Yayıncılıkta konfeksiyon mantığını aşmak

Yayıncılıkta konfeksiyon mantığını aşmak
Günümüzde 'freelance', 'yarı zamanlı' ya da 'parça başı iş' şeklinde çalışma statüsünün, en yaygın ve meşru olduğu alanların başında yayıncılık geliyor.

Artı Gerçek - “Kapital’in birinci cildinde Marx, kapitalizmi tanımlamak için “mekanik bir canavar” kavramını kullanmıştır. Kuşkusuz Marx’ın mekanik canavar olarak tanımladığı kapitalizm, dönemin kitlesel üretim açgözlülüğüne dayalı fabrika çalışma sisteminden başka bir şey değildir. Marx’ın mekanik canavarı, geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca pek çok kriz atlatarak evrilmiş, dönüşmüş ve günümüze kadar gelmiştir. Bugün, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki baş döndüren gelişmeler, Marx’ın mekanik canavarını dijital bir görünüme kavuşturmuştur. Kapitalizm artık “dijital bir canavardır”.

"Yeni teknolojilerini üretim ve tüketim süreçlerinin her aşamasına uyarlayan, çalışma yaşamını yeni teknolojiler ekseninde ve tamamen kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandıran, emek sömürüsünü yeni teknolojiler ile derinleştiren dijital bir canavar.” (1)

Dijitalleşmenin yarattığı ağlar ekonomisi sayesinde sermaye, gezegendeki küresel hareketliliğini görülmemiş ölçüde artırarak dünyayı emek ve hammadde potansiyeli açısından tam anlamıyla yeniden “keşfetti”.

Avrupa ve Amerika’ya köleler ve hazineler taşıyan o gemilerin içinde artık hepimizin bedeni, beyni ve sınırsız emeği var. Kapitalizmin vahşi çağında, çocukların bile günde on sekiz saat fabrikalarda çalıştırıldığı (2) geçmiş yüzyıllardan bugünlere gelindiğinde, artık dijital emek ya da kullanıcı emeği dediğimiz “gönüllü” ve bağımlı devasa içerik üretimi sürecine, çocuklar da, uyudukları zaman dilimleri haricinde bütünüyle katılmış durumda. Dolayısıyla, dijitalleşen yeni emek süreçleri, artık kapitalist üretim sürecinin neredeyse her aşamasında etkili olmaya başlamıştır.

“Dijitalleşme” eğilimi, sistemin geldiği bugünkü aşamada hem teknolojik gelişmelerin hem de sistemin ekonomi politik gereksinimlerinin dayattığı bir süreç olarak ilerlemekte. Ancak nihayetinde bütün bu süreç, sermayenin ekonomik ve ideolojik tahkimini sağlayarak kendisini yeniden üretme sürecinde ciddi avantajlar sağlıyor. Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde çok daha akışkan ve hareketli hale gelerek, emek sömürüsünü dünya genelinde derinleştirerek artırmaya devam ediyor. Öte yandan kapitalizmin, bilgi ve iletişim teknolojilerinin belirleyici olduğu yeni evresinde emek de, çalışma biçimlerinin değişimiyle birlikte kaçınılmaz bir yapısal dönüşüme uğruyor. Bu süreç; her an yeni gelişmeler, yeni sorunlar, yeni gereksinimler ve yeni tartışmalarla birlikte sürüyor.

Kapitalizmin günümüzde ulaştığı yeni aşamada, finansal sistemin mümkün olduğunca dijital platformlar üzerinden yürütülmesi, emekçiler açısından “kısa süreli”, “kısmi süreli”, “belirsiz süreli”, “yarı zamanlı” gibi ifadelerle tanımlanan “geçici” çalışma biçimlerinin ya da “evden çalışma”, “uzaktan çalışma” gibi “esnek” çalışma biçimlerinin de yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Belli bir serbestliği çağrıştırdığı için kulağa hoş gelebilen bu “modern” tınılı çalışma biçimleri, aslında “mal ve hizmetlerin kiralanması” mantığına dayanmaktadır. Dijital platformlar ve web tabanlı teknolojilerin belirleyici olduğu bu yeni çalışma biçimlerinin ortaya çıkardığı, laptop’u sırt çantasında, dünyanın herhangi bir yerinde iken de –internet bağlantısı sayesinde- işini yapabilen çalışan profili, dijital göçebe olarak da tanımlanmaktadır. Kulağa sahiden hoş geliyor. Sürekli tatil havasında, belirli bir mekân ve mesai saati kısıtlamasına bağlı olmayan “free” bir çalışma biçimi, özellikle dil açısından olduğu kadar teknolojik donanım ve koşullara adaptasyon açısından da üstün özelliklere sahip olduğu varsayılan genç nüfusa allanıp pullanarak sunuluyor.

