Şiir doğuran öyküler
Sadece kadınlar doğurmaz, onların doğurdukları da doğurur. Onlar öykü doğurur, öyküleri de büyür şiir doğurur. Güler Kalem’in o güzelim öykü kitabı, Toprak Duman ve Kedi de tam olarak böyle işte. Kendi doğurganlıklarını da yazdıklarına verir bazı kalemler.
Özgeçmişsiz bir öykü: Güler Kalem.
"Toprak, Duman ve Kedi" daha önce hiç tanımadığım Güler Kalem’in kaleminden çıkıp geldi. Son yıllarda sanırım okuduğum ve en etkilendiğim kilim kilim öyküler, bir öykü kilimi aslında…
Hiç büyümeyen birinin hafızasındaki yapraklı küpelerden "yaprak yaprak bir derdi büyüten" hikâyeler... Girince çıkmak istemediğin bir dil, bir anlatı… Mutluluğu, yaralanmış bir geçmişi, kentlerin kuytuluklarındaki sesi insana bulaştıran bir virüs gibi adeta öyküler.
Bazı hikâyeleri insan sanki birlikte yazıyor gibi yazarıyla. Ziyaret kayasına gittim bir anda, yıllar önceme, sekiz dokuz yaşlarıma, yetim yemeklerine. Beni yıllar öncesine götüren bir evin tahta kapısına başka yerlerden de yollar varmış, bunu öğrendim. Bir şeyi öğretmiyor yazar ama bir şeyi öğreniyoruz biz. "Güler Kalem" soyadını ustaca kullanmış, gittiği yolun götürdüğü tahta kapıyı da olduğu gibi söküp hikâyenin içine koymuş, hikâyesindeki tahta kapılara yeşil çaputlar bağlamış. Bu kapılar duygu kapısı, bu kapılar dünya kapısı, bu kapılar bir sessizlik kadısının kadın kapıları...
Kitapta bir salıncağa biner gibisin, kuşların dilinin bağlı olduğunu görüyorsun, bu defa da salıncağın tam ortasına boynu düşüyor insanın. Söz kırılır, yas tutamazsın, bağırıp çağıramazsın karşın duvar içi katı bir yalnızlık, arkan duvar içi sonsuz boşluk, sağın ve solun duvar içi kimsenin işitemeyeceği bir ıssızlık.
Tüfeğinin namlusunu öpen yorgun bir asker, gözlerini tavana diker, altındaki tabureyi okumak istersin, vakit kalmamıştır ve gözlerini geride bırakıp gider hikâyesi…
Bazı hikâyeler sadece yazılır, bazıları sadece okunur. Güler Kalem’in hikâyeleri okutmuyor sadece, içine girdiğinde yazdırıyor da insana. Yazdıran hikâyeler, içinde gizli şiirleri de susturan "Toprak, Duman ve Kedi" çengellere sözleri asmamış, ödenecek faturaların yekûnunu da asmış.
Hadi senin deyiminle yine, "hadi her şeyden vaz geçtim de…" deyip çengellere bunca güzel bir anlatıyı nasıl da güzel asmışsın ve çengeldeki depresyon hırkalı bir kadına karşı payımıza düşenleri nasıl da yansıtmışsın, sorguda gibiydim, yüzüm incindi okurken, az da olsa "bir umut var" dedim.
Şu İstanbul’da kalan son bir parçaya bakıp bakıp yine de umut var dedim!
Kılı kırk yaran bir yol alırsın bazen ama yine de bulduğuna varamazsın bir ömür. Katre-i Umman ile Malatya’ya gidiyorsun. Bilenler bilir Malatya- Elbistan yol ayrımını, biraz Somuncu Baba az ileride de Sivas. Yangın külleri açan Sivas’ı hatırladığımda nedense hep bir tren uğultusu bir yangına eşlik eder.
Hiçbir şeyin tam da yolunda gitmediği bugünlerde mutlu olmak çoğu insan için görmezden gelme konusunda ustalaşmak oldu. Tam da buraya gittim işte, bu yol ayrımına. Sözcüklerin ruhunu okşayıp uzaktan birine, binlerce kilometre uzaktan birine katre olurken sen, o birileri de artık faturasını ödeyemeyeceğim bu işin deyip, kapılara kilit vuruyor… İşte bu yol ayrımındayız bugün, kendisine katre olduğun insan artık kendi ummanında sana sadece gözlerini kapatıyor. Tam da bugünlerdeyiz!
