Tarihin Zamirleri: Enzo Traverso ile söyleşi

Tarihin Zamirleri: Enzo Traverso ile söyleşi
British Columbia Üniversitesi öğretim üyesi Sakiru Adebayo'nun hafıza, tarihyazımı ve Holokost üzerine çalışan tarihçi Enzo Traverso ile son kitabı hakkında yaptığı söyleşiyi Cankız Çevik çevirisiyle yayınlıyoruz.

Çeviri: Cankız ÇEVİK


Artı Gerçek - Cornell Üniversitesi tarih profesörü Enzo Traverso’nun son kitabı Tekil Geçmişler: Tarihyazımında “Ben", günümüzde “tarihin artan bir biçimde birinci tekil şahıs ile yazıldığı” gözlemiyle başlıyor.

Ivan Jablonka, Sergio Luzzatto ve Mark Mazower gibi tarihçiler, nesneleriyle olan duygusal bağlarını ortaya koymak ve yazılarına edebi bir tat vermek için birinci tekil şahıs kullanarak yazarken, W. G. Sebald, Patrick Modiano, Javier Cercas ve Daniel Mendelsohn’un aralarında bulunduğu edebiyat yazarları ise romanlarını arşiv kaynaklarına dayalı tarihsel araştırmalar olarak sunmuşlardır.

Traverso birinci tekil şahıs tarihyazımının yükselişinin, “geçmişi özelleştirme” ve "bugüncülük" ile "öznelciliğin" tuzaklarına düşme eğilimindeki apolitik bireyciliğin neoliberal çağını yansıttığını öne sürüyor.

Bununla beraber, sonsözünde “tekbencilikten kaçınarak ve kişinin ‘ben’ düzeneğini tarihi yazan ‘biz’ ile ilişkilendirerek birinci tekil şahıs ağzından yazmanın mümkün olduğunu” kanıtlamasıyla Saidiya Hartman’ın öznel tarihyazımının “yazarın benliğini aşarak geçmişin kolektif bir görünümü ile sonuçlandığını” iddia ediyor. Sakiru Adebayo, Traverso ile yeni kitabı hakkında bir söyleşi yaptı.

Sakiru Adebayo: Kitabınızın adı olan Tekil Geçmişler ile başlayalım. Bir geçmişin tekil olması ne anlama gelir ve bunun, öznelci tarihyazımının yükselişiyle nasıl bir bağlantısı var ?

Enzo Traverso: Bu, tarihyazımında sık sık yeniden ortaya çıkan eski ve tartışmalı bir konudur. Şüphesiz tüm olaylar tekildir ancak tekilliklerinin analojiler ve yinelemeler açığa çıkardığı daha geniş bir tarihsel bağlama işlenmeden anlaşılamazlar.

Benzersiz görünen şey, çoğu zaman birkaç ülke ve kıtada var olan ya da önceki çağlarda çoktan meydana gelmiş olan unsurların istisnai bir şekilde birbirine karışmasıdır. “Mutlak” tekilliklerin, yani ne kıyaslanabilir ne de tekrarlanabilir olan beklenmedik olayların, tarihsel yorum alanına değil; yalnızca bellek alanına ait olduğunu düşünüyorum.

Yaşamlarımız, bize benzersiz ve kıyaslanamaz görünen mutluluklar, trajediler ya da travmalar tarafından derinden ve kalıcı bir biçimde şekillendirilebilir ancak akademisyenler bu tür tekilliklerin göreli olduğunun farkında olmalıdır.

Bunları kıyaslamak hassas, rahatsızlık verici ve zor bir iş de olabilir, ne var ki bu tarihsel araştırmanın vazgeçilmez bir yöntemi olmayı sürdürür. Kitabımda eleştirel bir şekilde incelediğim yeni “öznelci” tarihyazımı, kişisel algıların, sezilerin ve duyguların tekilliği ile bireyleri içerisinde yalnız olmadıkları, aksine geçmişten gelen diğer aktörlerle etkileşime girdikleri daha geniş bir manzaraya yerleştirerek, kaçınılmaz şekilde alt eden tarihin anlaşılabilirliği arasındaki bu sınırı tamamen bulanıklaştırma eğilimindedir.

