Genç ve Fırat ile 'Mülkiyet ve Müşterekler' üzerine (I): 'Hiç kapanmayan bir çatışma alanı'
Deniz ÇAKMAK
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da (6306) yapılan 21 maddelik değişikliğin Meclis'ten el çabukluğuyla geçirilip yasalaştırılmasından bu yana mülkiyet meselesi etrafında yapılan tartışmalar yeniden Türkiye'nin gündemine girdi. 6 Şubat depremlerinin yarattığı tahribatı ortadan kaldırmak ve beklenen Marmara depremi nedeniyle afet riski bulunan bölgelerde kentsel dönüşüm çalışmalarıyla ilgili yargı süreçlerini hızlandırmak gibi niyetlerle açıklanan bu değişikliğin öngördüğü düzenlemeler, iktidarın geçmişteki acele kamulaştırma uygulamalarının giderek agresifleşeceği bir 'mülksüzleştirme hamlesi' olarak yorumlanıyor.
20 Ekim'de Metis Yayınları etiketiyle yayımlanan 'Mülkiyet ve Müşterekler: Türkiye’de Mülkiyetin İnşası, İcrası ve İhlali' başlıklı çalışma, tam da böyle bir gündeme tesadüf etti. Eleştirel kent çalışmaları literatürünün farklı alanlarından mülkiyet kavramına odaklanan araştırmaları bir araya getiren derleme, hem kavramsal bir tartışma yürütüyor hem de bu kavramı tarihsel bağlamına oturtarak bugün hâlâ mülkiyet üzerinden sürmekte olan bir dizi iddia ve pratiğin güncel yansımalarına odaklanıyor.
Derlemeyi hazırlayan akademisyenler Prof Dr. Begüm Özden Fırat ve Dr. Öğr. Üyesi. Fırat Genç ile kitabın açtığı yoldan, gündemdeki 'mülkiyet gaspı' tartışmasını, mülkiyetin bir kavram olarak üzerine bina ediliği müzakere ve çatışma zeminlerini, mevcut mülkiyet rejimi içinde kentsel mücadeleler etrafında biçimlenen toplumsal alternatiflerin geleceğini konuştuk.
İki kısımdan oluşan söyleşinin ilk bölümünü Artı Gerçek okuyucularıyla paylaşıyoruz.
'MÜLKİYET AYNI ZAMANDA KİŞİLER ARASINDA VUKU BULAN TOPLUMSAL BİR İLİŞKİ'
Mülkiyet kavramı ‘mülkiyet hakkı’ gibi hukuki çerçeve üzerinden anlaşılan bir kavram ve bu yönüyle de artık kamusal müzakereye konu edilemiyor. Kitap bu kavramı boyutlandırmayı ve daha geniş anlamları üzerinden düşünmeyi öneriyor. Bunu biraz anlatır mısınız?
Begüm Özden Fırat: Mülkiyetin bir hak ve kurum olarak tanımlandığından söz ettiniz, önce onun ne olduğunu açarak başlayalım. Çünkü mülkiyetin evrensel olduğunu düşünüyoruz; standart, verili ve değişmez bir ilişki olduğunu, neredeyse ezelden ebede var olduğunu varsayıyoruz, ancak öyle değil. Derlemede muradımız mülkiyeti tarihselleştirerek anlamak ve kavramsal olarak özel ve devlet mülkiyeti ikiliği dışında kalan alan ve pratiklere doğru genişletmek. Medeni Kanun’un “Eşya Hukuku” başlıklı bölümünde mülkiyet hakkını, bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir diyerek açıklayan tanım, mülkiyeti malik ve şey arasında hukuki nitelikli, tarihsiz ve sarih bir ilişki olarak anlaşılmasına iyi bir örnektir. Oysa mülkiyeti şeyler değil de kişiler arasında vuku bulan toplumsal bir ilişki olarak kabul edersek bu hukuki tanımın ötesine, somut toplumsal ilişkiler ve kültürel pratikler alanına bakmaya başlayabiliriz.
