Meral Çiçeklidal: Öykülerim, yaşadıklarımın ve değiştirmek istediğim hayatın toplamıdır
Başak CANDA
Her birimizin içinde acı tatlı parçalarına rastladığımız öyküler çoktur aslında. Öykü yazanların farkı ise bu parçaları birleştirmeleri ve paylaşmalarıdır. Onlar umutlarını aktardığında biz de umutlanırız mesela. İş acıya değince de durum değişmez. Onları dökmeye başladıklarında acıları toplarız teker teker. Orta yerde bırakmayız, sahipleniriz. Umutla nasıl umutlanıyorsak acıyla da ortaklaşırız. İşte onun hikâyesindeki hüznü, mutluluğu, coşkuyu, acıyı duymamız öykünün yarattığı empati duygusudur.
Farklı edebiyat mecralarından ve öykü seçkilerinden bildiğimiz Meral Çiçeklidal’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Küçücük Söylüyorum tam da böyle bir kitap. Çiçeklidal'la, onun öyküleriyle kurduğum bu empatiyi, kitabı ve edebiyat yolculuğunu konuştuk.
Küçücük Söylüyorum henüz çok yeni. Epeydir de beklediğini biliyorum. İlk tepkini merak ettim. Kitaba elin değdiğinde neler hissettin?
- Çok beklenene duyulan özlem çok farklı sanırım. Kitabıma elim değdiğinde, galiba oldu, dedim kendi kendime. Sayfalarını açıp kokladım, göğsüme bastırdım. Tam ağlayacaktım, kızım, "Anne yemekte ne yiyeceğiz?" diye sorunca heyecanlanmakla yetindim.
Kitap on yedi öyküden oluşuyor. Adını da üçüncü öyküden alıyor. Bu öyküyü seçmenin özel bir nedeni var mı? Bir de kapağının hikâyesini merak ediyorum. Çünkü Mahsum’a ve Nil Şeyma’ya ithaf edilmiş kitap. Kapaktaki iki çocuk ve ithaftaki isimleri sorsam...
- Bir arkadaşımın önerisiyle üçüncü öykünün ismini aldı kitap. Öykü karakterlerimin hemen hemen tamamı duydukları acı, uğradıkları haksızlık karşısında küçücük ses çıkartıyorlar. Amacım o küçücük sesleri duyurmaktı. Hayatımın bir döneminde, kadın dediğinin sesi çok çıkmaz, kadın dediğin sessiz konuşur, kadın dediğin dayak yerken bile bağırmaz “zırvalıklarıyla” geçti. O zamandan alışkınım “küçücük bağırmaya” sanırım. Dokuz kardeşiz, kitabı okuyamayacak olan engelli kardeşim Mahsum ve kızıma ithaf ettim. Kapaktaki iki kız çocuğu ben ve kız kardeşimin çocukluk fotoğrafı. Çizimin yarattığı duygusal etki benim açımdan çok güzel oldu. Senin aracılığınla, buradan Onurhan Ersoy’a tekrar teşekkür ederim. Çocukken verilmiş bir sözdü, bir kitabın içinde olmak. Sözümü kapağa taşıdığım için mutluyum.
Kitap o kadar biz ki... Anlatılan olaylar, yansıtılan karakterler o kadar gerçek hayattan ki... Her öyküde tanıdığımız, gördüğümüz, bildiğimiz biri ya da birileri dediklerimizden izler bulmak mümkün. Hatta ben bu empatiyi daha yukarıya çıkararak her öyküde aktarılan yaşanmışlığın duygusunun aynısını hissetme ihtimalinin de yüksek olduğunu gördüm. Bunu da karakterler üzerinden okuyana geçiriyorsun. Bu, yaşama nüfuz edebilmenin örneği bence. Bu hissiyatı aktarma başarısının ardında nasıl bir birikim var?
