'Sweet Home Adana'nın yönetmeni Nagehan Uskan: 'Bu benim için köklerini bulamamanın filmi'

'Sweet Home Adana'nın yönetmeni Nagehan Uskan: 'Bu benim için köklerini bulamamanın filmi'
Adana’da 1909 yılında Ermenilere yönelik katliamı ve mülkiyetlerinin gasp edilmesini, zorla Müslümanlaştırılmış Marie'nin öyküsü üzerinden 'Sweet Home Adana' belgeseli ile anlatan yönetmen Nagehan Uskan, "Bu benim için köklerini bulamamanın filmi" dedi.

Sinan ŞAHİN


ANTEP- Documentarist 17. İstanbul Belgesel Günleri Festivali'nden 'Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü' alan 'Sweet Home Adana' kısa filminin yönetmeni Nagehan Uskan, Nar Sanat Derneği ve Dersim Yenigün'ün ortaklığıyla Antep'te düzenlenen Habbe Kısa Film Günleri'nin konuğu oldu.

Uskan ile büyük anneannesinin öyküsü üzerinden anlattığı 'Sweet Home Adana' belgesini, sansür ve otosansürü, bağımsız sinemacıların yaşadığı sorunları, belgesel sinemayı ve alternatif festivalleri konuştuk.

'BU SADECE BENİM DEĞİL MİLYONLARCA İNSANIN HİKAYESİ'

İstanbul Documentarist Belgesel Günleri Festivali'nde ‘Sweet Home Adana’ belgeseli ile ödül aldınız. Bu belgeseli çekmeye nasıl karar verdiniz?

İlk olarak 2009 yılında yaptığım bir Ermenistan gezisi sonucu bu fikir oluştu. Sözlü tarih üzerine bana ulaşamayan ve arşivlerde bulamadığım bir gerçeği deşmek istedim. Ama bir yandan benim için politik bir hikaye. Onun için bu kök ve anneanne hikayesi olarak görülse de çok daha geniş bir boyutu var. Bu boyutu beni daha çok çekti ve harekete geçirdi. Bu şekilde Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları olarak 4 milyon kişinin Türkiye’de yaşadığı söyleniyor. Bu sadece benim değil, milyonlarca insanın hikayesi.

'KARAR VERME SÜRECİ, FİLMİ ÇEKME SÜRECİNDEN DAHA ZORDU'

Bu filmi yapmadan önce bir çok arkadaşım, 'bu hikayenin filmini yapmalısın' diyordu ama ben öyle bir yerden yaklaşmak istemiyordum. Çünkü bu mesele maalesef mağduriyet hikayesine dönüştürülmeye çok açık ve doğru dengeyi bulmanın zor olacağını düşündüm. 2016-2017 yıllarında Adana’da Ermeni ve Rum mekanları üzerine uzun bir saha araştırması yapmıştık. Orada gezdikçe, mekanları gördükçe katman katman fikir oluştu. Üzerinden neredeyse 7 yıl geçti. Karar verme aşaması çekmekten çok daha uzun ve zordu. Filmin senaryosu oluştuktan sonra, bir de çekebileceğim fona ulaşınca çok daha hızlı aktı. Her ne kadar bu süreçte de birkaç kez vazgeçip tekrar başlasam da... Ekibi kurup filmi çekmek ve sonlandırmak bir yıllık bir süreçte oldu. Ama o fikri oluşturmam, karar vermem ve kendi kendimi ikna etmem çok daha uzun bir sürece yayılıyor.

'ERMENİ HAFIZASI ÜZERİNDEN BAKTIM ADANA'YA'

Belgeselin girişinde ters yüz olmuş ve parça parça gösterilen mekanlar var. Bunlar neyi ifade ediyor?