Saygı duyulması ve anlaşılması gereken sezilerin ve duyguların göz ardı edilmesini kesinlikle önermiyorum ancak bu “öznelci” tarihyazımı çoğu zaman bir ya da birkaç kişinin monoloğuna gömülerek geçmişin çoksesliliğini ihmal ediyor. Bunun ufku sınırlı olup birkaç kişinin hatta bizzat tarihçilerin öznelliğine indirgenmiş durumdadır.

SA: “Tarihin zamiri” neden bu kadar önemli? Bununla, tarihin yazıldığı sesi kastediyorum; ister birinci ya da üçüncü şahıs, tekil ya da çoğul olsun, hatta isterse eril, dişil ya da nötr zamirlerin sesinde olsun. Bu zamirlerin her birinin, tarihsel bilginin yazılmasında, dolaşıma girmesinde, alımlanmasında ve tüketilmesinde ne gibi etkileri vardır?

ET: Geçmişin çoksesliliğini betimlemek ve yorumlamak, kişinin kendi sınırlı ufkunu aşması anlamına gelir. Bu entelektüel işleyiş belirli önlemler gerektirir ve bunlardan biri de çoğu tarih bilimi eserinde bulunan, kişisel olmayan yazım tarzıdır. Gerçekten de antik çağlardan bu yana tarih, üçüncü şahıs kullanılarak yazılmıştır. Elbette bu basit kural “nesnellik” adına epey riskli bir güvencedir, yine de en azından şimdiye kadar tarihsel bilgi üretiminde temel dayanak olan “evrenselci” bakış açısını olumlar.

Kitabımın (benden önce Jeremy Popkin gibi başka akademisyenler tarafından gözlemlenmiş olan) çıkış noktası, son yıllarda tarihçilerin otobiyografilerinin sayısının önemli ölçüde arttığı gerçeğine dayanıyor. Bu, tarihsel bilginin nesnelliği hakkındaki eski pozitivist yanılsamaların terk edilmesini ima eden yeni bir özdüşünümsel duruşun belirtisidir.

Tarihçiler "tarafsız" gözlemciler değildir; açıkça, geçmişi yazma biçimlerini şekillendiren çok karmaşık bir ulus, cinsiyet, sınıf, din, etnisite, ırk ve siyasi kimlikler ağından, miras kalan kültürlerden, psikolojik kalıplardan ve yaşanmış deneyimlerden oluşan bir öznelliğe sahiplerdir. Bu arka planın, çalışmalarında zorunlu olarak yer alan öznellik kısmının farkında olmalılardır ancak tarihyazımı kendi benliklerinin (hem de onu inkar etmeden) üstesinden gelme kapasitesi ile hem araştırma konularına hem de öznelliklerine karşı eleştirel bir mesafe gerektirir.

Görevleri, sizin “tarihin zamirleri” dediğiniz geçmişin seslerini dinlemek ve anlamak olsa da üçüncü şahıs ağzından yazmak kendi “zamirlerini” kesinlikle sergilememek anlamına gelir. Birinci tekil şahıs ağzından yazan öznelci tarihçiler, tarih yazmanın geçmişin seslerini betimlemek ve yorumlamak anlamına gelmediğini, daha ziyade kendi öznellikleri ile geçmişteki bazı aktörlerin öznellikleri arasında bir tür ölümleri sonrası diyalog kurmak olduğunu düşünürler.

Bu, "tekil bir geçmiş" yaratır: Okuyucular, tarihi keşfetmek ve öğrenmekten çok daha fazlasına, kendileri için yazan yazarın öznel evrenine nüfuz ederler. Akademisyenler bir tarih kitabı yazarken genellikle bazı geleneksel soruları yanıtlamaya çalışırlar: Ne zaman, kim, nasıl ve son olarak neden. Öznelci tarihçiler ise farklı soruları yanıtlıyor gibi görünüyor: Ben kimim? Neden geçmişteki bu olayla ya da aktörle ilgileniyorum? Bu olay beni neden bu kadar derinden etkiliyor? Geçmişi keşfederken hangi duyguları hissediyorum? Bu şekilde geçmiş, paylaşılan bir tarihsel bilinç değil, bireysel bir alana ait olan öznel bir deneyim haline geliyor.