Yasal olarak tanımlanmış, devlet tarafından uygulanan ve korunan mülkiyet hakları alanından toplumsal pratikler alanına baktığımızda hukuken tanınmasa da kültürel meşruiyete sahip mülkiyet pratikleri ve iddialarıyla karşılaşırız. Tapu gibi mülkiyet statüsü imleyen belgelerden ziyade, gücünü somut kullanımlar ve tarihsel güç ilişkileri alanındaki çatışma ve müzakerelerden alan bu iddialar, oldukça zengin ve muğlak bir alana işaret ediyor. Bu demek oluyor ki, hak olarak tanımlanan mülkiyet kurumu, halihazırda var olan mülkiyet ilişkilerinin ancak küçük bir kısmını oluşturuyor, yani mülkiyet ilişkilerinin bir alt kümesi. Derlemedeki yazılar bu çatışmalı ve muazzam bereketli mülkiyet anlatıları ve pratikleri dünyasına bakmaya gayret ediyor.
'ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLET MÜLKİYETİ BİRBİRİNİN KARŞITI DEĞİL'
Diğer yandan özel ve devlet mülkiyeti kavramlarını birbirinin karşıtı olarak konumlandırmaktansa, ikisinin bir arada nasıl bir mülkiyet rejimi ortaya çıkardığını tartışmayı önemli buluyoruz. Özel mülkiyet, malikin bir “şey” üzerinde tasarrufta bulunma ve başkalarını o nesneyi kullanmaktan gerekirse şiddet yoluyla men etme hakkını da içeren, sınırları hukuken bu şekilde tarif edilmiş bir hak. Bunun karşısında devletin, en azından kâğıt üzerinde tüm halkı temsilen, mülkiyetinde olan şeyler üzerinde koruyucu bir hakka sahip olduğunu varsayıyoruz. Oysa kamu mülkiyeti bir tüzel kurum olarak devletin kamu taşınmazları, altyapı gibi şeylerle özel mülkiyete benzer bir biçimde kurduğu ilişkiyi tarif ediyor; malik olmayanların, mülk üzerindeki tasarruflarını dışlama ve bunu zor ile dayatma hakkı üzerine kurulu. Bu ikili rejimin ötesinde, kolektif olarak ileri sürülen ve “dışlanmama hakkına” dayanan, müşterek mülkiyet olarak adlandırabileceğimiz kullanım odaklı iddialar da var. Kamu ya da özel mülkiyete tabi alanlardan dışlanmama hakkı talebini ileri süren, gelenek, görenek yahut gündelik pratiklere dayalı kolektif kullanım ilişkilerini kapsayan üçüncü bir alanla karşı karşıya kalırız. Bu tür müşterek mülkiyet iddiaları, gücünü hukuktan ziyade adalet söyleminden alır. Bunları etik ve politik talepler olarak nitelendirmek mümkün.
'MÜLKİYET KURUMU SINIFLAR ARASINDAKİ GÜÇ İLİŞKİLERİ ÇERÇEVESİNDE BELİRLENİR'
Son olarak özel mülkiyetin bütün diğer toplumsal kurumlar gibi, temel bir insani ya da toplumsal amaçla ilişkilendirilerek meşrulaştırılması gerekir. Mülkiyet hakkının hukuki bir hak ve iktisadi bir gereklilik olduğu kadar ahlaki bir ilişki olduğuna dair kamusal inancın inşa edilmesi ve meşrulaştırılması da icap eder. Dolayısıyla, mülkiyet kurumunun ne olduğu kadar ne olması gerektiği de tartışmalıdır ve tarihsel bağlam içerisinde sınıflar arasındaki güç ilişkileri çerçevesinde şekillenir. Buradan hareketle, derlememiz özel mülkiyet yasasının kuruluş sürecinin tamamlanmadığını, bir çatışma alanı olarak çeşitli farklı mülkiyet iddialarını doğurduğunu, dolayısıyla kurumun kendisinin yeniden anlamlandırılması ve meşrulaştırılması gerektiğini vurguluyor. Başka bir deyişle mülkiyet meselesini yeniden açmaktansa, hiç kapanmamış bir çatışma alanı olarak tarif etmeye gayret ederek, çağdaşımız kılmayı amaçlıyoruz.
