Mario Levi’nin ardından: 'Benim en derin vatanım Türkçedir'

Mario Levi’nin ardından: 'Benim en derin vatanım Türkçedir'
Hafıza meselesi, Levi’nin İstanbul’unu, Türkçesini, edebiyatını şekillendirdi. Dilin, mekânın ve yaşamın ona verdiği duygulanımlar ortaya ortak bir hafıza çıkarır ve bu durum zamanla hem onu hem de edebiyatını biçimlendirir.

Abdullah EZİK


Mario Levi, bugün (31 Ocak Çarşamba) aramızdan ayrıldı. Kendi sesini bulabilmiş, anlattıkları, resmettikleri, dile getirdikleriyle ortaya kendisine has bir edebiyat çıkarabilmiş müstesna kişiliklerden biriydi o. Neşesi, huzuru, duyguları yüzüne yansıyan; hemen her zaman kendisine gelenleri sıcak bir gülümsemeyle karşılayan; duruşu, tavrı, konuşmasıyla bütün sıcaklığını karşısındakine de hissettirebilen kişilerdendi Levi.

1957 doğumlu Mario Levi, bütün hayatını edebiyata, Türkçeye ve İstanbul’a vakfetmiş; denebilir ki bütün bir hayatını bu üç değer üzerine kurmuş, kurmaktan da büyük bir keyif almış yazarlardandır. Kaleme aldığı kitaplar, verdiği söyleşiler, metinler, makaleler, notlar, yazılar… Hemen hepsi bu üç başlık etrafında toplanıp derlenebilir. Tam da bu nedenle o, kendi ses ve edebiyatını inşa edebilmiştir.

Her şey dil ile başlar ve dil ile gelişir. Kişi, dili ile dünyayı, doğayı, insanları, evreni ve tüm canlıları anlamaya başlar; onun üzerinden her bir edimi, varlığı, nesneyi isimlendirir, anlamlandırır. Dolayısıyla dilin ifade ettiği değer ve anlam daha birçok şeyden farklı, daha derinlikli ve özeldir.

Mario Levi, Türkçeyi ana dili olarak tanımlayan, bütün bir yaşam ve edebiyatını Türkçe üzerinden kurgulayan, geliştiren, anlamlandıran bir yazardır öncelikle. Kendisinin bir söyleşide dile getirdiği şu ifadeler onun dil ve özellikle Türkçe ile olan ilişkisini doğrudan ortaya koyması bakımından bir tür anahtar olarak görülebilir:

“Fransızca yazabilirdim. Yazsaydım da işim çok kolaylaşırdı bir dünya yazarı olmak açısından. Bunu tercih etmedim. Zor yolu seçtim belki ama kendi doğallığı içinde gelişti bu. Çünkü çocukken sokakta hangi dilde top oynamışsan, gençken hangi dilde ilk aşkını yaşamışsan, çok kızdığında hangi dilde sövmek geliyorsa içinden, o dil senin dilindir ve o dil Türkçeydi. O sebepledir ki, kendime hep şunu söylüyorum, benim en derin vatanım Türkçedir.”

Türkçe ile kurulan bu bağ, kendisinin hayata ve dünyaya nasıl baktığını da açıkça ortaya koyar. Onun için önemli olan doğup büyüdüğü, çocukluk heyecanları yaşadığı, ilk gençliğin arzularını, öfkelerini, krizlerini geçirdiği dili anlamlandırmak, ortaya onun üzerinden bir şeyler koyabilmektir. Nitekim bütün bir edebiyatıyla onun bunu yaptığını, her zaman Türkçeyi yeniden ve yeniden işleyerek kendi dilini, ana dilini, yazmayı büyük bir arzuyla istediği dilini geliştirdiği ifade edilebilir. Türkçe onun için yaşamı anlamlandırdığı ana dil olduğu kadar üzerine bütün bir edebî serüvenini de geliştirdiği en temel bileşendir.

Yazarlar için, özellikle de çok-dilli yazarlar için (Bilge Karasu, Maro Levi, Elif Şafak gibi) dil, bütün bir edebiyatın üzerine inşa edildiği en temel bileşendir şüphesiz. Burada önemli olan bu edebiyatı var ederken hangi dilin merkez alınacağıdır. Mario Levi, tıpkı Bilge Karasu gibi birçok farklı dil bilse, istese bütün dünya üzerinde daha hızlı yayılabilecek ve daha çok okunabilecek bir dilde yazmak mümkünken dahi bu yolu tercih etmeyen, yaşadığı coğrafya ve dili benimseyen bir yazardır. Onun için Türkçenin kendisi her şeyi kuşatan ve çevreleyen bir bayraktır. O, bu bayrağı sallamaktan her zaman büyük bir keyif alır ve bu serüveni Türkçe ile yaşamayı tercih eder. Levi’yi müstesna kılan en önemli başlıklardan biri budur.

