı çıkmazları, kimi zaman bencilliklerini, dostluklarını, edebiyat ve kadınlar harici tutkularını da tüm açıklığıyla dile getiriyor.