SA: Kitabınızı ilk gördüğümde, nesnelliğin yokluğuna üzülen ve birinci tekil şahıs anlatımının kullanıldığı tarihyazımı çalışmalarının kalitesini sorgulayan kitaplardan biri olduğunu varsaymıştım.

Ancak kitabınızın, öznelci tarihyazımının pek çok hatası olsa da bunun geleneksel tarihçilerin hesaba katması gereken ve artık "ciddi olmayan" veya "samimiyetsiz" olarak nitelendirilip göz ardı edilemeyecek bir güç olduğunu öne sürdüğünü görünce hoş bir şaşkınlık yaşadım.

Yukarıda da belirttiğiniz gibi tarihyazımı, üçüncü şahıs kullanıldığında bile tarihçinin öznelliği üzerinden bir süzgeçten geçirilir. Bu nedenle, "bilim insanı tarihçiliğinin" tarafsızlık veya nesnellik iddiası yanıltıcıysa ve öznelci tarihyazımı "pozitivizmin suistimallerine ve tıkanıklıklarına karşı ille de en iyi alternatif değilse", o zaman ideal tarihsel metodoloji ne olurdu?

ET: Kitabımın yeni ve yenilikçi akademisyenlerin saldırılarına karşı geleneksel tarihyazımını savunmak amacıyla yazılmadığını vurgulamakta haklısınız. Ben bir "tapınak koruyucusu" değilim ve herhangi bir okulla bağım yok.

Tarih yazmanın "ideal" bir yöntemi olabileceğini bile düşünmediğim gibi tarihsel bilginin çok sayıda yaklaşım gerektirdiğine ve bu çeşitliliğin bunlardan her biri için faydalı olduğuna derinden inanıyorum.

Kitabımın, geçmişin "tarafsız" (wertfrei) bir açıklamasına ilişkin pozitivist yanılsamayı ortadan kaldırmaya adanmış bir bölüm içermesi, tam da amacı hakkındaki yanlış anlaşılmaları önlemek içindi.

Savaş sonrası Alman tarihyazımı, böylesi bir yanılsamanın sıklıkla hayata geçirdiği ikiyüzlülüğün en etkili örneklerinden biridir: Hitler Gençliğinin eski üyelerinin çoğu, adını koymak gerekirse Münih Çağdaş Tarih Enstitüsünü kuranlar, “nesnellik” adına Yahudi meslektaşlarını “öznelcilik” ile suçlamış ve geçmişin sözde "bilimsel", "nesnel" ve "tarafsız" yeniden inşası görünümünün ardında Nazi Almanyasının epey savunmacı bir yorumunu resmetmişlerdir.

Bugün pek çok Alman tarihçinin, “siyasi gündemleri” tarihsel muhakeme kapasitelerine engel olan ve ona zarar veren sömürgecilik sonrası meslektaşlarına benzer sitemlerde bulunduklarını gözlemlemek ilginç oluyor (Holokost ve sömürgeci soykırımlar üzerine çalışmalarıyla tanınan, benim de hakkında yazdığım akademisyen Dirk Moses’a karşı yürütülen kampanyayı hatırlayın). Dediğim gibi, üçüncü şahıs zamirini kullanarak yazmak öznelciliğe karşı bir güvence değil. Açıkçası, ikiyüzlü bir şekilde sözde "bilimsel" bir nesnellik ve tarafsızlığın arkasına gizlenmiş, son derece öznelci bir yaklaşım yerine alenen öznelci bir yaklaşımı tercih ederim.

Öznelciliğin birçok biçimi var. Ben, en azından tarih kitaplarında, birinci tekil şahıs kullanarak yazmıyorum ancak "öznelci" tarihçiler kendi disiplinlerinin (temel olarak, kaynakların dikkatli kullanımı ve olgusal kanıtlara saygı gibi) kimi temel gerekliliklerini yerine getirdikleri sürece meşruiyetlerini de reddetmiyorum. Sadece bu yaklaşımın, ne kadar büyüleyici olursa olsun, tarihi manzarayı kaçınılmaz olarak daralttığını gözlemliyorum.

Kitabımda, bu öznelci metodoloji ile bir detaydan başlayıp yavaş yavaş uzaklaşarak onu geliştiren ve daha geniş bir manzaraya pencere açan "mikro tarih" pratiği arasındaki sözleşmeyi vurguluyorum.

