Murathan Mungan'ın yeni romanı 995 km: Failin gözüyle 90'lı yıllar
Merve KÜÇÜKSARP
Usta edebiyatçı Murathan Mungan’ın otuz yıl içerisinde kaleme aldığı romanı “995 km”, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından yayımlandı. “995 km” , Türkiye’nin karanlık yılları olarak addedilen doksanlı yıllarda, Kürt aydın Musa Anter’in öldürülmesiyle başlayarak, o dönemin girift ilişkilerine ışık tutuyor, artık çoktan zaman aşımına uğrayan faili meçhul cinayetlere göndermeler yaparak toplumsal belleği tazeliyor. İhtiva ettiği polisiye öğelerle ise sürükleyici bir okuma deneyimi ortaya koyuyor.
“995 km”, Türkçe edebiyatta kaleme alınan diğer polisiyelerden bir hayli farklı. Dünyanın pek çok ülkesinde polisiye romanlarda, bir katil işlediği cinayetleri ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyorken, Türkçe edebiyatta yazarlar daha ziyade polisin gözünden anlatmayı yeğliyorlar. Ülkemizdeki kültürel kodlara kadar işlemiş fanatik temayüller, ahalinin bir filmle, bir kitap ya da fikirle arasına mesafe koyamayıp onunla özdeşleşme yahut ondan nefret etme gibi iki ruh haleti arasında savrulma ihtimalini yarattığından olsa gerek, polisiye yazarlarına kadrajlarını masum/haklı olanın dünyasına yerleştirmek, okura oradan seslenmek daha güvenli geliyor.
Oysa Murathan Mungan ‘995 km’de risk alarak, bu kez projektörü suçlu/cani olanın dünyasına tutuyor. Bir insanın gözünü kırpmadan cinayet işleyecek hale dönüşmesinin arkasında yatan ailevi ve dünyevi sebepleri irdeliyor, onu fanatikleştiren uhrevi inançların da sırrını kazıyor. Ancak bunu Orhan Pamuk’un “Roman ötekine şefkatle bakma sanatıdır” deyişine direnerek, katile, -evet onu katil yapan bir sistemi anlatarak, buna rağmen- şefkat göstermeden, ona bir isim vermeden, üçüncü tekil şahıs anlatıcıyı memur tayin ederek, mesafeli ve usta bir dille yapıyor. Katilin dört gününü, kimi zaman geçmişe dönüşlerle anlatıyor.
Mungan bizi 90'ların karanlık günlerine geri götürüyor, o dönemin acı verici kimi olaylarını ve ilişkilerini hatırlatıyor. Keza roman, söz konusu katilin Samet Baran isimli bir Kürt gazeteci ve aydını otelden alıp tenhaya götürerek “JEM’in kararı ve “Cihadın Askerleri” isimli örgütün emriyle öldürmesiyle başlıyor. Romandaki olayların ve kişilerin gerçek olduğunu söyleşilerinde belirten Mungan’ın “Koca Çınar” lakaplı Samet Baran karakteri ile gazeteci - yazar ve Kürtler arasında “Bilge Çınar" olarak anılan Musa Anter’e gönderme yaptığını tahmin etmek de zor olmasa gerek!
Hatırlamayanlarımız varsa şayet, gazeteci yazar Musa Anter 20 Eylül 1992’de, Diyarbakır’da kaldığı otelden alınarak öldürülür. Eski JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan, Anter’in JİTEM tarafından öldürüldüğünü açıklar. Susurluk Raporunda ise Anter’in Yeşil kod adlı Mahmud Yıldırım tarafından öldürüldüğü belirtilir. Ancak ailesinin ve avukatlarının yıllar süren çabalarına rağmen soruşturmalar nihayete ulaşmaz ve en son 21 Eylül 2022’de Anter davası zaman aşımına uğrayarak kapatılır.
Diğer yandan romanda gerçekle kurgu arasında yarıklar da bulunur. Keza Musa Anter otelden arkadaşı Orhan Miroğlu ile alınır, Miroğlu yaralanarak kurtulur. Romanda ise Samet Baran’ın otelden birlikte alınacağı arkadaşı Agit cinayet gecesi otele gelmez. Roman boyunca ismi sık sık zikredilen ancak sahneye çıkmayan Agit’in cinayet gecesi neden ortalarda görünmediği hem okurun, hem de katilin zihnini kurcalar. Samet Baran’ın öldürüleceğini bilen Agit, nasıl bir hesap içine girmiştir ki, ortadan kaybolmuştur! Romana merak ve sürükleyicilik katan unsurlardan biri de, Agit’in akıbetidir.