İstanbul, Mario Levi söz konusu olduğunda hemen üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Türkçe konusunda gösterdiğine benzer bir hassasiyeti İstanbul konusunda da gösterir Levi. İstanbul, onun için bir kent olmanın çok ötesinde bir kültür, bir tarih, bir coğrafi hazinedir.

İstanbul, gerek kişisel yaşantısı gerekse bütün bir edebiyatını üzerine kurduğu bir tür “ada” olması bakımından Mario Levi için her zaman önemli olmuştur. Pazarın Yalnızları Beyoğlu, O Pazartesi Eminönü, Bu Salı ve Her Salı Şişli, İçimdeki İstanbul Fotoğrafları, İstanbul Bir Masaldı, Bir Cuma Rüzgarı Kadıköy, salt başlığı üzerinden dahi Levi’nin İstanbul ile nasıl bir ilişki kurduğunu gösteren kitaplar. Yaşamının büyük bölümünü İstanbul’da geçirmiş, hikâyesini/kaderini burada yazmış/örmüş bir yazar olarak Levi, şehirle özdeşleşmiş bir isimdir.

İstanbul’un Mario Levi için edebî anlamda ifade ettiği değere paralel bir şekilde kendi kişisel yaşantısı çerçevesinde gösterdiği bir değerden de söz edilebilir. Levi, hem kitaplarında hem de söyleşi ve konuşmalarında İstanbul’un kendisi için ifade ettiği anlamı ve ona verdiği ilhamı mevzubahis etmiştir. Nitekim Kadıköy ve çevresinin kendisi için ne kadar değerli olduğunu söylerken gönül bağı kurduğu yerleri ve bunun nedenini ise bir söyleşisinde şu sözlerle ifade eder: “…gönül bağım olan diğer yer de Şişli. Şişli, Osmanbey, Kurtuluş, Feriköy, Pangaltı, Maçka, Teşvikiye’yi aslında İstanbul’da bir ada olarak düşün. Her yerinde işlediğim anılar var. Bağlar sadece fiziksel güzellikleriyle değil aslında hatıralarla ilgilidir. Bu açıdan bakınca Eminönü’nün çağrışımları da bende çok farklıdır. Bahçekapı, Mısır Çarşısı, Cağaloğlu, Babıali Yokuşu… Hepsinde hafızama kazınmış anılarım var.”

Bu hafıza meselesi, Mario Levi’nin İstanbul’unu, Türkçesini, edebiyatını şekillendiren temel konulardan biridir, ki kendisi de bu durumu sıklıkla vurgular. Dilin, mekânın ve yaşamın ona verdiği duygulanımlar ortaya ortak bir hafıza çıkarır ve bu durum zamanla hem onu hem de edebiyatını biçimlendirir.

Tüm bu notların ardından aklımda kalan Mario Levi portresine gelecek olursam kendisiyle ilk kez 2010’ların sonunda bir aralık Haydarpaşa Tren İstasyonu’nda düzenlenen edebiyat festivali ile yüz yüze gelebildiğimi, bu vesileyle onunla tanışabildiğimi ifade edebilirim. Ardından ara ara çeşitli vesilelerle bir arada bulunduk. O günlerden aklımda kalan en önemli şey, zihnimde ona dair imgenin hep olumlu şeylerle kuşatılmış olması olsa gerek. Sıcak, gülümseyen, samimi, içten konuşan bir yüz beliriyor zihnimde hep. Sanırım tüm bunlar da onun (en azından benim için) zihnindeki imgesinin ne derece kıymetli ve özellikle de günümüzde ne kadar anlamlı olduğunu ortaya koyar.

Mario Levi, İstanbul Bir Masaldı’da bir karakteri aracılığıyla okurlara şöyle seslenir: “Uzaktı, gerçekten de uzaktı, bambaşka bir dünyada kalmış gibiydi artık kimi anlarla, kimi duygular... Uzaktı... ‘O sinema’daki hayatlar yavaş yavaş, bir bir tüketilmişti... Geriye kalan... Geriye kalansa, bu birbirinden kopuk hatıralardı işte...” (Levi, 2017: 675) İşte bugün (ne yazık ki) Mario Levi de o güzel yüzlü hatıraların bir parçası oldu.

Öne Çıkanlar