'Mülkiyet ve Müşterekler' üzerine (II): Barınma hakkını özel mülkiyetin ötesinde düşünmek
Deniz ÇAKMAK
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da (6306) yapılan 21 maddelik değişikliğin Meclis'ten el çabukluğuyla geçirilip yasalaştırılmasından bu yana mülkiyet meselesi etrafında yapılan tartışmalar yeniden Türkiye'nin gündemine girdi. 6 Şubat depremlerinin yarattığı tahribatı ortadan kaldırmak ve beklenen Marmara depremi nedeniyle afet riski bulunan bölgelerde kentsel dönüşüm çalışmalarıyla ilgili yargı süreçlerini hızlandırmak gibi niyetlerle açıklanan bu değişikliğin öngördüğü düzenlemeler, iktidarın geçmişteki acele kamulaştırma uygulamalarının giderek agresifleşeceği bir 'mülksüzleştirme hamlesi' olarak yorumlanıyor.
20 Ekim'de Metis Yayınları etiketiyle yayımlanan 'Mülkiyet ve Müşterekler: Türkiye’de Mülkiyetin İnşası, İcrası ve İhlali' başlıklı çalışma, tam da böyle bir gündeme tesadüf etti. Eleştirel kent çalışmaları literatürünün farklı alanlarından mülkiyet kavramına odaklanan araştırmaları bir araya getiren derleme, hem kavramsal bir tartışma yürütüyor hem de bu kavramı tarihsel bağlamına oturtarak bugün hâlâ mülkiyet üzerinden sürmekte olan bir dizi iddia ve pratiğin güncel yansımalarına odaklanıyor.
Derlemeyi hazırlayan akademisyenler Prof Dr. Begüm Özden Fırat ve Dr. Öğr. Üyesi. Fırat Genç ile kitabın açtığı yoldan, gündemdeki 'mülkiyet gaspı' tartışmasını, mülkiyetin bir kavram olarak üzerine bina ediliği müzakere ve çatışma zeminlerini, mevcut mülkiyet rejimi içinde kentsel mücadeleler etrafında biçimlenen toplumsal alternatiflerin geleceğini konuştuk.
İki kısımdan oluşan söyleşinin ikinci bölümünü Artı Gerçek okuyucularıyla paylaşıyoruz.
'KİRACI VE ÖĞRENCİ HAREKETLERİ, BARINMA HAKKINI ÖZEL MÜLKİYETİN ÖTESİNDE DÜŞÜNMEYE DAVET EDİYOR'
Mülkiyet kavramı etrafında kurulan ilişkiler, kavramın çelişkili doğası nedeniyle belki, daimi bir gerilimi de içinde barındırıyor. Kentlerde zar zor bir mülk sahibi olmuş insanların mülklerinden edilmesine hak gaspı çerçevesinde karşı çıkılıyor fakat bir taraftan da konu mülk sahipliğiyle sınırlandırılan bir çerçevede meşruiyet kazanıyor. Peki mülksüzlere ne olacak? Mülkiyet hakkı ile barınma hakkı arasındaki farkı nasıl anlamalyız ya da bu mücadelelerin eksenini hangisi üzerinde kurmak daha doğru?
Begüm Özden Fırat: Sorunuzla birlikte aklıma ilk gelen 'Barınamıyoruz Hareketi' oldu. Öğrencilerin barınma mücadelesinin kaydını tutan, yeni döneme ait, ana ekseni itibariyle öncekilerden farklı taleplerle örgütlenen bir öğrenci hareketi, hatta bir kentsel toplumsal mücadele örneği. Biz öğrenci hareketini daha ziyade üniversiteye odaklayan hatta çok dar anlamda binadan ve eğitimin verildiği mekandan ibaret düşünürken şimdi eğitimin üniversite binası ve eğitim hakkı ötesinde düşünmemizi mümkün kılıyor. Yani mücadele artık eskisi gibi sadece eğitim ücretleri ve harçlar vs. ekseninde değil, barınma ekseninde dönüyor ve barınmanın da dar anlamda mülk sahibi olduğumuz konutlar üzerinden değil, aynı zamanda (belki giderek daha da fazla) mülkiyetine sahip olmadığımız, yurtlar gibi ya da kirada yaşadığımız alanlar üzerinden döndüğü gösteriyor. Türkiye’de kiracı hareketlerine ve örgütlenmemelerine çok aşina sayılmayız. Barınma hakkını, özel mülkiyetin ötesinde bir “mesken meselesi” olarak düşünmeye davet eden, hatta zorunda bırakan bir dönemdeyiz belki de.
