Max Stirner: Proletaryanın felsefî öğretmeni
Çeviri: Gencer ÇAKIR
Türkçe çeviriye not: Hermann Duncker Marksist bir tarihçi ve Alman işçilerinin eğitimi hareketinin önde gelen isimlerinden biridir. Aşağıdaki yazı Jacobin sitesi tarafından İngilizceye tercüme edilmiş versiyon temel alınarak Türkçeye çevrildi. Jacobin sitesinde çevirmenin yazdığı kısa bir “Sunuş” yazısının ardından okurlar Hermann Duncker’in “Proletarya İçin Felsefe” başlıklı yazısını okuyabilirler.
SUNUŞ
İşçi sınıfının bir felsefeye ihtiyacı var mı? Eğer varsa bu hangi felsefe? Bu soruya sosyalist politikacı ve tarihçi Hermann Duncker’in 1897’de verdiği yanıt son derece sarsıcı. Duncker, evet, işçi sınıfının bir felsefeye ihtiyacı var ve bu felsefe de Max Stirner’in felsefesi, demiştir.
Proleter felsefe ünlü anarşist nihilist Max Stirner’in felsefesi midir? Stirner’in felsefesinin basitçe anarşist ve nihilist olduğunu varsayarsak, bu hiçbir anlam ifade etmez. Stirner’in düşüncesinin böylesine saçma bir tanımı, 1844’te Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti, ki genellikle Ego ve Kendisi olarak yanlış çevrilmiştir) adlı eserinin yayınlanmasından bu yana yaygın bir kanı olagelmiştir. Yine de böyle bir tanımlama en ufak bir doğruluk payı içermiyor.
Stirner’i ya Karl Marx’ın muarızı ya da Friedrich Nietzsche’nin bir benzeri olarak düşünme eğilimindeyiz; onu kendi terimleriyle okumak ise nadir rastlanan bir durumdur. Stirner’i sahiplenen anarşistler ile onu kınayan Marksistler arasında sıkışıp kalan filozofun nefes alacak yeri neredeyse hiç kalmamıştır. Yine de durum her zaman böyle değildi. Onu kötü bir Hegelci ya da iyi bir Nietzscheci olarak okumak yerine, modern toplumun büyük bir eleştirmeni, putların ve kimliklerin acımasız bir yıkıcısı, vatanseverliğin basmakalıp sözlerini, etiğin özünü, dinin ritüellerini, cinsiyetin tanrılarını ve milliyetçiliğin normlarını küçümseyen bir düşünür olarak kendi sözleriyle ele almamız gerekir.
Stirner, hiç kimsenin tek başına yapamayacağı bir şeyi, özgür olmayı ve bunu başarmak için de gönüllü birlikler halinde başkalarıyla bir araya gelerek bireyin yerleşik dogmalardan ve kutsal geleneklerden kendini kurtarmasını savunmuştur. Stirner’e göre, kişinin kendi hayatını başkalarının tahakkümünden kurtarma mücadelesi, bireyin kendinden, kendi ihtiyaç ve arzularından başlamasını ve bunu oradan inşa etmesini gerektirir. Kişi Tanrı’nın davası, ulusun davası, halkın davası için değil, bizzat kendisi için, kendi davası için savaşmalıdır. Bu dava, faydayı maksimize etmeye, servet edinmeye ya da zevk arayışına indirgenemez; daha ziyade bu, her bireyin değişen yaşamı boyunca peşinden koştuğu, bazen başarısız olduğu, bazen ulaştığı, her zaman yeniden çabaladığı çok sayıda ölçülemez amacı tanımlar. Bu tür amaçları tek başına gerçekleştirmek imkânsızdır, bu nedenle Engels’in bir zamanlar belirttiği gibi egoizm derhal komünizme dönüşür, çünkü kişi başkalarıyla birlikte, kendimiz için, neşeyle ve dayanışma içinde mücadele etmekten gelen güç olmadan kendi hayatını sahiplenemez. Çağlar boyunca kaybolan ve bulunan bu içgörü, Hermann Duncker’in ilk olarak Temmuz 1897’de Sozialistische Monatshefte’de yayınlanan ve burada ilk kez İngilizceye çevrilen bu kısa, iyimser yazısında uygun bir ifade bulmaktadır.