Siegfried Kracauer'in yerinde bir biçimde vurguladığı gibi tarihsel zekâ, birbirini izleyen uzun planlar ve yakın çekimler arasında daimi bir "ölçek oyunu" anlamına gelir. İzlenimim, birinci tekil şahıs kullanarak tarih yazmanın geçmişe kötü bir perspektiften bakmak, gerçekleri, nesneleri ve insanları yalnızca yakın çekimlerle incelemek zorunda kalan miyop bir gözlemcinin bakışını benimsemek anlamına geldiği yönünde. Bu yaklaşım duyguları ve sezileri yakalar ancak ne yazık ki bağlamlarını ihmal eder.

SA: "Yöntem Üzerine Söylem" bölümünde, Fransız tarihçi Ivan Jablonka'nın görece yeni bir yöntem olan öz-tarihyazımı içindeki "ben" tipolojilerinin (konumsal "ben", metodolojik "ben" ve duygusal "ben") yinelenmesinin altını çiziyorsunuz. Oto-tarihyazımındaki konumsal, metodolojik ve duygusal “ben” arasındaki farklar nelerdir?

ET: Bu öznelci yöntemi bir tür ideal tarih yazma yolu olarak kuramlaştıran Ivan Jablonka, tarihçi “ben”i üç ayrı kategoriye bölen bir tipoloji kurar: “Konum”un “ben”i, yazarı kendi bağlamına yerleştirerek ona toplumsal, kültürel, hatta belki de siyasal bir kimlik verir; “metod”un “ben”i, yöntemi, kaynakları ve bunların araştırılma usulünü ilan eder; “duygu”nun “ben”i ise araştırmanın tarihçide uyandırdığı duyguları gizlemek yerine onları sergiler. Bu çoklu telaffuzlar sayesinde “ben” bir tür anlatı aracı haline gelir.

Hiç kuşkusuz yenilikçi olan bu yöntemin sonuçları genellikle dikkat çekicidir. Öznelci akademisyenler, geçmişle yaratıcı, şaşırtıcı ve kesinlikle geleneksel tarihyazımının çoğu doğrusal anlatımından daha az sıkıcı olan, yeni bir ilişki icat ederler. O halde sorun, tarzlarının kalitesinde değil, daha ziyade ilginç olabilen ancak dar görüşlü bir bakışın sınırlarını aşamayan araştırma sonuçlarında yatmaktadır.

Birçok durumda, çalışmaları anlatı açısından ne kadar gösterişliyse bilişsel olarak da o kadar zayıftır. Yazarlarının zihinsel ve duygusal evrenlerini güçlü bir biçimde aydınlatırlar ancak böylesi bir parlaklık, yorumlamaları gereken geçmişi gölgesinde bırakır. Örneğin Jablonka'nın Polonyalı büyükbabaları hakkındaki kitabı son derece etkileyici. Ne var ki kitabını okurken Holokost hakkında yeni tek bir şey öğrenmiyoruz. Bunun yerine, yirmi birinci yüzyılın başında Paris'te yaşayan bir Yahudi tarihçinin kültürel, zihinsel ve duygusal dünyasının bir tür röntgenini ediniyoruz.

Geçmişte akademisyenler öznelliklerini saklamaya çalışırlardı; bugün ise göstermenin ötesinde teşhir edebiliyorlar. Bu, öznellikleri Holokost gibi güçlü bir görüş birliğine varılmış konularla uğraşırken mümkün olmakla kalmıyor, hatta teşvik bile ediliyor.

SA: Jablonka'nın eserlerine hayranım ama eleştirinize de katılıyorum. Tarih gerçekten çağdaş edebiyat olarak düşünülebilir mi? Öznelci tarihyazımının cazibesi bu disiplinde o kadar güçlü mü? Öte yandan öznelci tarihyazımına olan itiraz, her tarihçinin "ahlaki sözleşmesinde” ortaya çıkan ihlalden yana bir tür disiplin korkusunu mu simgeliyor?

ET: Öznelci tarihyazımına yönelik pek çok itirazın bir tür "disiplin korkusundan" kaynaklandığını gözlemlemekte muhtemelen haklısınız. Birinci şahıs kullanımının ya da "öz-tarihyazımının” basitçe damgalanmasını haklı çıkaracağını düşünmesem de bu meşru bir korku. Benim şüpheciliğim bir reddetme ya da kınama arzusuna dayanmıyor.