Uzun süre sessiz sinema ile ilgilendim. Sessiz sinema döneminde şehir senfonisi belgeselleri var. Yönetmenler şehirler üzerine deneysel diyebileceğimiz belgeseller yapıyorlar. Dziga Vertov’un 'Kameralı Adam'ı da bir nevi şehir senfonisi. Jean Vigo’nun 'Nice Hakkında' (1930) filmi de… Ben bu şehir senfonisi estetiğinden çok etkilendim. Onlarda genelde bu tarz yaklaşımlar var. Dertleri benimkinden farklı olsa da bunun gibi şehre başka bakışlar, çoğu kez yamuk bakışlar… Biraz şöyle bir şey; sinema aracılığıyla gözün göremediğini göstermek... Bunu kendi filmimde denemek bir bakıma o filmlere şapka çıkartmak olarak da görülebilir. Ben de burada Adana’ya gidiyorum ve Adana'ya bambaşka bir yerden bakıyorum. Çok gündeme gelmeyen Ermeni hafızası üzerinden bakıyorum Adana'ya. O ters yüz olmuş görüntüler biraz da o yüzden. Parçacıklı olması ise filmde bir bütünlük yok aslında. Çünkü temsil edilmesi imkânsız bir mesele. Oradan bakıyorum, buradan bakıyorum ve bir parçasını yakalamaya çalışıyorum. O bir prolog (öndeyiş) gibi. Adana’ya giriş. Benim Adana'ya girişim.

'HALKLARIN HAFIZASINI HATIRLAMAK ÜZERİNDEN KENDİ YARALARIMIZI SARABİLİRİZ'

'Sweet Home Adana' ile ne arıyordunuz ve ne buldunuz?

Kökler meselesi hep gündemimde oldu. Son dönemlerde kök arayan belgesellere çok rastladım. Benim köklerimse gerçek bir bilinmezlik içeriyor. Aslında bilinememesi meselesini dert etmeyi bıraktım. Çünkü o koordinatları tam olarak bilmenin önemli olmadığını anladım ama mekanların ve halkların hafızasını hatırlamak üzerinden kendi kişisel yaralarımızı sarabileceğimize karar verdim. O filmde kendimi şöyle bir ikna sürecim oldu; Adana’nın Ermeni hafızasını daha geniş anlamda hatırlatmanın bunun bir biçimi olacağını, böyle bir yaklaşımın daha fazla insana ulaşabileceğini, doğrudan temas edeceğini düşündüm. Onun için bu bir kimlik arayışı filmi değil. Kökleri bulamamanın da bir filmi olabilir mi? Hep köyüne dönmenin, köklerini bulmanın filmi oluyor. Bu, gidecek bir köyü olamamanın, köklerini bulmamanın filmi. Benim için bu'silinme' ve 'unutturma' mekanizmalarına dokunmak, yokluk ve bilinmezliğin arka planındakileri gündeme getirmek önemliydi. Aksi taktirde yokluğu temsil etmek imkânsız. Ben bu yokluğu ancak böyle ifade edebildim.

'DEFİNECİLİKLE BİRLİKTE DEVAM EDEN BİR YIKIM SÜRECİ VAR'

Filmde, Ermeni varlıklarının yakınlarında define arayanların çektiği videolar var. Sizin de orada bir arayışınız var aynı zamanda. Bir yandan sizin yaşanan tahribatı onarmaya dönük bir arayışınız var, diğer yandan da o tahribatın izleri üzerinden devam eden başka bir tahribat. Bu arayışların kesişmesini biraz anlatır mısınız?