Hermann Duncker, Alman sosyalist tarihinde oldukça önemli bir figürdür. Hermann 1874’te iflas etmiş bir Hamburg tüccarının oğlu olarak dünyaya geldikten sonra Duncker ailesi Göttingen’e taşındı; annesi tarafından yetiştirilen Hermann burada liseye devam etti. Bu makaleyi yazdığı 1897 yılında, Hermann yirmi üç yaşında bir Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesiydi; Leipzig’de Wilhelm Wundt, Karl Bücher ve Karl Lamprecht’in yanında ekonomi politik ve felsefe okuyordu, ayrıca müzik bölümünü de yeni bitirmişti. Kısa bir süre sonra, kendi çapında dikkate değer bir sosyalist olan Käte Duncker (kızlık soyadı Döll) ile evlendi. Birlikte seyahat ederek sosyalist konularda konferanslar verdiler; I. Dünya Savaşı sırasında SPD’den ayrılarak Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Clara Zetkin ile birlikte Spartakist Birliği’nin kurulmasına yardımcı oldular; ardından da Alman Komünist Partisi’nin (KPD) kurulmasına katkıda bulundular.
Her ikisi de KPD’nin ilk merkez komitesinde yer aldı. Hermann 1925 yılında Marksist İşçi Okulu’nu kurdu ve Sosyal Demokratlarla birleşik cepheye bağlı kaldı. Nazi yönetimi sırasında eşi Käte ABD’ye kaçtı, Hermann ise Danimarka, İngiltere, Fransa, Fas ve nihayetinde ABD’ye gitti. Savaştan sonra Doğu Almanya’ya döndüler ve Sosyalist Birlik Partisi’ne (SED) katıldılar. Hermann Rostock’ta öğretmenlik yaptı, sonra da Alman Sendika Federasyonu’nun (FDGB) başkanı oldu. 1960 yılında hayata gözlerini yuman Hermann Duncker Berlin’deki Friedrichsfelde Mezarlığı’nda Luxemburg ve Liebknecht’in anısına dikilen Sosyalistler Anıtı’nın yanına defnedildi.
Aşağıdaki makale, “adalet” ve “haklar” gibi kelimelerin Solun söylemine egemen olduğu günümüzde biraz eğreti durabilir. Ancak Stirner’in işçiler tarafından olumlu bir şekilde okunabileceği fikri, onun düşüncesinin işçi sınıfı için bir ilham kaynağı olarak görülebileceği düşüncesi, kendi davamızdan daha yüce bir dava için mücadele etmemiz gerektiği konusundaki sosyalist dogmaya karşı bir uyarı niteliğindedir.
Hermann’a göre proleterlerin Stirner’i izleyerek kendilerinin ve kendi ihtiyaçlarının dışına bakmalarına gerek yoktur. İşçilerin kendileri için düşünüp karar verebileceklerine güvenmek, toplumsal kurtuluş için temel bir önkoşuldur. Hermann’ın bu metne yazdığı bir notta belirttiği gibi, Stirner’in “temel felsefî eseri Reklam baskısından 80 fenik karşılığında satın alınabilir ve böylece herkes kendi yargısını esere dayanarak oluşturabilir.” Çünkü yaptıkları işin onları ne kadar alçalttığını işçilerden daha iyi kim bilebilir? Bir “proletarya felsefesi”nin yapabileceği şey, özgürleşmenin önündeki ideolojik engelleri kaldırmaktır, bu ise asla tek başına başarılamaz; ancak böyle bir özgürleşmeyi isteyen ve bunun için mücadele edenlerin omuzlarında olan bir sorumluluktur bu.
***
PROLETARYA İÇİN FELSEFE
Halk için bir bilimden, proletarya için bir sanattan söz edilir; sadece teori değil pratik de insanlara ihtiyaçlarını karşılamayı, eğitimlerini ve bilgilerini genişletmeyi amaçlayan eserler sağlamaktadır. Dietz yayınevinin çeşitli tarih kitapları, İşçi Kütüphanesi’nin bilimsel ve ekonomik kitapları, proleterlere -ellerine geçtiği sürece- kendilerini, sözde “yüksek eğitim” ile vaftiz edilmiş burjuvaziden entelektüel açıdan üstün kılabilecekleri bir bilgi hazinesi sunmaktadır. Bu entelektüel ürünlerin çeşitliliği göz önüne alındığında, bir alanın neredeyse tamamen es geçilmiş olması şaşırtıcıdır: felsefe!
Sosyalist dünya görüşü, felsefeye demir atmayı talep etmiyor mu? Bu gereklilik hissi muhtemelen Engels’i kendi zamanında Dühring’e karşı polemiği daha geniş ve popüler bir tarzda yürütmeye sevk etti, ancak onun bilim devrimi, görevinin eleştirel doğasının gerektirdiği gibi, yalnızca felsefî parçaların bir araya getirilmesini sağlıyor.