YAKIN TARİHE BİR YOLCULUK
‘995 km’, isminden de anlaşılacağı gibi bir yolculuk kitabı. Katil bindiği otobüste 995 km yol kat ederken hem kendi kişisel tarihinde, onun geçmişinden bugüne taşıyan koşullar içinde yolculuk yapıyor, hem de -kitapta Mungan’ın her şeyin miladı olarak addettiği- 1980 darbesinden 90'lı yıllara dek ülkenin siyasi atmosferinde okuru dolaştırıyor. Mungan, katilin iç dünyasına, onu katil yapan koşullara değiniyor, köhneleşmiş gelenek ve inançları taşlıyor. Gaston Bachelard’ın cevabını aradığı “Aile korunaklı bir liman mı, yoksa insanın içindeki kötülüklerin membaı mı?” sorusunun izini sürüyor, bir katilin penceresinden bakarak köklerden ve sevgi dolu bir yuvadan yoksun olmanın insanı nasıl yozlaştırdığını gösteriyor.
Gerçekten de romanın başkişisi olan katil, kendi derisinin içerisinde yaşayan, kimseyle bağ kurmayan biridir. Üstelik yalnızca fiziki ya da duygusal değil, pek çok bağ ve bağlantıdan
kaçınır. Görünüşü ile tavırları ile iz bırakmadan yaşar. Var olmak ile olmamak arasında sıkışıp kalmış, bir gölgedir.
Katil bir yandan da görevlerini ustalıkla yerine getirmektedir. Bunu hayatı, dini ve ahlakı sorgulamadan yapar. Sorgusuzca itaat eder. Verilen göreve körü körüne itaat etmek fikri aynı zamanda Hannah Arendt’in Nürberg Mahkemelerinde yaptığı gözlemler sonucu “Kötülüğün Sıradanlığı”na dair vardığı fikirleri akla getirir. Muhakeme yeteneğinden yoksun, var oluşunu tamamlayamayan, bireyleşememiş birinin, bir cinayeti sıradan bir görev olarak görmesi kötülüğün, caniliğin sıradanlaşmasına, nice “dava”nın içinde yeşermesine misaldir.
Murathan Mungan dönemin haritasını çizerken, bir yandan da çeşitli kurum ve kuruluşların derinlerine mevzilenen yapılardan, siyasal İslam’ın devletin ve ordunun içine sızan unsurlarından bahseder. Romanda Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ve İslami Feminist Konca Kuriş cinayetleri açık açık anlatılmasa da, onların “Cihadın Askerleri” tarafından infaz edilmesine giden süreçten enikonu bahsedilir.
PSİKOLOJİK DERİNLİK
‘995 km’, hayata ve insan psikolojisine dair derinlikli saptamaları da ihtiva ediyor aynı zamanda.
“Acının sınırı vardır, ama kaygının yoktur. Sorgulamanın başarısı çektirdiği acıya değil, uyandırdığı kaygıya bağlıdır.”
“Eğer örtünüp saklananı ininden çıkarmaya yaramayacaksa kendi üstünü açmayacaksın.”
“Her bilgi günün birinde silah olmayı bekler.”
“Savaşın sonunu ancak ölüler bilir.”
“Kurt avına dikkat kesilir, tabiatın teferruatlarına değil.”
Bunlar romanda yaşam ve ölüm üzerine Mungan’ın birikim imbiğinden damıtarak mürekkebine akıttığı sözlerden yalnızca bazılarıdır.
Murathan Mungan, “995 km”’de ülkenin karanlık bir dönemi olan doksanlı yıllarda Diyarbakır’da işlenen bir faili meçhul cinayetten yola çıkarak devletin içinden birtakım unsurların örgütlerle bağlantısını siyasi ve polisiye bir düzlemde anlatırken, aynı zamanda okuru, “davası”na inandırılan soğukkanlı bir katilin ruhunun derinliklerinde dolaştırıyor, psikolojik derinliğiyle zihin açıcı bir okuma deneyimi sunuyor.