Bu yeni tarihyazımının son yıllarda yarattığı coşkuyu paylaşmıyorum ancak uyarım asla bir aforoz değil. Yeni yollar keşfetmek istiyorlarsa buyursunlar. Ben yalnızca Jablonka ve Artières gibi benzer figürlerin çoklu “ben”lerini sergiledikten sonra kitaplarının gerçek kahramanları haline geldiklerini ve bu şekilde gün yüzüne çıkarıyormuş ve kulak veriyormuş gibi yaptıkları geçmişin seslerini bastırdıklarını gözlemliyorum.

SA: Romancılar ile tarihçiler arasında uzun süredir devam eden bir gerilim var gibi görünüyor. Tarihçi tarihsel doğrular (doğrulanabilir gerçekler) sağladığını iddia ederken, romancı (gerçekleri tamamen reddetmese de bazı romancıların öne süreceği gibi gerçeklerden daha güvenilir olmayan ancak genellikle daha dayanıklı) duygusal/dokunaklı gerçekler sağladığını iddia ediyor. Acaba romancı tarih yazarının ortaya çıkışı, tarih ile tarihsel kurgu arasındaki bu ayrımı bulanıklaştırmıyor mu? Tarihsel romancı ve romancı tarih yazarı artık benzer misyonlara mı sahip?

ET: Kitabım bu paradoksal kesişmeyi vurguluyor: Tarihçiler birinci şahıs ağzından yazarak genellikle edebiyatın ayrıcalıklı alanı olarak görülen geçmişe duygusal bir boyut vermeye yönelirken, romancılar da tarihe gitgide daha fazla takıntılı hale gelerek kurmaca karakterler yaratmaktan vazgeçip arşivlere dalarak ve (yalnızca akla yatkın olmayıp) uygun şekilde doğrulanabilir gerçeklere dayanan hikâyeler anlatmaya başladılar.

Tarih ve edebiyat, bilim ve kurgu arasındaki sınırlar, "romancı tarih yazarları" ve "tarihsel romancılar" gibi beklenmedik figürlerin ortaya çıkmasıyla artık gerçekten de bulanıklaştı.

Bana göre bu epey heyecan verici bir değişiklik: Sınırları bulanıklaştırmak hem edebiyat hem de tarihyazımı için verimli bir şey. Ne var ki bu değişikliğe tam olarak yeni denilemez; sadece eski bir eğilimi daha belirgin hale getiriyor. Örneğin Mario Vargas Llosa, Jonathan Littell ve Javier Cercas, romanlarının birçoğunu yazmadan önce büyük arşiv araştırmaları yürütmüşlerdir ancak mazide kalmış bir çağın cazibesini tasvir eden ya da yeniden yaratan ilk romancılar onlar değildir.

Napolyon Savaşlarına ilişkin hayal gücümüz, Tolstoy veya Stendhal'ın roman kahramanlarından ayrı düşünülemez. Tam tersine, Jules Michelet, Isaac Deutscher veya bize daha yakın olan Saul Friedländer gibi seçkin tarihçilerin de tarihi fresklerine edebi bir boyut kazandırmak için birinci tekil şahıs ağzından yazmalarına gerek yoktu.

Tarih ile edebiyat arasındaki bu yeni simbiyotik ilişki büyüleyici. Edebi tarzlarını geliştirdikleri ve kitaplarını kurgusal eserler kadar okunabilir ve çekici hale getirdikleri için kimse tarihçileri suçlayamaz; aynı şekilde, hikâyelerini geniş ve dikkatli arşiv araştırmalarına dayandırarak karakterlerini ve olay örgülerini daha inandırıcı kılan romancıları azarlamak da mantıklı olmayacaktır. Bununla birlikte, tarihçiler ve romancılar ne kadar yakın ve örtüşebilir olsa da simbiyotik ilişkileri her ayrımı da ortadan kaldırmaz.

Tarih ve kurgu aynı şey olmadığı gibi birbirlerinin yerine de geçemezler. Örtüşebilirler ancak hiçbiri birbirinin aynı olmayan kendi kurallarına ve amaçlarına sahiplerdir. Harika bir edebiyatın geçmiş üzerine eleştirel bir söylem taşıması gerekmez ve tarihyazımı da insanlık komedisini resmetmeye indirgenemez.