'HEM RIZA ÜRETEN HEM DE DEVLETE VE PİYASAYA BAĞLAYAN BİR ARAÇ'
Biraz dolanarak buraya geri döneceğim. 1950’lerde dönemin ifadesiyle “mesken meselesi” siyasi bir tartışma haline geliyor. Bu dönemde birbirinin karşı kutbunda bulunan iki konut sunum biçimi var: kentli madunların icadı olarak gecekondu ve kentli orta sınıfların mucidi olduğu apartmanlaşma olgusu. Arsa edinim süreçlerinden başlayarak konutun üretim sürecinin örgütlenmesine varacak şekilde -formel ve enformel, ruhsatlı ve kaçak— birbirilerinden farklı görünen bu iki olgu kentsel arazi ve gayrimenkulde özel mülkiyetin oluşumu açısından bakıldığında birbirinin “mütemmim cüzü.” Nihayetinde, başlangıçta bir “mesken meselesi” olarak görülen gecekondu sorunu, bir “mülkiyet meselesi” haline getirilerek peyderpey çözülür. Bu şekilde devlet toplumsal, kültürel ve mekânsal imaları olan mesken sorununun yaratacağı olası politik çatışmaların etrafından dolanır. Diğer yandan mülkiyet meselesi olarak gecekondu, yeni kentlilerin rızasını üreten, onları hem devlete hem de piyasaya bağlayan bir araç olarak iş görür.
Sonuçta her iki kentli toplumsal sınıf açısından mesken meselesinin mülkiyet meselesi olarak aşındırılması ve çözümlenmesi öylesine hegemonik bir araç haline gelir ki, o zamandan bugüne “kamusal arsaya kamusal amaçla el koymanın” etik ve politik olarak mümkün ve gerekli olduğunu savunan 1970’lerin sosyalist hareketleri bile özel ve devlet mülkiyeti ikiliğini aşan kolektif/müşterek sahiplik biçimleri üzerine bir kavramsallaştırma sunmamıştır diyebiliriz.
Bugün, özel mülkiyete dair neoliberal ortak duyunun belki de en güçlü olduğunu varsaydığımız bir dönemde, bu alternatiflerinin varlığını ve imkanlarını tartışmak zorundayız diye düşünüyorum. Bu çoklu kriz döneminde “mesken meselesini” hakiki bir barınma meselesi olarak düşünmenin, bunun siyasetini yapmanın, belki zor ama tam zamanı olduğunu söylemek mümkün.
'BARINMA SINIFSAL OLDUĞU KADAR VAROLUŞSAL BİR MESELE'
Fırat Genç: Konut tabii başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak türden bir ürün. Meta demeye bile bazen dilim varmıyor çünkü barınma ihtiyacından doğan, çok temel ve telafi edilemez bir şey konut. Bir taraftan fiziki bir ihtiyaca karşılık geliyor; kendini soğuktan ya da dış koşullardan korumak için elzem. Bunun başka alternatifi yok. Buzdolabı almak ya da bulaşık makinesi almak gibi bir şey değil; Bununla beraber evin çok varoluşsal bir tarafı da var. Kişi evini tanımladığı ve biçimlendirdiği gibi, onun tarafından tanımlanıyor da. Nihayetinde ev, ideal durumda, kendini güvende hissettiğin yer. Bütün dünyaya karşı geri çekildiğin, kapısını kapattığında başkalarından ayrıldığın alan orası. İçeride olup bitenin evin bütün sakinleri için mükemmel olmadığını unutmadan söylüyorum bunu. Orada şiddet var muhakkak. Ama nihayetinde en azından o olasılığı, tüm dünyaya karşı güvende olabilme imkanını canlı tutacak bir ideal yüklü evin üzerinde. Dolayısıyla evini kaybetmek ya da eve sahip olmamak çok yaralayıcı bir şey. Bu anlamda sınıfsal olduğu kadar varoluşsal bir mesele.