- Hayatımın hiçbir döneminde gerçeklikten uzaklaşmadım. Zaten göz yumamayacağımız kadar korkunç gerçeklerimiz var bana göre. Yazarken yapmadım, yapamazdım da. Aksine hayatımızı şekillendiren, bizi değiştirip dönüştüren bu toplumsal gerçekliği bir şekilde aktarmam gerekiyordu. Gerçeği eğip bükmenin, kurgusal olanın parçası kılmanın ve bundan başka türlü bir yaratım elde etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Hem yaşananları anlatmak, hem de arzu edilen bir şeye dönüştürmek kurgusal olanın marifeti. Bu yüzden öykülerim hem yaşadıklarımın hem de değiştirmek istediğim bir hayatın toplamıdır diyebilirim.
Öyküleri okurken dikkatimi çeken en önemli hususlardan biri de anne yani kadın ve kız çocuğu temaları. Her öyküde farklı bir kadın ya da anneyle tanışsak da bunlar toplumun çıkmazlarında kaderine boyun eğen karakterler. Ayrıca içlerinde dışa taşan dinsel ögeler var. Yani dindarlar. Toplumsal yaraları çok olan bir ülke olarak acıların iyileştirilmesi noktasında yol gösteren değil de olduğu gibi vermeyi tercih ediyorsun gibi. Yanılıyor muyum?
- Coğrafyamızda (Gerçi dünyanın hemen her yerinde bu böyle.) kadınlar ve çocukların kaderi çoğu zaman erkeklerin, geleneklerin ve dinin insafına bırakılmış bence. Birilerinin insafına bırakılmasından kaynaklı belki de en çok kadınlar ve kız çocukları acıya maruz kaldı, kalıyor. Boyun eğmeye gelince, aslında bir yerde isyanları küçük küçük dile geliyor. Ben de böylesine önemli bir mevzuyu sert bir gerçeklikle vermeye, yol göstermekten ziyade o kahredici gerçekleri öykülerim aracılığıyla göstermeye çalıştım. Tabii bu okurda nasıl bir karşılık bulur, bilmiyorum.
Neresinden Onarılır Ölüler’de “Göçük altında kalan işçilerden kurtarılan olmadı,” atıfı... Kıymalı Yumurta’da genç yaşta ölen Kerem’in torbada verilen kopmuş uzuvları ve yolculukta can veren annesi, Küçücük Söylüyorum’da kapılar üstüne konulan işaretler, Eminim, Esvet adlı öyküde de yatılı okulda iki çocuğun tanrı sorgulamalarında yabancı-evlatlık olmayı sorgulamaları gibi birçok tarihsel yaramızı çağrıştıran unsurlar var. Küçük bir ülke tarihi olarak düşündüm. Sen ne dersin?
- Tarihin tamamının bilim, sanat, aşk ve barış konularıyla dolu olmasını çok arzulardım. Çok ütopik değil mi? Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir canlı haksızlığa maruz kalmamış olsaydı keşke. Fakat ne yazık ki işçi ölümleri, kadın, çocuk, hayvan ve doğa katliamları, sevilmemiş, bakılmamış, onarılmamış çocuklarla, ötekileştirilmenin, ırkçılığın hâlâ olduğu bir dünyadayız! İçinde yaşadığımız toplumun sorunlarını gören, duyan, bilen, yaşayan biri olarak yazdıklarım elbette ülkenin bir panoramasını verebilir.
Emile Zola’nın Germinal romanı geldi hemen aklıma. Madencilerin korkunç çalışma koşullarını verirken aslında dönemin çalışma koşullarının bir raporu gibidir. Yaşanan adaletsizliğin üstesinden gelme ve yaşamlarını iyileştirme mücadelesini görürüz. Yine Victor Hugo Sefiller’de çocuk işçiler üzerinden çocuk hakları ihlaline göz yuman toplumsal sistemi eleştirir. Charles Dickens’da da bunu görürüz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu bağlamda senin yazarken esas aldığın sorumluluk nedir?