Tarihten beklentimiz, insan unsurunun ardındaki toplumsal ilişkileri, ekonomik çıkarları, kültürel kalıpları, siyasi çatışmaları, ahlaki ve kültürel alışkanlıkları, motivasyonları ve zihinsel dünyaları aydınlatmasıdır.

Filmler de dahil olmak üzere edebiyat ise geçmişin bir başka boyutu olan duyguları daha iyi iletebilir ve bunu tarihçilere yasak olan bir şekilde karakterler veya diyaloglar icat ederek yapabilir. Edebiyat ve tarih arasında kesinlikle bir hiyerarşi kurmuyorum. Ben sadece, ne kadar yakın ve iç içe geçmiş olsalar da iki farklı şey olduklarını söylüyorum.

SA: Kitapta ayrıca, "dilbilimsel dönüşün tarih ve edebiyat arasındaki ilişkiyi dönüştürdüğünü ve hem bireysel hem de kolektif belleğin kamusal alanda ortaya çıkmasını desteklediğini, bunun da tarihyazımını derinden sarsan bir olgu olduğunu" (139) iddia ediyorsunuz. Bir bellek araştırmacısı olarak bellek çalışmalarının, öznelci tarihyazımının yaygınlaşmasını nasıl etkilediğine dair düşüncelerinizi merak ediyorum.

ET: Öznelci tarihçilerin birçok çalışmasının, Hayden White’ın tarih ile edebiyat arasında kurduğu güçlü özdeşliğe ilişkin kuramı onaylıyor gibi göründüğü doğru. 1980’lerin başında, bellek çalışmalarının ortaya çıkışı ile dilbilimsel dönüş arasında, her ikisinin de beşeri bilimlerde merkezi bir konuma gelmesiyle önemli bir eşzamanlılık oluşmuştur.

Dilbilimsel dönüş Birleşik Devletler’de doğarken bellek çalışmaları ilk olarak kıta Avrupasında, özellikle de Fransa’da patlamıştır ancak her iki eğilim de entelektüel ortamı küresel ölçekte ve önemli bir biçimde değiştirmiştir.

Öznelliğe, ister dilleri ve kimlikleriyle tarihsel öznelerin çoğulluğu isterse de yaşanmış deneyimlerin öznelliği olsun, farklı bakış açılarından geçmişi yorumlamakta yeni bir rol verdiler. Bu aynı zamanda, sınıf gibi daha önce merkezi konumda olan kimi kategoriler gerilerken azınlıkların kamusal alandaki uyanışına da karşılık geliyordu.

Feminizmin yükselişi ve siyahilerin medeni haklar mücadelesinin yanı sıra belirli bir Amerikalılık idealini derinden sarsan Vietnam Savaşının şekillendirdiği yirmi yılın sonunda ABD’de "kimlik siyasetinin" zamanıydı.

Avrupa'da da Almanya'daki Historikerstreit'tan (1986) Fransa'da Claude Lanzmann'ın Shoah'sına (1985) ve İtalya’da Primo Levi'nin Boğulanlar Kurtulanlar’ına (1985) kadar Yahudilerin yok edilmesinin siyasi ve kültürel tartışmaların ana teması olarak çarpıcı bir şekilde ortaya çıkışıyla Holokost anıydı. Daha önce sosyal bilimler tarafından görmezden gelinen ya da unutulan bellek, Pierre Nora ve Yosef Haym Yerushalmi gibi akademisyenler tarafından kuramsallaştırılarak yeniden ilgi odağı oldu.

Bellek ve tarih geçmişin temsilleridir ancak birbirlerinden farklıdırlar. Tarih, geçmiş ile şimdi arasında bir mesafe, bir boşluk olduğunu varsayarken, bellek ise geçmişle olan mesafeyi silme eğiliminde duygusal bir bağ kurar. Bellek, yaşanmış bir deneyim, birinin anılarında biriktirilen geçmiş ya da bir temsil (geçmişi görselleştirdiğimiz veya düşündüğümüz bir fikir ve imgeler bütünü) olarak tanımlanabilir ancak her daim tarihle duygusal bir bağın olduğunu varsayar.