Evet, orada bir yandan da o yokluğu ararken bir yandan da süregiden bir yıkım da vardı. Belgesel Zabel Yesayan’ın 'Yıkıntılar Arasında' metnine de uğruyor bir yandan. Farklı biçimde de olsa Walter Benjamin’in 'diyalektik imge'sini de hatırlatıyor. "Geçmiş aslında geçmemiştir" dedirten farklı zamanların çakışması. Ziyaret ettiğimiz Ermeni mekanlarının çoğunun yanında mutlaka bir define çukuru bulunuyordu. Yüz yıldan fazla zaman geçse de tahribat devam ediyor. Bu öğeyi biraz kendi yararıma kullanmak istedim çünkü konuya yaklaşmamı kolaylaştırdı. Orda bir humour (mizah) var. Biraz trajikomik bile olabilir ama ikinizin de arayışları bana biraz paralel geldi. Benim yatay aradığım şeyi onlar dikey arıyordu. Sonunda ikimizin de arayışı başarısızlıkla sonuçlanıyor. Bir yandan da bu defineciliğin sadece birkaç maceraperestin akıldışı hobisi olmaktan daha öte olduğu gerçeği var. Türkiye’deki burjuva sınıfı gayrimüslimlerin malına el koyarak zengin oldu. Bunun böyle bir okuması da var benim gözümde.

'BELGESEL SİNEMA ÖNEMLİ BİR DİRENİŞ BİÇİMİ'

Yaygınlaşan belgesel sinemanın geldiği aşamayı nasıl görüyorsunuz?

Belgesel sinema bizim için önemli bir direniş biçimi ve Türkiye’de özellikle de son 20 yılda çok iyi örneklerini gördük, kolektif belleğimiz adına çok değerliydi bunlar. Anlatılamayan birçok hikaye belgesel sinemayla gündeme geldi, önemli tanıklıklar oluştu. Kürt sinemacılar Kürt tarihini bu belgeselleriyle aşağıdan bir tavırla tekrar yazdılar. Özellikle sözlü tarih üzerinden gündeme getirdiği hikayelerle konuşulması tabu olan meseleleri dinledik. Belgesel sinemanın tarihinde bizim bakış açılarımızdan tekrar yazılabilme kapasitesi var. Her türlü baskı ve kısıtlamalara rağmen de belgeseller yapılmaya devam ediliyor.

'KENDİ ALTERNATİF ALANLARIMIZI GELİŞTİRMELİYİZ'

'Kanun Hükmü'nün Antalya Film Festivali'nden çıkarılmasıyla birlikte sansür-otosansür konusu ile ilgili tartışmalar yeniden gündeme geldi. Finansal destek ve festivallerde yer alma kaygısının yönetmenleri baskı altına aldığına dair ciddi tartışmalar yapıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soruyu cevaplarken sansürleyeceğim kendimi (gülerek) herhalde. Sansür konusu çok ciddi bir sorun.. Bence biz bunu (sansür-otosansür) aşmanın kaçış noktaları üzerine biraz daha kafa yormalıyız. Kendi festivallerimiz, kendi kolektif film üretimlerimiz, tartışma alanlarımız, filmleri daha kolektif ve değişik biçimlerde nasıl üretebiliriz bunlara odaklanmalıyız. Bugün gösterimimi yapacağım Nar Sanat gibi yerleri, bir önceki gösterimimi yaptığım Mersin’deki Kültürhane gibi hem gösterim hem bir araya gelme alanlarını, alternatif alanları geliştirmeliyiz. Şahsen filmimi Antalya Film Festivalinde göstermek gibi bir derdim olmadı. Sermaye ile ilişkisi olan, belli bir egemen ideolojinin zihniyetine mahkum kalmış festivallerden özgürlükçü yaklaşım beklemiyorum. Bu yüzden filmimle bu tür festivallere başvurmadım bile. Bu festivalleri sorgulamak yerine enerjimizi kendi alanlarımızı kurmaya ve buraya mümkün olduğunca fazla seyirciyi çekmeye adamalıyız. Buna karşı çıkanlar olacaktır. Bu büyük festivallerde de var olmak, belki de onları dönüştürme ihtimali üzerine düşünen arkadaşlar. O yaklaşımı da anlıyorum ama beni kesinlikle ilki daha çok heyecanlandırıyor.