Böyle bir çalışmayı bu dönemde derleyip yayımlama ihtiyacının güncel önemi nedir sizin için?
Fırat Genç: Begüm’ün çizdiği çerçeveden devam edecek olursak, özel mülkiyetin bir hak olarak biçimlenmesi ve kurumsallaşması sürecinin beraberinde bir dizi kesinlik getirdiğini de ifade etmeliyiz. Yani özel mülk fikrinin kendisi aynı zamanda özel mülkiyetin ne olduğu ya da neyin mülk edinilip edinilemeyeceği sorularına ilişkin bir dizi kesinlik tarif ediyor. Tarihsel olarak baktığımızda bu kesinlikler etrafında hem hukuki-kurumsal bir yapının hem de bir ideolojinin ve bunla bağlantılı görme biçimlerinin oluştuğunu gözlemek mümkün. Halbuki gerçekte bir tarafta böyle bir kesinlik iddiası var ama bir tarafta da mülkiyetin etrafında izleyebileceğimiz, gözlemleyebileceğimiz daha belirsiz durumlar, müphemlikler ve çatışmalar var. Bu saptama hem tarihsel hem de güncel olarak geçerli. Biz bu derlemeyi biraz da bu ikinci boyuta odaklanarak konumlandırmaya çalıştık.
'PİYASALARIN PÜRÜZSÜZ İŞLEYİŞİ ÖZEL MÜLKİYETİN TAM ANLAMIYLA TESİSİNİN GEREKTİRİYOR'
Özel mülkiyet tarihsel olarak da bugün için de bir çatışma konusu olmuştur. Kimi zaman bu çatışma dinamiği fiziki zoru içerir, kimi zaman da yasal-kurumsal şiddeti. Bu gerçek bugün için de geçerli. Malum, 1980 sonrası ne liberalleşme evresindeki yaygın politikalar piyasaların sınırsız bir şekilde genişletilmesi fikri üzerine bina olmuştu. Piyasaların engelsiz ve pürüzsüz bir şekilde işleyişi, liberal anlamda özel mülkiyetin tam anlamıyla tesisini gerektiren bir şeydir. Diyelim ki emlak piyasasında gecekondu benzeri, yani tam anlamıyla özel mülkiyete dönüştürülememiş olguların ortadan kaldırılması gerekir. Aynı dinamik tarımsal alanlar için de geçerli. Özetle bir tarafta neoliberal dönemde kesinliklerin ortaya çıkarılması kaygısı var. Halbuki bu yöndeki girişimler, eski gecekondu alanlarında yürütülen kentsel dönüşüm projelerinde de izlediğimiz gibi, çatışma yaratıyor, çünkü en azından bir kesim için yerinden edilmeye, dolayısıyla mülksüzleşmeye ve nihayetinde güçsüzleşmeye neden oluyor. Bu hem yerel hem de küresel ölçekte son 20- 30 senede ortaya çıkan bir dizi toplumsal harekette ve hatta kitlesel protesto ve isyan dalgalarında gözlemlediğimiz bir olgu.
Begüm ve ben 90'ların karşıt küreselleşme hareketleri içerisinde sosyalleşmiş, politik bilincini oralarda kazanmış insanlarız. 90'lı yılların sonunda dahi neoliberalizme karşı direnişler kendini tam da bu çatışma üzerinden ortaya koydu. Örneğin, Hindistan'da insanların onlarca yıldır beraber kullandığı birtakım tarım alanlarının çitlenmesi, özelleştirilmesi, parsellenmesi, ortak kullanıma kapatılması ya da Avrupa'da sosyal konutların ortadan kaldırılması, işgal evlerinin zorla kapatılması benzeri uygulamalar bu bağlamda düşünülebilir. Bu çatışma ve direniş döngüsü tabii 90’larla sınırlı kalmadı. Bugün de hâlâ bir şekilde bazen yükseldiğini bazen geri çekildiğini gördüğümüz toplumsal hareketlerin temel dertlerinden birinin mülkiyete ilişkin olduğunu söyleyebiliriz.