Türkiye'deki ev sahipliği ve kiracı oranlarına ilişkin güncel veriler hayli çarpıcı. TÜİK'in farklı araştırmaları var ama onlardan bir tanesine, Bina ve Konut Sayımı istatistiklerine göre Türkiye genelinde 2021 sonu itibariyle ev sahipliği oranı %56, kiracılık oranı %27. Bu oran, ev sahipliğinin bundan 10 sene öncesine göre 5-6 puan düşmüş, kiracılığın da yükselmiş olduğunu gösteriyor. Birtakım ara kategoriler de var; sahip olmadığı evde kira vermeden yaşayan, akrabasının konutunda yaşayan insanlar ya da lojmanlarda yaşayan insanlar vs. ama onlar küçük bir kesimi oluşturuyor. Bu iki ana kategoriyi düşündüğümüzde trend çok açık: Kiracılık oranı yükseliyor. İstanbul'da durum daha da dramatik. 2021 sonu itibariyle İstanbul'da ev sahibi oranı %52, kiracı oranı %37. Bu oranlara ek olarak birden fazla konuta sahip olanların ev sahipliği oranında da artış oluyor. O topluluk büyümüyor belki ama onların toplam konut sahipliği içindeki payı artıyor. Bir tekelleşme de söz konusu yani.
Biz daha öncesinde kentleşme tarihimize özgü faktörlerden ötürü ev sahipliği oranının görece yüksek olduğu bir ülkeydik ve birtakım başka ara mekanizmalar diyebileceğimiz destek mekanizmaları nedeniyle esasen hiçbir zaman bu denli akut bir konut krizi ve barınma krizi yaşamadık. Son iki senedir yaşadığımız kelimenin tam anlamıyla bir kriz. Ve az önce söylemeye çalıştığım, “ev”in varoluşsal anlamını da düşündüğümüzde bu kriz çok can yakıcı, çok acılı şekilde yaşanıyor. Bugün duyduğumuz ev sahibi ve kiracılar arasında cinayete varan olaylar belki de anomiye varan bir toplumsal çözülmenin öncü işaretleri.
Bu kriz hali önümüzdeki beş sene bugün olduğu kadar şiddetli devam etmeyebilir. Enflasyon biraz düşer, konut piyasası belki yeniden canlanır ve bir nebze düzene girer, ama biz belli ki uzunca bir süre bu yapısal gidişattan ötürü konut krizi tecrübe eden bir toplum olarak yaşamaya devam edeceğiz.
Begüm'ün işaret ettiği gibi yeni mücadele formları da doğuyor bu krizden. Henüz çok küçük küçük işaretlerini görüyoruz üniversite öğrencileri üzerinden patlak veren durum etrafında. Suyun kaynadığını gösteren işaretler bunlar. Bunun nasıl bir toplumsal mücadele formu ortaya çıkaracağını şimdiden bilemeyiz. Bu kadar büyük bir sorun, hem varoluşsal hem sınıfsal boyutu olan bir mesele olarak önümüzde duruyorsa, bizim buna toplumun geleceği açısından baktığımızda dar anlamıyla özel mülkiyet mefhumu üzerinden olmayan çareler konuşuyor olmamız lazım. Oysa ki ana eğilim konut piyasasına zaman içinde yeni ve mümkünse ucuz konutlar ekleyerek ve konut sahipliğini tabana yayarak bu sorunun aşılacağını hayal etmek. Halbuki bizim artık yeni ve yaratıcı çözümler üretmemiz, bunun için de özel mülkiyetin sınırlarının ötesinde düşünebilmemiz gerekiyor.
Piyasa böylesi bir çözüme bile kendi koşullarını dayatıyor zaten…
Fırat Genç: Evet, zaten ne öyle bir siyasal anlayış var, ne de öyle bir ideolojik yatkınlık var. Hakikaten mülkiyetin kişilerde olmadığı gerçek anlamda kooperatif modeller ya da daha bildik anlamda klasik sosyal konut modelleri de kabul görmüyor. Bir tür açmaz içerisindeyiz. Ne yazı ki mevcut politika yönelimimizle de, toplumun geneli için konuşursak, bu kültürel ve ideolojik yatkınlıklarımızla da söz konusu krizi aşamayacakmışız gibi görünüyor.
'MÜŞTEREK İLİŞKİLER TOPLUMU VE MEKANI YENİDEN ÜRETMEYE DEVAM EDİYOR'
Kitabın önemli bölümlerinden biri mülkiyetin icrasının yanı sıra ihlali, yani tam o direnç gösterilen alanlar, burada da müşterek kullanımlardan ve kentsel mücadeleler içindeki müşterekleştirme hareketlerinden söz ediyorsunuz. Müşterekler dediğimizde ne anlıyoruz? Müşterekleştirmek ne demek?