'TÜRKİYE'DE FİLM YAPMAK ÇOK ZOR'

Filminizi Türkiye'de çektiniz. Size göre Türkiye’de bağımsız sinemacılar en çok hangi konularda zorluk yaşıyor?

Az önce bahsettiğimiz sansür ve otosansür meselesinden sonra ilk sorun fon sıkıntısı var. Kültür Bakanlığı’ndan fon alabilmek için onlara dokunmayacak konuları işlemeniz ya da politikmiş gibi görünüp ılımlı yaklaşıma sahip olmanız gerekir. Bu da bizim bildiğimiz anlamıyla belgesel sinemanın doğasıyla çelişen bir şey. Anadolu Kültür’ün desteklediği Yeni Film Fonu ya da Ermenistan-Türkiye Sinema Platformu gibi olanaklar da artık yok. Ben ilk defa bir filmime az olsa da para buldum. O da Portekiz'de bir dernekti. İşimi çok kolaylaştırdı, bir ekip oluşturup işbölümü yapabildim. Günümüzde film yapmak mutlaka temel bir bütçe gerektiriyor ve buna ulaşmak daha kolay olmalı.

'TÜRKİYE'DE YAŞASAYDIM YİNE AYNI FİLMİ YAPARDIM'

Siz yurt dışında yaşıyorsunuz. Politik ve sert içerikler üreten yönetmenlerin belirli kaygılardan dolayı yurt dışında yaşamayı tercih ettiği düşüncesine katılıyor musunuz?

Yurtdışında yaşamamın yaptığım filmle ya da aktivitelerle bağlantısı yok. Ben, "yurtdışında kendi konfor alanımı yarattım, şimdi bunu anlatabilirim" düşüncesiyle gelmedim. Türkiye’de yaşasam yine aynı şeyi anlatabilirdim. Şunu da mutlaka eklemek lazım, yurt dışında da Türkiye kadar radikal olmasa da benzeri sorunlar var. Şu an Almanya’da Türkiye’yi çok rahat hatırlatacak uygulamalar var. Filistin konusunda ağzınızı açamıyorsunuz. Tutuklamalar yok belki ama festivallerden filmler çıkarılıyor, sergiler, kitap sunumları iptal ediliyor. Akademisyenler korkunç biçimde hedef gösteriliyor. İnsanlar işlerinden atılıyor. Bu sol eğilimli kurumlarda dahi yaşanabiliyor. Almanya, Orta Doğu’da zulme uğramış akademisyenlere, sanatçılara kapı açtı, kurtarıcı rolünü uyguladı ama şimdi büyük bir iki yüzlülükle Filistin meselesini gündeme getirenleri kriminalize ediyor. Aslında dünyanın her yerinde sanat kurumları da egemen ideolojinin ve bununla el ele gezen sermayenin kontrolünde ve sanat ve sanatçılar da bunlardan bir şekilde payına düşeni alıyor. O yüzden her neredeysek her daim mücadelemizi sürdürmek zorundayız.

NAGEHAN USKAN KİMDİR?

Akademisyen, belgesel sinemacı ve aktivist. Midilli Adası'nda yaşıyor ve çeşitli göçmen kolektifleriyle video projeleri Üretiyor. Fribourg Üniversitesi, Humboldt Üniversitesi, Off University ve İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı ve okutman olarak görev aldı. 2014-2019 yılların arasında düzenlenen Istanbul Sessiz Sinema Günleri'nin ortak kurucusu ve sanat yönetmeniydi. Yazıları birartibir.org, Express, Altyazı Fasikül ve Yeni Sinema gibi mecralarda yayınlandı.

Yönetmenliğini yaptığı ilk kısa filmi Sweet Home Adana (2024) ile Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülüne layık görüldü.

Yönetmenliğini yaptığı Belgesel Film

* Sweet Home Adana

Diğer Filmografisi

* Derdo Ana ve Ceviz Ağacı (Yapımcı)
* Telefon Santrali (Oyuncu)

Öne Çıkanlar