'ÖZEL MÜLKİYETİN KANIKSANMASI AKADEMİK ALANA DA SİRAYET ETTİ'
Tüm bunlar bize mülkiyet meselesinin olmuş bitmiş bir mesele olmadığını, aksine tıpkı modern anlamda özel mülkiyetin biçimlenmeye başladığı dönemde olduğu gibi bugün de mülkiyet etrafındaki çatışmanın hararetli biçimde devam ettiğini gösteriyor. Derlemenin bir anlamda mülkiyete “geri dönelim” çağrısı da bu devamlılıktan doğdu.
Son olarak, özel mülkiyet mefhumunun bu kadar kanıksanmış olması akademik alandaki bilgi üretimine de sirayet etmiştir. 20. yüzyıl boyunca sosyal bilimlerde, görece marjlarda kalmış kimi alan ya da akımları hariç tutarsak, özel mülkiyetin layıkıyla sorunsallaştırılmadığını söyleyebiliriz. Bu tam da az önce tarif etmeye çalıştığım, özel mülkiyetin bir kurum olarak bir kere inşa olmuş ve şu ya da bu şekilde işleyen bir mesele olarak görülmesinden kaynaklanıyordu. Halbuki az önce sözünü ettiğimiz çatışmalar bize durumun pek de öyle olmadığını gösteriyor.
AKP rejiminin de uygulamalarına damgasını vuran kilit kavramlardan biri mülkiyet. Kentsel dönüşüm projeleri de 2000’li yılların başından beri bu uygulamaların merkezinde yer aldı. Yakın zamanda 2012 tarihli 6306 sayılı kanunda yapılan değişiklikler Meclis'te yasalaştı. Fakat bu kapsamda acele kamulaştırma uygulamalarının yarattığı tahribatın derinleşeceğini öngörüyor uzmanlar ve yasa değişikliğinin açık bir mülkiyet gaspına imkan tanıdığını belirtiyorlar. Uzun vadede ne anlama geliyor bu durum Türkiye için?
Fırat Genç: 2002 sonrası dönemde Türkiye’de kentsel politikanın biçimlenişindeki temel dinamiklerden bir tanesi özellikle büyük şehirlerdeki gayrimenkul piyasalarının formalize edilmesiydi. Çünkü bir önceki ulusal kalkınmacılık döneminden tevarüs eden kimi koşullar gereği İstanbul gibi kitlesel göç almış şehirlerde, kentsel piyasa dinamikleri mükemmelen, yani özellikle orta ve büyük ölçekli sermaye kesimlerinin arzu ettiği ölçüde işlemiyordu. Pek çok muğlaklık ve boşluk vardı. Bu biraz bizim gecekondu tarihimizle de alakalı. Her ne kadar gecekonduların önemli bir kısmı 80'li ve 90'lı yıllarda yasallaştırılmış olsa da bu alandaki sorunlar tam anlamıyla giderilememişti; tapulaştırmanın tamamlanmamış olması, aynı zamanda parsellerin dağınıklığı, küçüklüğü, biçimsizliği gibi etmenler sermaye yatırımlarına uygun bir ortam sunmuyordu. Kentsel dönüşüm projelerinin AKP döneminde bu denli yaygınlaşmasının temel nedenlerinden bir tanesi bu türden karmaşa ve belirsizlikleri gidermekti. Bu da anlaşılır bir şey. Çünkü AKP'nin iktisat politikalarının temel ayaklarından biri de malum inşaat faaliyetlerinin genişletilmesiydi. Bunun yapılabilmesi, orta ve büyük ölçekli gruplar tarafından sürdürülebilir kılınması için böyle bir formalizasyona ihtiyaç vardı. Dolayısıyla 2002'den beri tanık olduğumuz pek çok yasal değişikliği biraz da bu gaye ve kaygıyla açıklayabiliriz. 6306 no’lu yasa 2012 yılında çıkmadan evvel bunun yasal ve idari çerçevesi yeniden tanımlanmıştı. Tarihi kent merkezlerindeki kentsel dönüşüm projelerinin çerçevesini çizen 5366 no’lu yasayı ya da TOKİ'nin yetki alanını genişleten düzenlemeleri bu bağlamda düşünmeliyiz.