“Maldivlerden de editörlük yapabilirsiniz”, “Dubai’de meyve kokteylinizi yudumlarken, çevirilerinizi yayınevine gönderebilirsiniz” deniyor. Fakat bütün bu küresel sürekli seyahat halini finanse edecek sabit bir maaş vaadinden ziyade, otostopçu, seyyah, bulduğuyla yetinen, zorlukları bir tür “macera” ruhuyla göğüsleyen bir çalışan profili çiziliyor. Köksüzlüğü ve güvencesizliği, coşkulu bir keşif heyecanının eşlik ettiği yeni bir yaşam tarzı olarak sunan kapitalizmi ilgilendiren esas şey ise, çalışanın, 20. yüzyıl başlarındaki bir fabrika işçisine göre ekonomik, sosyal, sendikal haklarında önemli ölçüde kısıtlamaya gidilmiş olması ve sizin artık “sınıfınız”la değil, tek başına olmanızdır.

Özellikle pandemi sürecinin getirdiği “dışarı çıkma yasak”larının da evden çalışmayı ne derece meşrulaştırıp yaygınlaştırdığı düşünüldüğünde, çalışma süreçlerindeki değişikliklerin aslında emeği hızla dönüştürdüğü ve daha da dönüştürme potansiyeli taşıdığı rahatlıkla görülecektir. Geçici, tek seferlik ve parça başı gibi kavramlar temelinde tanımlanan yeni çalışma biçimleri günbegün yaygınlaşmakta ve bu süreç, çalışanları, geçmişe göre çok daha savunmasız hale getirmektedir. Covid 19 pandemi sürecinde söz konusu yeni tip çalışma koşulları tüm dünyada yaygınlaşmış, kısa süreli çalışma ödeneği, işsizlik ödeneği ya da hastalık izni gibi kazanılmış haklardan, “freelance” ya da evden çalışanların çoğunun yararlanamadığı anlaşılmıştır.

Kaldı ki evden çalışanlara yemek, yol, internet bedeli, yıllık izin, sağlık sigortası, emeklilik gibi sosyal haklar verilmediği gibi, çalışanın emeğini sattığı “mesai saati” denilen zaman diliminin tüm güne, yani 24 saate yayıldığı, “oturduğu yerden” çalışan yeni işçinin, eski şartlara göre daha az emek verdiği gibi bir yanılgının çalışanın kendisinde dahi geliştiği, bu nedenle hakkını arama ve örgütlenme bilincinin, 20. yüzyıl işçisine göre çok çok daha geride olduğu ortadadır.

“İnternet bağlantısı sayesinde dünyanın her yerinde çalışabilmek” olarak sunulan ancak bizim, emek ve sermaye arasında, işçi sınıfının yüzlerce yıllık mücadelesiyle kazanılmış hukukun esnetildiği ya da ortadan kaldırıldığı bir çalışma biçimi olarak okuduğumuz süreç, çalışanlar açısından dezavantajlı gelişmelerle devam etmektedir. “Uzaktan çalışma oranları yıllar itibariyle önemli artışlar kaydetmiştir ve gelecekte bu oranların daha da artacağı tahminleri yapılmaktadır. Bill Gates, 2050 yılına kadar çalışan nüfusun %50’sinin uzaktan çalışmaya geçeceğini tahmin etmektedir. Bilgi iletişim teknolojileri alanında baş döndürücü hızda yaşanan gelişmeler, hızlı değişimlere çabuk ayak uydurmanın öneminin artması, kurumsal yeniden yapılanma ve küçülmelerin artması, artan pazar rekabeti ve küresel pazarın büyümesi gibi gelişmeler düşünüldüğünde bu tahminin çok da uzak bir tahmin olmadığı söylenebilir.” (3)

Yayıncılık sektörünü de, kapitalizmin emek biçimlerini dönüştürdüğü sürecin bir parçası olarak düşünmek gerekiyor. Yayıncılık faaliyetleri, çeşitli iş tanımlarından ve kademelerden oluşan bir zincir. Sektörle ilgili sorunlar tartışılırken, bu zincirin tüm halkalarında düzenlemeye, koşulları iyileştirmeye, hak gasplarını önlemeye, insani çalışma koşullarını yaratmaya öncelik vermek gerekiyor. Yayıncı, kitapçı, dağıtımcı vs. işletmeleri faaliyetlerini sürdürebilir noktada tutmak, destek vermek ne kadar önemliyse, yayıncılıkta ekonomik açıdan insani bir çalışma standardı oturtmak, yazarına, çevirmenine, editörüne, dizgicisine, kapak çalışması yapan ressamına, illüstratörüne, binlerce kitabı indirip kaldıran büro çalışanına, yayınevlerinde, dergilerde, dijital mecralarda strajer olarak çalışanına, fuar görevlisine, matbaacısına kadar tüm halkalarda çalışma koşullarını düzeltmek, sosyal ve ekonomik haklarını tanımak da bir o kadar önemli. Yayıncılık ve günümüzde “yaratıcı endüstriler” olarak tanımlanan sektörlerde emekçilerin çalışma statüleri hâlâ önemli bir sorun.