Buradan bir sistem çıkarmak zordur. Böyle bir sistem yaratma girişimi Leopold Jacoby’nin Idea of Development adlı eserinde, henüz ilk iki bölümü yayınlanmış olan bu eserde, üstlenilmiştir; ne var ki yazarın ölümü eserin genişletilerek bir bütün haline getirilmesini imkânsız kılmıştır. Ancak Jacoby’nin geliştirdiği şey aşağı yukarı bir doğa felsefesidir, ki kendisi de mesleği gereği bir doğa bilimciydi. Doğa biliminin bir yan ürünü olarak felsefe, bir dizi popüler felsefî incelemeye yol açmıştır. Ancak hipotezlerinin az ya da çok ciddi kuşkuculuğu onu mahkûm etmektedir. Ludwig Büchner’in Kuvvet ve Madde’sinde olduğu gibi, uzun zamandan beri eskimiş ve çürütülmüş olan teorilerin ucuz popüler baskılar kanalıyla emekçi kitlelere sızması gerçeğiyle yetinemeyiz. Ve neden modern yaşam görüşü yalnızca doğa bilimleri aracılığıyla uzun ve dolambaçlı bir yoldan geliştirilmeli ve teşvik edilmelidir?
Kantçı okulun epistemolojik felsefesi (işçi-filozof Joseph Dietzgen’in Felsefenin Pozitif Sonuçları adlı eserinde hâlâ bağlı olduğu bu felsefe) yerini doğa felsefesine bırakmıştır; ancak bu da psikolojik bir temel arayan yeni bir felsefî yaklaşıma yol açmak zorunda kalmıştır. Bilimsel ufuktaki bu değişimle birlikte filozofun nesnesi de değişti; daha önce idealist ruhtan materyalist bedene geçilmişse, şimdi de her iki nesne bir araya getirilmiştir. Ve kişi kendi içindeki bu bağlantının farkında olduğu için, “gerçekçi ben” felsefî düşüncenin başlangıç noktası ve nesnesi haline geldi.
Ibsen, Dostoyevski, Dehmel ve diğerlerinin modern sanatsal yaratımlarında veciz bir şekilde dile getirilen ve Friedrich Nietzsche’de en genç ve en göz alıcı temsilcisini bulduğu şekliyle “ben-felsefesi” yalnızca bireyden yola çıkar. Herhangi bir ön koşul olmaksızın kişinin kendi öz bilgisiyle sınırlandırılması olgusu bu felsefeyi özellikle işçiler için elverişli kılıyor. Erken yaşta işçinin postunu pazara çıkarmasına neden olan kapitalist sistem, ancak üniversitede renkli bir şapka takan burjuva çocuğunun egosuna kıyasla işçide kişilik duygusunu çok daha kolay uyandırır. İşçinin varoluş mücadelesinde bolca edindiği yaşam deneyimleri onu kısa sürede emek gücünün değeri ya da kıymeti hakkında düşünmeye sevk eder ve bu kendisinden ayrı düşünülemeyeceğinden, kişiliğinin değeri ya da mülk sahibi sınıfların dünyasına göre değersizliği hakkında kolayca düşünmeye başlar.
Sosyalist hareketi ayakta tutan şey kitlelerde uyanan özbilinç değilse nedir! Özbilinç ve özgüven burada birbiriyle ilişkili terimlerdir; biri olmadan diğeri düşünülemez. İnsanın sahip olduklarından çok sahip olmadıkları hakkında düşündüğü bilinen bir gerçektir; dolayısıyla adalet ve şiddet, devlet ve hukuk, mülkiyet ve aile hakkındaki düşünceler mirastan mahrum bırakılmış ve mülksüzleştirilmiş proleterin kafasında kolaylıkla yuvalanır. Düşünceleri statükoya bağlı değildir, devletin kutsal kurumlarında durması gerekmez, çünkü kaybedecek bir şeyi yoktur, kazanacak bir dünyası vardır!
Tüm bu düşünce çizgisi “birey felsefesi” ile paralel değil midir? Sadece bu sonuncusu, proletarya için nesnel olarak hâlihazırda var olmayan olgulardan kavramsal olarak kurtulmayı çok daha zahmetli ve eksik bir şekilde denedi. Bununla birlikte, bu felsefî yaklaşımın en büyük avantajı, sistemin tüm yapısı boyunca bireysel gözlemi uyandırması ve desteklemesi ve felsefe yapan bireyin etrafında dönen dünyaya dair içgörü ve genel bakış kazanmasını kolaylaştırmasıdır.
Ben-felsefesinin en açık ve en derin kurucusu Max Stirner’dir; onun Biricik ve Mülkiyeti, düşünen her işçinin elinde bulunması gereken bir kitaptır.
Nietzsche sıklıkla Stirner’in halefi olarak adlandırılmıştır ve kronolojiye bakılırsa buna karşı söylenebilecek bir şey yoktur. Stirner, Nietzsche’den yaklaşık kırk yıl önce yazmıştı. Ancak içeriğe göre, Stirner Nietzsche’nin parçalarını tamamladığı ve sentezlediği için ilişkiyi tersine çevirmek istiyoruz. Bununla birlikte, ikisi arasındaki büyük bir karşıtlıktan bahsedilmelidir, çünkü Stirner’i bize proletaryanın felsefî öğretmeni olarak en çok çekici kılan şey budur.