'DEPREMLERİN YARATTIĞI TRAVMATİK ETKİNİN ÜZERİNE OTURMAK ARZUSU VAR'
Şimdi bu tabii uzun bir dönem... 2000'lerin başından bu yana yapılanların bazıları işledi, bazıları siyasal iktidar açısından arzu edildiği ölçüde işlemedi. Bazen bunların temposu beklendiği ölçüde olmadı, kimi zamansa dönüşüm projelerinin yarattığı siyasal hoşnutsuzluk AKP’nin yerel seçimleri kaybetmesine dahi neden oldu. AKP de zaman içerisinde eksiklikleri görerek tamamlamaya; kimi esneklikler ve yeni düzenlemelerle müdahaleler yapmaya çalıştı. 6306 sayılı yasa ilk çıktığında esasında biraz bu boşlukları doldurmak üzere ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla 2012’ye kadar bir şekilde düşe kalka giden kentsel dönüşüm projelerinin ivmesini ve meşruiyetini arttırmak üzere tasarlanmış bir yasaydı. Bu da bekleneceği üzere afet meselesi üzerinden yapıldı; yasanın ana mantığı ve lafzı oradan kuruldu. Bu kadar deprem riskiyle yaşayan şehrin olduğu bir ülkede bu anlaşılır bir şeydi. Fakat bu da kendi içerisinde beklenen ivmeyi kazanmadı ve işleyişte pürüzler olduğu anlaşılınca yasanın yeniden düzenlenmesi zorunluluğu ortaya çıktı. 6 Şubat depremlerinin yarattığı travmatik etkinin de üzerine oturmak arzusu var burada belli ki. Ancak Meclisten geçen değişikliğin uygulamadaki adımlarını tam anlamıyla görmek için hâlâ çok erken. Çünkü bu noktada ağırlıkla yasal çerçeve üzerinden konuşuyoruz, halbuki önemli olan yasanın pratikte nasıl işletileceği.
Hatay'da rezerv alan ilan edilen yerler var.
Fırat Genç: Evet, oraya gelecektim şimdi. Bu yasanın son haliyle nasıl uygulanacağına dair birtakım öngörüler yapmamız için elimizde iki örnek var: Bir tanesi Antakya örneği, diğeri de 2015-2016 çatışma sürecinin ardından Diyarbakır Suriçi’nde yaşananlar. Her ikisinde de benzer bir eğilimi gözlemek mümkün. Özel mülkiyet hakkının kolaylıkla göz ardı edilebileceğine dair bir pratik ortaya çıktı buralarda. Bu yasa da buna teknik olarak imkân tanıyor. Kentlerin mukim alanlarında rezerv alan ilan edebilme yetkisi, son yasal değişikliğin en dikkat çekici yanı. Bu tabii şehirlerin merkezlerinde yaşayan pek çok insanın, yaşadıkları alanlar bu kapsama alındığı takdirde yerinden edilme ve mülksüzleşme riskiyle karşı karşıya olduğu anlamına geliyor. Ama bu noktada biraz temkinli konuşmak gerekir. Antakya ve Diyarbakır’da yaşananların her şehirde aynı biçimde yaşanacağını, geniş kesimlerin, özellikle toplumun ekonomik olarak ya da siyaseten daha güçlü kesimlerin bu tür uygulamalarla karşılacağını söylemek bugün için fazla iddialı olur. Bunu açıkçası güç ilişkileri belirleyecek. Daha kesin olaraksa şunu söyleyebiliriz: Diyarbakır ve Antakya’da yaşananlar, mevcut kentsel rejimin ihtiva ettiği maddi ve sembolik şiddetin varabileceği düzeyi göstermesi açısından son derece öğreticidir.