Bellek ile tarih arasında, genellikle tarihin sorulara yanıt bulmaya ve kolektif bellekten doğan toplumsal bilgi talebini karşılamaya çalıştığı devamlı etkileşimlerinden kaynaklanan bir tür ontolojik fark olduğunu kuramsallaştırırken "hafıza mekanları" kavramını uyduran akademisyen Pierre Nora'yı takip etmiyorum.

Yine de bellek, geçmişe öznel bir prizmadan bakmak anlamına geldiği ölçüde tarihten farklıdır ve bu bana öznelci tarihyazımının doğuşu için gerekli bir koşul gibi görünüyor. Birkaç on yıl sonra, birinci tekil şahıs ağzından tarih yazmak, tarih ile bellek arasındaki dikotomiyi aşmayı amaçlar.

Öznelci akademisyenler tarihsel araştırma için genellikle tüm geleneksel kuralları, özellikle de arşiv kaynaklarının kullanımını yerine getirirler. Ancak araştırmalarını, bu entelektüel sürecin doğurduğu duyguları saklamadan geçmişte ne olduğunu ve bu olayları nasıl yeniden yapılandırdıklarını eşzamanlı olarak anlatan paralel bir süreç aracılığıyla anlatılaştırırlar.

Bu anlamda hem dilbilimsel dönüş hem de bellek çalışmaları, birinci tekil şahıs ağzından yazılmış yeni bir tarihyazımının ortaya çıkışına doğru önemli adımlardır.

SA: Kitapta bugüncülüğün, akademisyenleri nasıl da mahremiyet alanına çekilmeye teşvik ettiğini gösteriyorsunuz. Ayrıca bu olgunun, neoliberalizm rejiminin önemli bir özelliği olarak bireyciliğin ortaya çıkışından ayrı tutulamayacağını da belirtiyorsunuz.

Başka bir deyişle, neoliberalizmin iki özelliği olan bugüncülük ve bireycilik, öznelci tarihyazımındaki yükselişten kısmen sorumlu. Ancak, neoliberal bir tarihsellik rejiminin mutlaka neoliberal tarihyazımı üretmesi gerekmediği konusunda da uyarıda bulunuyorsunuz. Öznelci tarihyazımı, kısmen de olsa neoliberal çağın bir yansımasıysa ne zaman ya da nasıl neoliberal tarihyazımı olduğu varsayılmaz?

ET: Neoliberalizm, kapitalizmin belirli bir aşamasına ilişkin bir medeniyet ya da bir yaşam biçimidir. Siyasal rejimle karıştırılmamalıdır. Tarihyazımını etkiler mi? Evet, neoliberal politikalar, üniversitelerde beşeri bilimlerin bütçelerini kısan yönetimsel bir anlama geldiği sürece etkiler.

Ancak neoliberalizm, faşist İtalya, Nazi Almanyası veya SSCB'de olduğu gibi resmi bir geçmiş anlatısı kurmaz. Finansı uygarlığın ve ilerlemenin gizli itici gücü olarak tasvir eden neoliberal bir tarihyazımı olsa da tarih bölümlerinde bu çok marjinal kalır. Günümüzde öznelci tarihçilerin büyük bir kısmı neoliberal bir gündemi paylaşmıyor. Aksine çoğu sol görüşlü.

Birinci tekil şahıs ağzından tarihyazımını neoliberal tarihyazımı olarak nitelendirmiyorum; yalnızca bunun neoliberalizm çağına ait olduğuna işaret ediyorum. Evrensel yaşam biçimleri olarak piyasa toplumu, bireycilik, girişimcilik ve rekabet çağının birinci tekil şahıs ağzından yazılmış bir tarihyazımı üretmesi hiç de şaşırtıcı değil.

Öznelci tarihçiler, neoliberal değerleri savunmadan geçmişe bireyci bir mercekten bakarlar. Kolektif eylemleri yeniden inşa etmeye çalışmazlar ve geçmişin çoksesliliğine oldukça kapalıdırlar.

Unutulmuş figürleri, genellikle de anonim insanlara veya aile büyüklerine olan borçlarını ödemek ve kendi duygularını sergileyerek onlara karşı bir anlayış geliştirmek isterler. Tarihyazımları ne yararsız ne de önemsizdir; büyüleyici ve dokunaklı bile olabilir ancak neoliberalizmin kültürümüze getirdiği antropolojik paradigmanın, bireycilik çağının bir yansımasıdır.