Begüm Özden Fırat: Mülkiyet rejimi kavramıyla ne kastettiğimizi belirterek başlayayım. Devletin idari, hukuki ve kadastro gibi daha teknik görünen uygulamaları ile mülkiyetin toplumsal ilişkiler alanı içerisinde vuku bulan iddia ve pratiklerini de kapsayacak şekilde düşünmemizi mümkün kılan, tarihsel olarak güç ilişkileri alanına konumlandıran, bireysel ve dağınık direnişler kadar örgütlü hareketlerle de şekillenen toplumsal alanını tarif ediyoruz. Yani rejimin işleyişi sadece yukarıdan bir takım düzenlemeler, hakların ve kurumların tarifi ve tasnifi ile değil, buna verilen toplumsal yanıtlarla da şekilleniyor. O yüzden mülkiyet rejiminin kendisini, devletli kuruluşu kadar direniş ve ihlalle de anlamamız gerekiyor. Böyle baktığımızda ihlal ve direniş mülkiyet rejimlerinin kurucu unsurları haline geliyor, istisnaları değil.
Bu tür direnişler illa ki müşterekleştirme pratikleri formunu almak zorunda değil elbette. Müşterek deyince, öncelikle mera, meydan, park ortak kullanıma tâbi fiziki mekânlardan bahsediyoruz. Müşterek, aslında fiziksel ya da fiziksel olmayan ortamları kuran ve insanlar—ve diğer canlılar ve ortam kurucu nesneler—arasındaki piyasa ve devlet dolayımı dışı ilişkileri tarif ediyor. Toplulukları hem piyasa ilişkilerinden hem de onun disipline eden öznellik biçimlerinden özerkleştiren, özellikle yeniden üretim alanını örgütleyen toplumsal pratiklerden bahsediyoruz. Buna da Peter Linebaugh’ın kavramsallaştırmasından yola çıkarak ‘müşterekleştirme pratikleri’ diyoruz. Bu pratikler bir meranın kullanım hakkı gibi hukuki nitelik taşıyabilir ve kurumsallaşabilir; kolektif doğrudan/dolaylı eylemleri içerebildiği gibi, bireysel, dağınık ve gündelik kullanımla ilişkilendirilebilir. Bir de kavramın normatif, yani ilke koyucu tarafları var. Burada müşterek olanı üreten toplumsal ilişkilenme biçimlerinin belirli niteliklerine odaklanıyoruz: meta dışı, dayanışmacı, el birlikçi, eşitlikçi ve kolektif kullanıma dayalı olması gibi... Bunlar, kâr, rant ve rekabet odaklı üretim ve yeniden üretim ilişkilerine dayalı kapitalist değerlenme biçimlerine karşı, pratikten neşet eden bir dizi açık uçlu ilkeler toplamı olarak düşünülebilir.
Sadece özel mülkiyet gözlüğüyle baktığımızda bu ilişkileri görmek pek mümkün değil. Özel mülkiyet perspektifinden coğrafyaya da baktığımızda gördüğümüz şey tapu belgeleri üzerinden işleyen, kadastro ilişkileriyle parsellenmiş, metrik olarak ölçülmüş bir takım alanlar oluyor. Oysa ki, haritalarda yer almasa da müşterek ilişkiler toplulukları da mekanları da yeniden üretmeye devam ediyor. Dolayısıyla müşterekler sadece pre-modern dönemde olan ve şimdi tamamen kaybettiğimiz bir kullanım ilişkisi değil. Bu mülkiyetin soyut, tarih dışı iddiasına karşı bayağı somut, güncel, işleyen, hatta “tıkır tıkır” da işleyen bir ilişki biçimi.
'MÜŞTEREKLEŞTİRME VE ÇİTLEME ARASINDA DİYALEKTİK BİR İLİŞKİ VAR'
Fırat Genç: Müşterekler çoğunlukla fiziki ve doğal varlıklar üzerinden düşünülür ama öyle olmak zorunda değil. Tabii tarihsel olarak baktığımızda karşımıza ilk çıkan örnekler bunlar; ormanlar, ortak kullanılan tarım alanları vs. Çünkü bunlar çoğunlukla insanların komünal olarak kullanımına açık, geçimlerini sağladıkları alanlar. Dolayısıyla müşterek pratikler ve bunların çitlenmesi buralarda ortaya çıkıyor tarihsel olarak.