'REJİMİN TÜRK VE SÜNNİ KİMLİK TEMELİNDE KURULUŞUNDA DA MÜLKİYETİN ETKİSİ KRİTİK'
Mülkiyetin icrası Türkiye’de tarihsel olarak da daima bir servet transferinin konusu oldu. Yoksuldan zengine aktarılan, belli bir çevreyi mülkünden ve yerinden eden… fakat burada ortaya çıkan gerilimler Türkiye’nin siyasal düzenini de geçmişten bugüne inşa etti. Kamuya ait ortak zenginliğin nasıl seferber edileceğinin mülkiyet üzerinden düzenlenmesi, apaçık sınıfsal karşılığının yanı sıra o kadar görünür olmayan başka neleri değiştiriyor? (kimlik, demografi, mekanın siyasal kimliği vs.) Ya da mülkiyet rejimi politik alanı nasıl düzenliyor diye sorayım?
Fırat Genç: Sadece toplumsal sınıflar arasındaki değil, etnik gruplar arası ya da kimlik temelli çatışmalar da pek çok durumda mülkiyet üzerinden dolayımlanır. Türkiye'de de bunun örnekleri var. Cumhuriyet rejiminin inşası süreci, yani imparatorluktan cumhuriyete geçiş ve yeni rejimin konsolidasyonu aşamaları, tam da nüfusun etnik ve dinsel kompozisyonunun dramatik biçimde dönüştüğü aşamalar olduğu için dolaysız biçimde mülkiyete ilişkin ve mülkiyet üzerinden süregiden çatışmalar içinde gerçekleşmiştir.
Malum bu dönem Ermeniler ya da Rumların bazen doğrudan şiddet yoluyla, bazen nüfus mübadelesi gibi ülkelerarası anlaşmalar yoluyla ülke sınırlarının dışına çıkartıldığı bir homojenleştirme dönemi. Burada mülkiyet meselesi temel önemde. Erken Cumhuriyet döneminin politik ve ideolojik karakteri Türk ve Sünni kimlik temelinde şekillenirken –ki bu sonrasına da miras kalacak– mülkiyet transferi çok kilit bir işlev görüyor. Rumların ve Ermenilerin geride bıraktığı mülklerine el konması, bunların bir kısmının Hazine mülküne çevrilmesi ve sonra tekrar yeniden dağıtılması, bir kısmının doğrudan özel mülkiyete dönüştürülmesi gibi pratikleri kast ediyorum. Türkiye'deki azınlıklılaştırılmış toplulukların ülkeyi terk edişi tek bir anda olmadı malum. Keza 1920’leri takiben onlarca yıl boyunca bu toplulukların mülklerinin kentlerde yaşayan insanlar tarafından kendi mülkleri haline getirildiğini de biliyoruz. Bütün bunlar rejimin Türk ve Sünni kimlik temelinde kuruluşuna dair rızanın oluşumunda mülkiyet meselesinin ne kadar kritik bir rol oynadığını, bunu kimi zaman devlet eliyle, yani devletin yasal ve fiziki şiddeti yoluyla, kimi zaman daha gündelik ve daha sıradan pratiklerle gerçekleştiğini gösteriyor.