Günümüzde “freelance”, “yarı zamanlı” ya da “parça başı iş” şeklinde çalışma statüsünün, en yaygın ve meşru olduğu alanların başında yayıncılık gelmektedir. Diğeri de sanırım konfeksiyon... Konfeksiyon sektöründe işçileri bir fabrika ya da atölyede çalıştırıp, onlara maaş, sigorta, yemek, dinlenme saati, emeklilik, tazminat gibi sosyal haklarını vermek istemeyen işveren, evlere iş vererek bu külfetlerin hepsinden kaçmaktadır. Örgütlenmiş, birlik haline gelmiş işçilerin dertlerini dinleme gibi “baş ağrıtan” sorunlardan kaçtığı gibi, maliyetleri de önemli oranda düşürmekte, adeta üç kuruşa iş yaptırdığı mükemmel bir düzen kurmaktadır. Böylece “iş” var, ama “işçi” yok şeklinde kurulan düzende ortaya çıkan ürünlerin piyasa değeriyle, işin gerçek maliyeti arasındaki bilanço, işverenin elde ettiği kâr oranını da sürekli artırmaktadır.

İşte yayıncılıkta “evlere iş veren” böyle bir konfeksiyon mantığı geçerlidir. Maaşlı olduğu halde “evden” çalışanların yol, yemek, bilgisayar, internet gibi bütün gereksinimlerini sağlamak kendi sorunu sayılmakta, izin, tatil gibi insani sosyal hakları söz konusu bile edilmemektedir. Örneğin üç kuruşa, evden çalışan bir editörün bilgisayarı bozulduğunda, bugünkü koşullarda yapabileceği tek şey, kredi çekerek kendisine yeni bir “kişisel” bilgisayar almaktır. İş yapılan “kişisel” bilgisayarın bozulması, işverenin sorunu değildir. Diğer yandan yayıncılıkta çok yaygın olan “parça başı iş” mantığı üzerinden iş teslim eden dizgici, mizampajcı, kapakçı, düzeltmen, ön okumacı, son okumacı, tashihçi, editör, hatta günümüzde çok yaygın olan “gölge yazar”lık kademelerinde çalışanların neredeyse hiçbirinin sosyal ve ekonomik güvenceleri yoktur. Daha açık konuşmak gerekirse, bu ülkede geçimini sadece kitap kapakları çizerek sürdüren illüstratör ya da ressam arkadaşlar ya da dizgi/mizampaj yapan arkadaşlar, kitap başına yani parça başına ücret aldıkları için, bu iş kolunda emekli olamamakta, sabit maaş alamamakta, piyasanın çok altında çalışmakta, sağlık sigortası gibi haklardan yararlanamamakta, çalışan statüleri belirsiz olduğu için sendikal faaliyetlerde yer alamamaktadırlar. Dolayısıyla söz konusu işlerde çalışarak yaşamını idame ettirmek mümkün değildir.

“Aynı şey, yazarlar ve telif hakları meselesinde de geçerli değil midir? Bu ülkede sadece yazarak geçinmek mümkün mü?” diye sorulabilir. Telif hakları, sorunlarımız içinde belki de en önemlisi. Telif haklarının, özellikle pandemi süreciyle birlikte ekonomik kriz gerekçesiyle fiiliyatta askıya alınmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Yayıncılık sektöründe tüm kademelerde emekçilerin hakları gözetilmedikçe ve genel olarak koşulların iyileşmesi, insanileşmesi sağlanmadıkça, sorunların herhangi bir kademede çözüme kavuşması da mümkün görünmüyor.

Unutulmamalıdır ki yayıncılık sektörünün tüm kademelerindeki çalışanların, çalışma statülerinin sosyal ve ekonomik haklar çerçevesinde belirlenmesi, insani çalışma koşullarının sağlanması, sendikalaşma sorununun hızla gündeme getirilmesi, toplumun demokratikleşmesinin de önemli bir ayağıdır.

Referanslar
1- Sevgi, H. (2021). “Dijital Kapitalizm ve Endüstri İlişkileri”, 21. Yüzyılda Endüstri İlişkileri - Çalışma Yaşamının Dönüşümü, Aktörleri ve Geleceği, Notabene Yayınevi, s. 13.
2- “Nitekim sanayi devrimiyle beraber çocuk işçiler; baca temizliğinden maden ocaklarına, dokumacılıktan tuğla ve kibrit imalathanelerine kadar piyasadaki emek gücünün önemli bir bölümünü meydana getirmişlerdir. Örneğin İngiltere’de toplam fabrika işçilerinin üçte ikisini kadın ve çocuklar oluştururken, çocuklarda işe başlama yaşı 6’ya kadar inmiştir. Fiziksel güç ve kapasitelerinin çok üzerindeki işlerde çalışmaya zorlanan bu çocuklar için çalışma süreleri kimi zaman günde 18 saate kadar ulaşmaktadır.”
Ongan, N. T. (2017). Kapı̇talı̇zm ve Çocuk Emeğı̇, TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 16 (62) , s.5.
3- Dursun, S. (2021). “Emek Piyasalarındaki Dönüşümün Uzaktan Çalışma Bağlamında Değerlendirmesi”, 21. Yüzyılda Endüstri İlişkileri - Çalışma Yaşamının Dönüşümü, Aktörleri ve Geleceği, Notabene Yayınevi, s. 121.

Öne Çıkanlar