Neden yazıyorum?
Artı Gerçek - Metin, kısacık ömürlerimizden yola çıkarak sandığımız gibi statik, donmuş ya da kalıplaşmış bir yapı değil. Metnin de bir tarihi var. Hep bu dille konuşmadık, derdimizi hep aynı şekilde dile getirmedik, yüzyıllardır aynı şekilde yazmıyoruz. Edebi metin, gündelik yaşamdan farklı biçimde kullandığı kendine özgü dil, gerçeklikle kurduğu ilişki, estetik algısı, anlamlar yaratma gücüyle, sürekli değişim dönüşüm halinde. Metinlerde aşk, ölüm, ayrılık, adalet gibi genel temaların aslında hiç değişmediği iddia edilse de kesin olan şu: Metin, yaşayan bir olgu. Bir tarihi ve hikâyesi var.
Metnin, tarih içindeki yolculuğunda, değişip dönüşmesinde, uzayıp kısalmasında, açık ya da kapalı uçlu oluşunda, derdini anlatabileceği dili ve sözcükleri bulmasında belki de yazar sadece bir araç. Metin, uygun kişiyi bulduğunda kendini yazdırıyor. Peki, uygun kişi kim? Bir seçilmiş mi yoksa yeterli koşullara sahip kişi mi? Yeteri kadar arızalı (belki de sıradan), yeteri kadar cesur (belki de korkak), yeteri kadar iradeli (belki de çaresiz), yeni bir sözü olan (belki de yapacak hiçbir şeyi olmayan) biri mi? Yoksa Tanrı sözünün yeryüzündeki aracısı mı?
“Yazar kimdir?” sorusundan daha önemli olan, “Yazar, ne için yazar?” sorusudur aslında. Bu soruya verilen cevap, yazarın kim olduğu bilgisini de içinde saklar. Bu soruya Sait Faik, yazan herkesin hâlâ kulaklarında çınlayan şu yanıtı verir: “Yazmasam deli olacaktım.” Sait Faik bu cümleyi bir röportajında söylememiştir, Haritada Bir Nokta adlı öyküsünün son paragrafında öykü kahramanının ağzından dökülen bu sözler, gerçekte Sait Faik’in yazma tavrını da ortaya koyar:
“Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”1
Sait Faik, dünyevi hırslardan biri olarak gördüğü yazmayı da bırakmak istiyor. Sade, namuslu, hırstan, hiddetten uzak bir yaşamın hayalini kuruyor. Bir Ada’da, yuvadaymışçasına sessiz, sakin, huzurla yaşamak, belki de sadece “haritada bir nokta” olan o yerde, iyi insanlar arasında kaybolmak istiyor. Ama dünya böyle bir yer değil. Dünyada açlık, yoksulluk, çıkar, kin, nefret, haksızlık ve acı var. “Deli” ya da ölü olmadıkça görmemek elde değil, o nedenle yazmak zorunda kalıyor. Yaşayabilmek, katlanabilmek, deli olmamak için…
“Neden yazıyorum?” sorusu sadece Sait Faik’i değil, tarih boyunca yazan herkesi meşgul ediyor. Sahi, bu çileye neden katlanıyoruz? Yazarın hayatında adeta onulmaz, çaresiz bir hastalık, hatta nevrotik bir nöbete benzetilen bu “doğurma/yaratma” eylemi neden vazgeçilmez?
“Yazmak bir köpeğin hayatı gibidir ama yaşamaya değer tek hayat da odur.” diyen Gustave Flaubert de, realist akımın öncüsü bir başyapıt olan Madame Bovary’i çileler içinde yazmıştır. Neredeyse bir “keşiş” ya da “aziz” gibi yaşayan Flaubert, “Madam Bovary, c'est moi!” (Madame Bovary benim!) diyerek yaşadığı çağa tanıklık düzeyini ortaya koyar. Bu özdeşleşme, kanayarak, can yakarak, ölüp dirilerek, köpekçe yaşayarak, çokça yaşamdan vazgeçerek ortaya çıkar. Jean Rousset’in, modern edebiyattaki ilk soyut yazar olarak tanımladığı Flaubert'in yaşamı somut yokluklar, büyük acılar içinde geçer, Flaubert yazma çilesini yaşamanın önüne koyar ve kabullenir. Peki, günümüzden neredeyse iki asır öncesinde, 1800’lerde yaşamış Flaubert’in yazmak hakkındaki sözlerinin işaret ettiği gerçek bugün değişti mi?
Yazma eylemi sırasında yaşanan özdeşleşme ve kişiyi yazmaya zorunlu bırakan o büyük insani “dert” yüzyıllar boyunca eksilmemiş, belki de katlanarak artmıştır. Nasıl artmasın ki? Dünya, geçmişten bugüne daha iyi bir yer olmamış, şiddetin, kötülüğün, acının ve vahşetin seviyesi derinleşmiştir. Yazarın neden yazdığı sorusu, tüm bu gerçekliklerle bağlantılıdır. Yazar bu “çile”ye neden katlanmaktadır? Yazarın nasıl bir bilinci, iradesi ya da umudu vardır ki yaşadığı günün prangalarından kurtulup geleceği hayal edebilmektedir? Hem bugünün sert gerçeklerini görüp sezebilmek, hem de gelecek dünyayı hayal edebilmek ve bu yeni dünyanın kelimelerini bulabilmek nasıl bir kafa ve yürek gerektirir?
David Naimon’ın “Hayal gücünün yazarı” olarak tanımladığı Ursula K. Le Guin, gerçek ve hayalin edebi ilişkisi konusunda şöyle der:
“Ve çok geçmeden keşfedecektim ki dilbilgisi, sözdizimi, cümle yapısı gibi en sıradan şeyler bile arkalarındaki ve ötelerindeki görünmez, tabiri caizse büyülü bir şey tarafından hayata geçiriliyordu. Cümlelerimizin uzunluğu, temposu, tınısı, kullandığımız kipler, bakış açıları, zamirler – bunların hepsinin kendi tarihleri, kendi hikâyeleri, siyasi ve kültürel içerimleri vardı ve her biri, hayal edilen bir geleceğin inşasında iyi ya da kötü yönde birer yapıtaşı, somut birer adım olabilirdi.”2
Kelimeler, cümleler, kitaplar mı geleceğin yapıtaşı olacak? Elimizdeki gerçek silahlar bunlar mı? Metin, bu kadar önemli mi? Bir nükleer tehdit karşısında iyot tabletleri ve gaz maskelerine değil de metinlere mi sarılmalıyız?
Öyleyse, tekrar sormalı: Neden yazıyoruz? Bu “çile” neden?
Le Guin’den hareketle söylersek, “Gelecek için…” Şimdiyi anlamak, geleceği kurtarmak için. Tabii ki kendimizi de.
1 Faik, Sait Abasıyanık. (2009). Son Kuşlar, Haritada Bir Nokta, s. 61.
2 Ursula K. Le Guin, (2020). Yazma Üzerine Sohbetler, Metis Yayınları, s. 19.