'KÜRT MESELESİ SADECE ASKERİ VE POLİTİK DEĞİL, MÜLKİYET ÜZERİNDEN DE SÜREN BİR ÇATIŞMA'
Ama bu da olmuş bitmiş bir mesele değil. Bugün hâlâ daha, örneğin Kürt meselesi bağlamında, mülkiyet üzerinden süregiden çatışmaların daha geniş kapsamlı çatışmalar içinde kurucu bir dinamik teşkil ettiğini görüyoruz. Mesele sadece siyasal haklara ya da devlet ve Kürt hareketi arasındaki askeri-politik çatışmaya dair değil, aynı zamanda hem gündelik hayat düzeyinde hem de idari ve yasal düzeyde mülkiyet üzerinden de süregiden bir çatışma. Sonuç olarak mülkiyetin farklı çatışma akslarının hep orta yerinde yer aldığı ve bunun da hem tarihsel hem de güncel örnekleriyle takip edilebildiği söylenebilir.
'ÖZEL MÜLKİYETİN RIZA VE ARZU YARATAN DİNAMİKLERİNİ DE GÖRMEK GEREKİYOR'
Begüm Özden Fırat: Soruyu rıza üretimi ile birlikte düşündüğümüzde aklıma şu geliyor: mülkiyete dair eleştirel araçlarımız çoğunlukla zor ve yerinden edilme üzerine, dolayısıyla mülksüzleştirmenin farklı veçheleri üzerine yoğunlaşıyor. Fakat kurumun inşası ve varlığını yaratan koşullar salt fiziki ya da hukuki zora dayalı değil. Peki hangi dinamiklerle ve vaatlerle özel mülkiyet kendini yeniden inşa edebiliyor? Çünkü salt zora dayalı olsa kurumsal olarak devamlılığı mümkün değil. Bu sebeple mülkiyet kurumunun karşıladığı ihtiyaçlar, ortaya çıkarttığı beklentiler ve taşıdığı vaatlerin de öneminin teslim edilmesi ve çözümlenmesi mühim. Yani tapunun sunduğu güvence ve vaatler ile birlikte özel mülkiyet denen kurumun kendisinin arzu yaratan dinamiklerini de anlamamız gerekiyor.
Mübadele ve iskan elbette ki zor ve yerinden edilme içeriyor ama bir yandan da gasp edilen mülklerin, önce millileştirildiği sonra da özel mülk haline getirildiği, mülklendirilen mübadillerin vatandaş kılınmasında; onları hem toprağa hem de vatana bağlayan bir vaat olarak işlediğini de görmemiz gerekiyor. Buradaki işleyişe bakmak da açıkçası bizim kitapta yapmaya çalıştığımız şeylerden biri. Bir diğer ayağı da belki kolektif rızanın nasıl yeniden örgütlendiğine dair kavramsal araçlar ve güncel tartışmalar da geliştirmemiz gerektiği. Çünkü bizim eleştirel kentleşme literatürümüz, ağırlıklı olarak mülksüzleştirmeye karşı direnişlerin üzerine yoğunlaştı ama birilerinin de rızası üretiliyor. Dolayısıyla rıza üretim mekanizmalarını, “makarna ve kömür” gibi düşünmeyeceksek, mülkiyetin yarattığı beklenti ve arzular üzerine de kafa yormak gerektiğini düşünüyorum.
'DAMGALANAN KESİMLER VE EN YOKSULLAR YASANIN ESAS MAĞDURLARI OLACAKLAR'
Önceki uygulamalar ve mevcut konut krizi üzerinden düşününce, rezerv alan ilan etme yetkisinin yerleşim alanlarının merkezine kayması, belki Beşiktaş, Kadıköy, Şişli gibi yerleri kapsamasının buradaki orta sınıflar açısından sonuçları neler olur? Kapsamlı bir mülksüzleştirme, büyük kentlerde yeni bir sınıf yapısı ortaya çıkarabilir mi?