SA: Kitabı, siyahi entelektüel geleneklerdeki oto-tarihyazımının keşfiyle bitirmenize oldukça memnun oldum çünkü kişinin araştırma konusu olarak kendisini verimli bir şekilde nasıl konumlandıracağı hakkında siyahi akademisyenlerden çok şey öğrenebiliriz.

Özellikle, yalnızca şu anda onları (Lose Your Mother ve Wayward Lives) yeniden okuduğum ve öğrettiğim için değil aynı zamanda da (her ne kadar Hartman’ın kendi eserlerini bu şekilde gördüğü kesin olarak söylenemese de) öznelci tarihyazımı adına bir model olarak sunduğunuz için Saidiya Hartman'ın eserlerine ilişkin özenli analizinizi çok tatmin edici buldum.

Hartman'ın, yazılarının yalnızca kendi tutkularının peşinde bir iç gözlem değil, birey aracılığıyla kolektife ulaşmanın bir yolu olmasıyla, çoğu öznelci tarihin sınırlarını aştığını ve tuzaklarından kaçındığını savunuyorsunuz.

Sanırım bu bir sorudan çok, öznelci tarihyazımının tüm tuzaklarına rağmen meşru bir tarihyazımı olduğu ve Hartman gibi akademisyenlerin bu tür tarihyazımının Tarih disiplininde (Büyük harf ile) bir yeri olduğunu kanıtlamış olduğu iddianızın bir teyidi. Buna katılıyor musunuz?

ET: Sonsözün ruhunu mükemmel bir şekilde yakalamışsınız. Hartman'ın eserleri benim için çok değerli çünkü geniş bir tarihsel manzara (kölelik ve köle ticareti), aktörlerinin öznelliği (sırasıyla siyahilerin ıstırabı ve isyanı) ve yazarın kimlik arayışı (atalarını ve Afrika’daki köklerini arayışı) arasında takdire şayan bir sentez yakalıyor.

Bugüncülük, Hartman'ın eserlerinde "şimdi"den kaçamayan kapalı bir zamansallık olarak değil, daha çok akıldan çıkmayan bir mirasın şimdiki zamanın mücadelelerine ilişkin bir anlam geliştirdiği ve onunla yüklendiği bir bağlam olarak hareket ediyor.

Bu açıdan bakıldığında, Hartman bana Jablonka'nın açmazlarına karşı verimli bir alternatif gibi görünüyor. Sesi kitaplarının kahramanlarınınkini bastıran Fransız tarihçiden farklı olarak Hartman'ın anlatısı, tevazu dolu bir ders, kolektif bir aidiyetin çıraklığı ve bir koro topluluğu içinde tekil bir yer arayışı. Sesi, tam da tarihini bildiği için güçlü olan kolektif bir aktörün sesinde eridikçe daha özgün ve güzel bir hale geliyor. Gerçek bir tarihçi değil de “antropolog yazar” olmasına rağmen, birinci tekil şahıs ağzından yazarak evrensel bir ses bulmayı başarıyor. Bu, tarihyazımını yazarın öznelliğine çekmenin tam tersidir.

Söyleşinin orijinal metnine şuradan ulaşabilirsiniz.


Notlar:

(1) Historikerstreit, 1986-87 yıllarında Batı Almanya’da ağırlıklı olarak tarihçilerden oluşan akademisyenler ve diğer entellektüeller arasında Nazi Almanyasının ve Holokostun Alman tarihyazımına ve daha genel anlamda Alman halkının kendilerine ilişkin kanısını şekillendirmekte nasıl betimleneceği konusundaki bir tartışma sürecidir. –çn.

* Sakiru Adebayo, British Columbia Üniversitesi, Okanagan’da İngilizce ve Kültürel Çalışmalar bölümünde öğretim üyesidir. Yeni kitabı Continuous Pasts: Frictions of Memory in Postcolonial Africa (Süregelen Geçmişler: Sömürgecilik Sonrası Afrika’da Bellek Uyuşmazlıkları), 2023 yılında University of Michigan Press tarafından yayınlanacaktır.

Öne Çıkanlar