Aç kollarını diyorsun "İgor’un Atı"na... Ahh su, suu nerdesin derken, damağında çatal dilli bir yılan oluyor yalnızlık. Ürkek yabancı bir at gibi insan. Savaş naralarının gün yüzüne koştuğu, ekranların ruhumuzu bombaladığı şu günlerde, İgor’un Atı bir kaçışı, özgürlüğün ağzına vuran küçücük bir katre ışığın içinden bir kaçışı, o incecik boğazın artık yırtılması gerektiğini söylüyor "İgor’un Atı"...
Bir at, bir taş, bir zaman, bir kalem yahut bir kelam eğer size terk etmeyi de öğretiyorsa, o da terk eden ve ettiren kadar güçlüdür. Özgürlük buradan çıkar.
Kentlerin terk ettiği yüzünü yazmışsın insana, susuzluğunu hatırlatan çeşmenin duruşu var bu kitapta. Öykü içinde öykü, gece içinde gece var. Bazen yalnızlık içinde umutsuz taşların izini görsen de…
Bir kitap yazdırıyorsa insana, o kitap olmuştur işte, insanı susturup al kalemi eline der gibi "Toprak, Duman ve Kedi" .
Her şey danteldendi derken bile, bir baloncuğun içindeki hikâyeyi, kırmadan dökmeden çıkarıp bize, okurlarına vermiş "Taş Köprü" ’ye giderken.
"Zaman yaşlı bir köpek gibi bakıyor gözleriyle"
…
"Buradayım, işte geldim, ben yine eski ben ’im, ya sen?"
Hikâyenin içinden geçen kurşun cümleler işte...
Kahkaha atarken sonra "naura"yı öğreniyorsun, gözlerin dolu dolu oluyor, kaybettiğin birinin buluttan yüzüne üşüyorsun durduk yere, sonra kendini kaybedip bu defa da kendini arıyorsun…
"Herkes uykudayken, sırtımı sessizliğe dayıyorum, sokak lambalarını ışıltılı bir asa yapıp, ufak adımlarla arşınlamaya başlıyorum kaldırımları. Sanki hiç gezmediğim, görmediğim ve dokusunu ömrümce hissetmediğim sokaklardan geçiyorum. Her gördüğüm sokak başı hafızamı zorlayan bir girinti…"
(Güler Kalem)
Ben de aldırış etmeden yürümeye devam ediyorum. Adana, Antakya biraz da Antep ve Malatya ve hikâyesini tamamlayamadığım Halep Caddesi ve kese kâğıtlarına sarılı bir hayat… "Hesapsız kitapsız konuş benimle" dese de yazar, buraya insanı sürükleyeceğini bilmeli bu hikâyelerin insanı.
Geleceğin alfabesine doğru yol alırken biz, kuzeye doğru gidenlerin türküsü gibi adres gibi bağıran bir ses "yas ağacı" gibi anneannemizin yeşil damarlı ellerine götürüyor bizi.
Bu ses ne!
Bu ses!
Bu!
"bizi öldürenlerin sesi…"
Sonra kalem söyledi ben yazdım, ben yazdım kalem söyledi.
İşte şiir doğuran hikâyenin hikâyesi...
KATI BİR ÖLÜMÜ YAZANLARA...
gözlerinize baka baka gideceğim o gün.
bir çizgi gibi duran odamdaki şu borudan acınızı içime çeker gibi gözlerinize bakacağım, karşımda duran şu resminize ağız dolusu baka baka...
son sözümü dudaklarım arasında kurumuş bir köpük tanesi olarak armağan edeceğim size!
kınındaki o kibrit kokusundan alacaksınız o son titreyişi...
ve o gün,
en güzel gül yapraklarını armağan edeceğim size.
kulağınıza bir orman fısıldayacak.
durmayın, yakın artık kendinizi diyecek bu taş dünya!