Fırat Genç: Her siyasal gücün yapabileceklerinin sınırı güç ilişkilerindeki dengeler üzerinden belirleniyor. Dolayısıyla çok distopik senaryolar yazmaktansa biraz geçmiş uygulamalarda kimlerin özellikle mülksüzleştirildiğine dikkat etmek ve oradan yola çıkmak gerekiyor analiz yaparken. Burada da karşımıza Kürtler, Aleviler, Romanlar gibi etnik kimlik ya da inanç açısından marjinalleştirilmiş, damgalanmış topluluklar ve toplumun en yoksulları çıkıyor. Muhtemelen bu iki hattın kesiştiği noktada yer alan toplumsal özneler bu yasal değişikliğin de esas mağdurları olacak. Bunun orta sınıflarına ne ölçüde sirayet edeceğini de beraber yaşayıp göreceğiz.
'DİYARBAKIR VE ANTAKYA ÖNEMLİ'
İkincisi, bu ölçekte bir kentsel dönüşüm kampanyasını sürdürecek finansal kaynak şu an Türkiye'de yok. Dolayısıyla hükümet, yasanın ima ettiği büyüklükte kentsel dönüşüm projelerine girişecek mi bunu bilmiyorum. Muhtemelen istese bile yapamayabilir. Dahası, yasa şu anki biçimiyle kat maliklerine belirli haklar tanıyor. Bunun pratikte nasıl gerçekleşeceğini de bilmiyoruz. Kat maliklerinin dönüşüme rıza gösterip göstermemesi yasada bir kriter olarak tanımlanmış. Rıza göstermeyenlerin mülkünün rızası hilafına açık artırmayla satılması gibi bir madde de var. Fakat buradan da rıza göstermeyenlerin kendi mülklerini kaybedeceği yönünde otomatik bir sonuca varamayız. Ama yasada böyle yazıyor olması tam anlamıyla böyle gerçekleşeceği anlamına da gelmez. Zaten asıl kırılganlık yaratan da bu denli kesif belirsizliklerin var olması. Burada temel dayanağımız ancak geçmişteki pratikler olabilir. Diyarbakır ve Antakya bu açıdan son derece önemli.
Son olarak, eğer Türkiye hâlâ seçimlerin gerçekleştiği “demokratik” bir ülke ise, iktidarın da siyasal meşruiyete ve desteğe ihtiyacı olduğunu hatırda tutmak gerekir. Kentsel politikalar alanında son 20 senelik deneyime baktığımızda AKP'nin kentsel rantın yeniden dağıtımını örgütleme gücünü başarılı biçimde elinde tuttuğunu görüyoruz.
'TOPYEKUN MÜLKSÜZLEŞTİRMEDEN ZİYADE MEVCUT EŞİTSİZLİKLER PEKİŞEBİLİR'
Çoğu zaman muhalif yorumcular ve politik aktörler mülksüzleştirmelere ve yerinden edilmelere haklı olarak işaret ediyor olsa da, aynı 20 sene kentsel rantın çoğu zaman eşitsiz olsa da yeniden dağıtılabildiği bir zaman oldu. Kentli alt orta sınıfların, eski gecekondu sahiplerinin bir şekilde bundan pay aldığını ya da pay almamış olsa dahi onun vaadiyle kendini beklenti içinde tuttuğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu yasanın da rantın yeniden dağıtımına hız vermek üzere –ki bunun eşitsiz bir dağıtım olduğunu akılda tutarak söylüyorum– işleme sokulduğunu söyleyebiliriz. Bu yönde müthiş bir toplumsal beklenti olsa da, belli ki burada asıl dert deprem değil. Sonuçta kentli orta sınıflar da dahil geniş kesimlerin topyekun mülksüzleştirildiği bir manzaradan ziyade, mevcut eşitsizliklerin pekiştiği, kentsel rantın yeniden dağıtıldığı ve halihazırda damgalanmış kesimlerin daha fazla mülksüzleştirildiği bir senaryo karşımıza çıkacak gibi görünüyor.
'Mülkiyet ve Müşterekler' üzerine (II): Barınma hakkını özel mülkiyetin ötesinde düşünmek