Ama çitleme geçmişe özgü bir olgu değil. Bugün örneğin Hindistan’da ortak tarım alanlarının ortadan kaldırılmakta olduğunu görüyoruz. Fakat burada bizim için önemli olan o varlığın kendisindense bu pratiklerde ortaya çıkan piyasadan bir şekilde korunabilme imkanı ve becerisi. Bu da insanların zaman içerisinde oluşturduğu bir şey, kendiliğinden ya da tanrı vergisi değil. Biraz geriye gittiğimizde bu mücadelelerinde de berisinde başka mücadeleler olduğunu görmüş oluyoruz. Bunu düşünürken bir eylem olarak müşterekleştirmeyle bir başka eylem ve süreç olan çitleme arasında diyalektik bir ilişki olduğunu atlamamak gerekir. Bunlar tarih boyunca da şimdi de karşımıza birtakım müşterekleri ve onların ortadan kaldırılması süreçlerini çıkarıyor. Biz bunu geçmişe ait ve geride kalmış, bugüne sadece küçük tortuları kalmış tecrübeler olarak görme eğiliminde değiliz çünkü başından beri konuştuğumuz o kanıksanmış özel mülkiyet mefhumu bize bunu böyle düşündürtüyor. Oysa bunlar ne bu kadar azlar ne de bu kadar önemsiz. En önemlisi de bu kadar uzak ve geçmişe ait değiller. Bunlar şehrin merkezinde dahi karşımıza çıkabilir. Bazen bir parkta, bazen bir mahallede ya da bir kooperatifte örneğin.
'EMEK SİNEMASI MÜCADELESİ BİR MÜŞTEREKLEŞTİRME MÜCADELESİYDİ'
Begüm Özden Fırat: Bu önemli bir vurgu. Çünkü ekolojik müşterekleri çok rahat canlandırabiliyoruz gözümüzde ve anlayabiliyoruz, dere diyoruz ya da orman, kimseye ait değildir. Doğanın kendisini müşterekler perspektifinden anlamamız görece kolay, çünkü onun üretilmemiş olduğunu var sayıyoruz. Ancak kentin de sadece özel ve devlet mülkiyetine tabi fiziki alanlar olarak üretildiğini düşünmek oldukça yukarıdan ve teknokratik bir bakış olur. Bu aslen bir tür körleşme ve bunun temel sebebi kentsel mekânı niceliksel olarak tanımlayan, alınıp satılan, kar üreten ve ikili (özel ya da devlet) mülkiyet esasında kodlanmış̧ yapılı çevre olarak tanımlayan teknik, bilimsel, mekân temsillerinin egemenliğinde yatıyor. Gözümüzü ve gönlümüzü açtığımızda, mesela Gezi Parkı’nı şehrin merkezinde hala para harcamadan var olabildiğimiz, başkalarıyla karşılaşabildiğimiz, aylaklık edebildiğimiz ve çarka çıkabildiğimiz bir yer olduğu için mülkiyet statüsünden bağımsız olarak müşterek diyebiliyoruz. Kentsel gündelik pratikler, ya da kentsel gelenek ve göreneklerin ürettiği bu mekânlar aynı zamanda kentsel tecrübenin de örgütlendiği yerler. O yüzden Emek Sineması mücadelesini de müşterekleştirme mücadelesi olarak anlayabiliriz. Hem tarihi ve kültürel değeri olan bir binayı savunmak ve korumak anlamında ortak bir alana sahip çıkmak diye düşünebiliriz, hem de mücadelenin kendisinin Yeşilçam sokak dahil olmak üzere mekanı müşterekleştirdiğini söyleyebiliriz.
Ancak tabii bu müşterek adını verdiğimiz ortak alanların bir kısmının da (Sevinç’in derlemede yer alan makalesini örnek verebiliriz belki burada) devletin zor aygıtlarının devreye sokulmasıyla, gasp yoluyla ortaya çıktığını da söyleyelim. Bu anlamda Emek Sineması da benzer bir örnek. Varlık vergisiyle el konulmuş, gayrimüslim sahiplerinden alınmış ve daha sonra kamulaştırılmış bir bina olduğunu biliyoruz. Böyle bir hafızası da var bir yandan. Bu o sinemanın bir müşterek olma niteliğine “halel” getirmez ama tarihsel olarak çitleme ve müşterekleştirmenin birbirine ne kadar göbekten bağlı olabileceğini anlamak için iyi bir örnek gerçekten. Çünkü tarihsel seyri şöyle: varlık vergisi ödeyemediği için iflas eden şirketin tüzel niteliği olan özel mülküne el konuluyor, uzun bir süre emekli sandığına ait olarak işletiliyor ve daha sonra yine bir özel şirkete kiralanarak devrediliyor. İşte bu mülksüzleştirme katmanları arasındaki sürekliliği ve ilişkiselliği de görmemiz lazım. Bu tarihsel ve ilişkisel bakış açısı hem farklı mülkiyet rejimlerinin birbiri üzerine nasıl bina olduğunu gösteriyor bize hem de müşterekleştirme ve çitleme arasındaki ilişkinin farklı biçimlerini görmemizi sağlıyor.