- Bence her yazar toplumdaki çürümüşlüğü dile getirmekten sorumludur. Hiçbir şey yapamıyorsak bile kayıtsız kalamayız. Ya sözle ya eylemle. Aklıma Umbero Eco’nun bir sözü geldi: “Ama inanıyorum ki edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir.”
Çocuk karakterler daha dikkat çekici. Çocuk aklıyla doğruyu görenler mesela. Yeri geldiğinde tanrıya sığınan, yeri geldiğinde doğruyu bağıran, erkekliği sorgulayan, gülen ve oyun oynarken bile büyük düşünen... Sanki toplumun geleceğinin yükünü onlara vermişsin gibi. Çocukların dili hep bana ilginç gelmiştir. Özgürlüğe dâhildir. Sendeki yansımasının da böyle olduğunu gördüm. Çocuklar ve öykülerindeki bağ desem...
- Mutlu çocuklar yetişseydi bunca acı, travma, cinayet olur muydu diye çok düşünürüm. Mutsuz büyüyen nesillerin büyüttüğü çocuklar, yetişkin olunca başka mutsuz çocuklar yetiştiriyor sanırım. Hiçbir çocuğun kötülüğe endeksli olduğunu düşünmüyorum. Hemen her çocuk içinde büyüdüğü toplumu, aileyi, gittiği okulu, oynadığı oyunları biz yetişkinler gibi görmez. Sorular sorar, sorgular, farklı bir şekilde bakar. Bu çocukların gözlerinden yaşadıkları hem kendi iç dünyalarını hem dış dünyayı görmeye, toplumun yükünü onlara vermekten ziyade o yükü onların gözünden sorgulamaya çalıştım.
Çocuk karakterlerden devam edelim. Bêmal öyküsüne gelelim. “Büyüyünce ne olacaksın, Bêmal?” diye soran babaya, “Hayat kadını olacağım” diyen kız çocuğunun çocukluk travmasına odaklanıyoruz öyküde. Aslında çok sert bir gerçeklik var ortada. Ama dil ustalığıyla yorulmadan okuyoruz. Bêmal’in büyüme sancısını yaşıyoruz biz de. Bunu yaparken şimdiyi gösteriyorsun aslında. Geçmişten gelen bir sancının günümüzdekine atfı mı, eleştirisi mi? Yoksa yazarın çocuk dünyasından çıkamaması mı? Nasıl okumamız gerekiyor?
- Beni destekleyen ve çok seven bir babam var, bunu belirtmek isterim. Fakat babaları, abileri, amcaları tarafından onarılmayacak boyutta travma yaşayan arkadaşlarım oldu. Hem bunun acısını hiç atlatamadım hem de onların acısına sadece seyirci kalmak istemedim. Kim bilir belki bu yazdıklarım, benzer şeyler yaşayan okurlara bir kapı, bir pencere açar.
Her bir öyküdeki sıradan gibi görünen karakterler ilişkilerin kırılma noktasındaki çıkmaza da işaret ediyor. Her öyküde farklı bir kadın yalnızlığı var mesela. Hemen aklıma Ada’nın Ümit’li Heybeti adlı öykü geldi. Aynı erkek tarafından terk edilen iki kadın. Yalnızlığı farklı boyutlarıyla anlatan benzer öykülerin de var. Öykülerinde olmazsa olmaz dediğin bir yer var mı? Bu seni ileride, yeni öykülerinde ya da farklı edebi metinlerde nereye doğru yönlendirebilir?
- Olmazsa olmazdan ziyade, toplumda gözlemlediğim, tanık olduğum ve yaşadığım sorunlar veya sorun olarak gördüğüm şeyler üzerinden yazıyorum. Bu, bazen acı çeken bir kadın oluyor, bazen yalnızlığıyla dalga geçen biri oluyor, bazen canı lokum çeken bir çocuk oluyor, bazen vücudunun eksik uzvunu dilenen birisi oluyor. Genel olarak kadınlar, yalnızlıklar ve yemeklerden vazgeçmeyeceğim sanırım.