Nietzsche bir aristokrat, Stirner ise bir plebdir (gerçek anlamıyla). Nietzsche kültürlü, kültürden bıkmış kişilere hitaben rafine, sanatsal bir üslupla yazar; bu da sonsuz miktarda boş zaman ve anlamak için pozitif bilgi gerektirir. İşçiler her ikisini de ancak zorlukla elde edebilirler. Stirner ise yüzyıllardır önyargılara ve yanılsamalara, aynı zamanda devlet gücüne ve sömürüye kulluk etmenin boyunduruğundan kurtulması gereken egoiste seslenir. Dili yalın ve sadedir; özgür bir bakış ve özgür bir yürekten başka bir şey varsaymaz. Çeşitli yerlerde proleter duygulara ve proleter güce başvurur.
Stirner’in öncelikle okunması gerektiğine şüphe yok; Hıristiyanlığa ve kırklı yılların liberalizmine karşı yürüttüğü uzun polemiğin bazı bölümleri atlanabilir. Her şeyden önce “halk”, “liberalizm” ve “komünizm” gibi terimlerin tarihsel bağlamları içinde açıklanması zorunludur. Yine de, kitabın elli yıldan daha eski olduğu kısa sürede unutulacaktır.
Burjuvazinin gelişim tarihi, kilise ve devlet, hukuk teorisi ve daha pek çok konuda söyledikleri çok geniş kapsamlı görüşler içermektedir. Yoksulluk sorunu, yani zamanının “sosyal sorunu” hakkında söyledikleri s. 294’te yer almaktadır: “Devletlerden yoksulluğu ortadan kaldırmaları isteniyor. Bu, devletten kendi kafasını kesip ayaklarının altına sermesini istemek gibidir.”
Ve yine, s. 296’da:
“Yoksulluk benim değersizliğimdir, kendimi kullanamadığım gerçeğidir. Dolayısıyla devlet ve fakirlik bir ve aynı şeydir. Devlet benim değerime ulaşmama izin vermez ve sadece benim değersizliğimle var olur: Her zaman benden fayda sağlamaya çalışır, yani beni sömürmeye, kurutmaya, tüketmeye çalışır, bu tüketim sadece proleterleri beslememden ibaret olsa bile; devlet benden ‘kendi yaratığı’ olmamı ister. Yoksulluk ancak kendimi kendim olarak kullandığımda, kendime değer verdiğimde ve kendi fiyatımı kendim oluşturduğumda ortadan kaldırılabilir. Yükselmek için isyan etmeliyim.”
Bu noktada, ne yazık ki günümüzde sıklıkla tayin edici olan bir başka noktaya daha değinmek gerekiyor. Bu da Stirner’in “anarşizmin filozofu” olarak itibarsızlaştırılmasıdır. Felsefesinin bu şekilde itibarsızlaştırılmasına yeterince sert biçimde karşı çıkılamıyor: Herkes herkes tarafından sömürülebilir! Ayrıca Stirner’in modern sosyalizm hakkında hiçbir şey bilmediği, hatta Weitling ve Proudhon’un ütopik komünizmiyle savaştığı da doğrudur. Ancak felsefesini sosyopolitik bir sistemin dar çerçevesine asla sıkıştırmıyor, Stirner için önemli olan Ben’dir; ve birliktir! Birlik, bir tür modern mücadele örgütü olan işçi sendikasından başka bir şey değildir ve Stirner da eserinde (s. 315-318) bu türden bir sendikanın grevini en canlı renklerle tasvir eder!
Bir Fransız eleştirmen Der Einzige (“Biricik ve Mülkiyeti”) için insanın bir hükümdar gibi geride bırakacağı türden bir kitaptır diyor - un livre qu’on quitte monarque. Evet, proletarya bir kez olsun efendiyi oynamasına izin verilecek kadar uzun süredir bir köle durumundadır. Ancak efendi rolü için efendinin bilincine de sahip olmalıdır ve bu da Stirner okumanın büyük dersi ve meyvesidir.
“Tüm özgürlüğün esasen kişinin kendini özgürleştirmek olduğu, yani ancak kendiliğimden elde ettiğim kadar özgürlüğe sahip olabileceğim gerçeği kelimenin tam anlamıyla anlaşılmış değildir. Koyunların ifade özgürlüğünün kısıtlanmaması onlara ne fayda sağlar ki, her durumda melemeye devam ederler!”
* Hermann Duncker tarafından kaleme alınmış bu yazı ilk olarak Temmuz 1897’de Sozialistische Monatshefte’de Almanca yayınlanmıştır.
Kaynak. https://jacobin.com/2024/02/max-stirner-proletariat-philosophy-duncker.