'FARKLI HAREKETLERİN EŞZAMANLILIĞI VE EŞ MEKANLILIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNMEK GEREKİYOR'
Devletin ve büyük sermayenin ittifak ettiği uygulamalara karşı müşterekleştirme pratikleri bir alternatif oluşturabilir mi sahiden?
Begüm Özden Fırat: 2001 sonrası sermaye birikim modeli daha ziyade ortak kullanım alanlarını gasp etmeye yönelik, inşaata ve enerjiye dayalı büyümeye yöneldi. Bununla beraber 2005’te HES karşıtı, termik santral karşıtı mücadeleler başladı kırsal alanlarda da sonra bunları kentlerde doğrudan müşterek olarak düşünülmeyen ama kentlilerin ortak kent tecrübesinde yer tutan Emek Sineması, Haliç tersanesi ve Haydarpaşa garı gibi kentsel mücadeleler takip etti.
2000’lerin ortasından itibaren toplumsal muhalefetin ve belki bizim de müşterekler meselesini bu kadar önemsememizin sebebi o dönemde, bu birbirinden farklı, tekil ve kopuk görünen biri kırda biri kentte ve kentin de farklı yerlerinde sürmekte olan mücadelelerin ortaklığının politik bir örgütlenmeye dönüştürülebileceğine dair bir umuttu diyeyim. Bu tekil mücadelelerin ortaklaşabilme ihtimaliydi daha doğrusu. Bunun şimdiye kadar bu şekilde işlemediğini görmüş olmak bundan sonra yeniden olamayacağı anlamına gelmiyor. Fakat bu tekil örneklerin ötesinde muhtemelen farklı politik dinamikleri de örgütleyebilecek başka araçlara da ihtiyacımız var. Dolayısıyla bir reçete değil burada konuştuğumuz ama benzer bir düşmana karşı mücadele veren, ayrı yerellerde ve ayrı sınıfsal kompozisyonlara sahip mücadelelerin birbirleriyle diyalog kurmasındaki politik örgütlenmenin kurulmasında duygusal ortaklık önemli bir zemin muhakkak.
Benim unutamadığım bir örnek var o anlamda: Emek Sineması için yapılan bir eyleme, o dönemde eşzamanlı olarak termik santral inşasına karşı zeytinliklerini savunan Yırca’dan, bir fotoğraf geldi. El çabukluğuyla üzerine ‘Zeytin Bizim Emeğimiz’ yazılmış bir karton döviz arkasında poz vermişti direnişçiler. Oradaki zeytinin bizim burada savunduğumuz Emek (sinema) ile bir ve aynı şey olduğunu ifade eden, hayatımda duyduğum en güzel sloganlardan bir tanesiydi. Sözünü ettiğimiz tabii gönülden bir dayanışma, bunun işleyen bir örgütlenmeye nasıl çevrilebileceği ya da bunun gerekli olup olmadığı konusunda en azından tecrübemiz şunu söylüyor: Bu kendiliğinden işleyen bir süreç değil. Bu sebeple farklı mekanlarda gerçekleşen hareketlerin birbirleriyle eş zamanlılığını ve eş mekanlılığını görmek ve bunun üzerine yeniden düşünmek gerek belki. 2000’lerin başındaki müşterekler mücadelesinden bugüne Karadeniz’de Senoz Vadisi’nde HES inşaatına karşı nöbet tutan gençlerle İstanbul’un gecekondu mahallelerindeki gençlerin bir ve aynı zamanı ve mücadeleyi paylaştıklarına dair bir hissin kalmış olduğunu düşünüyorum. Hareketlerin geri çekildiği bu dönemde geçmiş dönemin bakiyesi üzerine tefekkür etmenin zamanı. Bugünü belki bir tür mayalanma ya da kuluçka dönemi olarak değerlendirmek ve çuvalladığımız yerden hareketlerin tecrübesini tartışmaya açmak gerekli sanıyorum.
Genç ve Fırat ile 'Mülkiyet ve Müşterekler' üzerine (I): 'Hiç kapanmayan bir çatışma alanı'